,

Antik Kilikya Öyküleri (2. Bölüm)

Kilikya-haritası.jpg

KİLİKS, KİLİKİA ve KİLİKYALILAR

Yöreye Adını Veren Kahramanın Öyküsü

Kiliks

Poseidon’dan olma ve Libya’den doğma Agenor, Fenike ülkesinin kralıdır. Agenor, Telephassa ile evlenir. Bu evlilikten dört oğlu, Phine, Kadmos, Phoeniks, Kiliks ile bir kızı, Europe olur. Europe güzel bir genç kız olduğunda dünyayı değiştirecek bir olay meydana gelecektir.

Baştanrı Zeus, Fenikeli Agenor’un güzel kızı Europe’yi bir hile ile Girit adasına kaçırıp evlenir. Bu izinsiz evliliğe kızan baba Agenor erkek çocuklarını kız kardeşlerini bulmaları için aramaya gönderir. Bu kovalamaca sürecinde kız kardeşlerini bulamayan ağabeyler, geri dönmeyip gittikleri yerlerde yeni kentler kurarlar, yeni yurtlar edinirler.

Bu arada Europe’nin Zeus’tan üç oğlu olur. Rhadamantes, Minos ve Sarpedon. Delikanlı olduklarında Minos, Girit adasında krallığını ilan eder. Rhadamantes Hades’te yargıç olur. Sarpedon ise arkadaşları ile birlikte Küçük Asya’nın güneyine yerleşir. Dayısı Kiliks ise çoktan Çukurova yöresine yerleşmiştir. Bir öyküde Kiliks’in komşuları Lykialılar’a karşı bir seferde yeğeni Sarpedon’la ittifak yaptığı belirtilir. Zaferden sonra Lykia’nın bir bölümünü müttefikine bırakır. Sarpedon Likya (Lykia) krallığını kurar. Lykia’yı yurt edinen Sarpedon buranın efsanevi kurucu kralıdır artık. Yani dayı-yeğen Akdeniz kıyılarını paylaşırlar. Tarihin babası Herodot’a göre: “bu ülke, (Çukurova) Kiliks’in gelişinden sonra onun adına Kilikia olarak anılmaktadır”. Böylece Kiliks, Kilikia’nın efsanevi kurucusu ve atası olur. Kardeşi Europe’nın adı ise bir kıtaya verilecektir: “Avrupa”.
Efsanevi iki kardeşin adları, tarihten günümüze kadar işte böyle geliyor.

Kilikya ve Kilikyalılar

Modern Mersin kentinin antik Kilikia Bölgesi içinde yer alması önemlidir. Kilikia’yı tanımak için önce eski yazarlardan okuyalım.
Tarihin babası sayılan Herodot, kitabında (Heredot Tarihi. Çev. Müntekim Ökten, 1991) Kilikia ve Kilikialılar hakkında şöyle bilgi vermektedir:
“Kilikia: Phrygia sınırında Halys ırmağına rastlanır, bu ırmağı geçebilmek için buraya hakim durumda olan sıradağları ve ırmağı gözaltında bulunduran önemli bir kaleyi aşmak gerekir. Bunu aştıktan sonra Kilikia sınırlarına kadar, Kapadokya içinde yirmi sekiz konak, yani 400 parasang gidilir. Sınırda iki sıradağı aşacak ve iki kalenin önünden geçeceksiniz. Oradan öte, Kilikia içerisinde geçilecek yol üç konak, on beş buçuk parasangtır. Kilikia ile Ermenistan arasında sınır, içinde gemilerin yüzebildiği bir ırmaktır ki adı Fırat’tır.” V. Kitap – Kral Yolu – 52, s. 261
“Medler’in toprakları ile Lydialılar’ın arasındaki sınır aslında Halys Irmağı idi.
…Halys Irmağı hemen hemen Küçük Asya’yı bir kıyıdan öbürüne kesmiş olur.
…Halys Irmağının beri yakasındaki ulusların Kilikia ve Lykia’dan gayrı hepsi boyun eğmiş, Kroisos’un egemenliğini tanımışlardı.” – 1. Kitap – 72, s. 38
“Kilikyalılar: İşte bizim Suriyeliler dediğimiz Kapadokyalılar; onların sınırında Kilikialılar, şurada denize çıkarlar.
…Fenikeliler ve Filistin Suriyelileri kendilerinin dediklerine göre eskiden Erythreia denizinde oturuyorlarmış, sonradan Suriye’yi geçerek Akdeniz kıyılarına yerleşmişler.
…Kilikia büyük krala her yıl 500 talant gümüş haraç verir. Kilikia’dan sonra Ermenistan gelir. Kilikialılar’dan günde bir taneden 360 “Beyaz At” ve “500 Talant Gümüş”.
…Bunun 140 talantı Kilikia’daki “Atlı Birlikler” garnizonuna ayrılmıştı.
…Burası dördüncü hükümettir. – III. Kitap – 90, s. 173
Kilikialılar kendi ülkelerinin başlıklarını taşıyorlardı; kalkan olarak tabaklanmamış yünlü öküz derisi kullanıyorlardı, yün gömlek giyiyorlardı, her birinde iki mızrak ve Mısırlıların kılıcına benzeyen birer kılıç vardı. Eskiden “Hypakhailer” denilirken sonradan Agenor oğlu “Kiliks”in adını almışlardır.” – VII. Kitap – 91, s. 350
Bundan da anlaşıldığına göre Likya ve Kilikya topraklarının büyük kısmı, yeni egemenlerden kurtulacak kadar güçlüdür.
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, “Lykia-Kilikia aynıdır” der. Bunu da şöyle açıklar:
“Minoen çağına ait resimlerde, fresklerde ve çok renkli vazolarda tanrı ve tanrıça heykellerinde, erkekler esmer ya da kırmızımtırak, kadınlar da beyaza boyanırdı. Renkleri böylece ayırmak, resim sanatıyla ilgili bir görenek değildir. Kadınlar evlerde gölgede iş görürdü. Dışarıda ise tamamiyle örtülü gezerdi. Onun için tenleri ağarırdı. Erkekler ise dışarıda, Girit ve Lykia’nın rüzgârlı ve güneşli havasında, hemen hemen çıplak gezdikleri için, yanardı. Akhaların idealleri sarışınlardı. Onun için Anadolulu Lykialılara ve Kilikialılara ve bir de Giritlilere esmer ya da kırmızı derili anlamına gelen ‘Phoenikes’ derlerdi. Phoenikes ülkesi, eskiden Lykia’dan başlar, Kilikia ve Suriye’yi içine alarak Suriye taraflarında sınır bulurdu.”

Anadolu’ya Sırtını Dönmüş Bir Anadolu Parçası

Kilikia

Çukurova, Mersin Mezitli (Soli/Pompeipolis) ile İskenderun arasında yayılır. Doğu ve güneydoğu yönünü Amanos Dağları sınırlar. Antik dönemlerde, Kilikia Kapıları (Kilikia Pylai) olarak bilinen geçitlerden biri olan Gülek Boğazı aşıldıktan sonra gelinen Çukurova Ovası’na, Ovalık Kilikia (Kilikia Pedias) denirdi. Mersin Mezitli ilçesinin (Soli/Pompeipolis) batısında kalan bölüme, Toros Dağları eteklerine ise Dağlık Kilikia (Kilikia Trakheia) denirdi. Dağlık Kilikia, Alanya ile Soli/Pompeipolis (Mersin) arasında yer alır.
Kilikia bölgesinin, bir taraftan sırtını Toros Dağları’na dayaması, önünün Akdeniz’e bakması, korunaklı bir bölge olmasını sağlamıştır. Anılan yörede tarıma elverişli verimli ovaların ve bol suya sahip nehirlerin bulunması, buranın insanlar için yaşanılabilir ideal bir bölge olmasına neden olmuştur.

Adının Kaynağı
Kilikia adına ilk kez MÖ VIII. yüzyılda Asur metinlerinde rastlanır. Asurluların Çukurova’ya ve halkına verdiği ad “Khulakku” idi.
Kilikia adının kaynağı hakkında çeşitli yazarların değişik görüşleri vardır. Bilge Umar’a göre; “Kilikia Pylai adı, geçit Kilikia Bölgesi’ne ulaştırdığı için, Kilikia’nın Kapıları anlamında olarak çıkmış değildir; tam tersine Kuwa-İla-Ka aslında bu boğazın adıdır. Gülek, Külek adları gibi Kilikia Pylai adı da doğrudan doğruya bundan gelir. Kilikia adı dahi bu boğazın adından kaynaklanmıştır. ‘Güzel/ Kutlu Geçit Yerinin Ülkesi’ni anlatmaktadır. Khulakku adının dahi ‘Gülek/Külek” (Boğazı) Ülkesi anlamında bulunduğu ve boğazın Luvi dilinden gelme, Asurlu ağzında bozulmuş biçimi olmalıdır.” (Bilge Umar, Türkiye’deki tarihsel adlar, s. 440).

Kilikia bir kavşak noktasıdır. Kavimlerin geçiş yolları üzerindedir. Kilikia Kapıları’ndan girilir çıkılır. Günümüzdeki “Herkes gider Mersin’e…” deyimi geçmiş günlerden kalmış olmalı. Mersin buluşturur ve ayrıştırır. “MÖ 12. yüzyılda Lykia’lılar, Karialılar, Pamphylia’dan ve Kilikia’dan geçerek Filistin’e göç etmişler ve orada Filistinliler adını almışlardır.” (H.R.Call, Cambridge Ancient History 2. s.282–4).

“Yer adlarındaki çeşitli benzerliklere bakılırsa Etrüsk’lerin, Anadolu’yla Lydia ile değil, Karia ve Lykia’yla da daha ileri bağlantıları söz konusudur. Dahası bütün bir Ege havzasında ve güneyde Kilikia’ya, Kafkasya’ya kadar Anadolu’nun iç bölgesinde Helenik olmayan birtakım ögelere (-nth,- nd,- ss,- tt-) dayanan Korinthus, Kelenderis, Myndos, Parnassos, Adramyttion gibi yer adlarına rastlıyoruz. (P.Kretsschmer. Einleitung zur Geschicht der Griechischen Sprache. Göttingen, 1896, s. 401-6; Grieschische Grammatik. München, 1939 -1. s 60-61; Homer and Mycenae, s.64-65)

KİLİKİA’DAKİ ANTİK KENTLER
Kilikia Bölgesi’nde bulunan Mersin’in il sınırları içinde yer alan antik kentlerin adları ve karşılığındaki modern yerleşim yeri isimleri aşağıda listelenmiştir.
Şimdi                         Eski Adı
Anamur                     Anamuryum
Bozyazı                     Nagidos
Aydıncık                    Kelenderis
Taşucu                      Holmi
Tisan                         Kilikia Afrodisias’ı
Silifke                        Seleukia
Uzuncaburç               Diokaiseria – Olba – Ura
Susanoğlu/ Çokören  Korasion
Mut                             Claudiopolis
Cennet/Cehennem     Korykion Antron
Kızkalesi                     Korykos
Ayaş                           Elaiussa-Sebaste
Alata (Eski Erdemli)    Kalantia
Limonlu                       Lamas
Kanlıdivane                 Kanytela /Kannytellis
Mezitli                         Soli/Pompeipolis
Mersin                        Zephyrium
Karaduvar?Dikilitaş?   Anchiale
Tarsus                         Tarsos
Çamlıyayla                 Namrun

Mersin Belediyesi Yaş Binası ve Tüccar Kulübü denizden görünüş.             (Hayrettin Ergun arşivi)

 

Balıkçı Köyünden Kent Merkezine

MERSİN

Eşimin babasına “Barutçu Ali” derlerdi; yöredeki en yaşlı köy ağasıydı. Değirmenderesi köyünden ihtiyaçların alımı için Tarsus’a geldiklerini anlatırdı. “…değneğini attığın yer senindi, Mersin diye bir yer yoktu”, demişti. İşte o kadar değersiz topraktı buraları. Ve de sivrisinek, hastalık, pislik…
Amerikan İç Savaşı sırasında dünyada pamuk ürünü eksikliğine bağlı sıkıntılar yaşanmıştı. 1- Giysiler için pamuk ipliği ve 2- Pamuk çekirdeğinden elde edilen kara barutun ham maddesi, “güherçile” sıkıntısı baş göstermişti. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa Çukurova’da pamuk ekimini başlatmış, ürünü dünyaya ulaştırmak için denize açılacak kapı Mersin iskeleleri olmuştu. Pamuk limanla, Mersin dünya ile buluşmuştu. Pamuk toplandığında önce “şifleniyor” yani çekirdeğinden ayrılıyordu. Bu işlem Tarsus’taki alt katı yüksek tavanlı, kesme taş duvarlı evlerde yapılıyordu. Güherçileden kara barut elde ediliyordu. Bu işle geçinen kayın pederimin ailesi “Barutçu” olduklarından “Barut” soyadını almıştı.
Eski dünya kentlerinden Tarsus ile Soli-Pompeipolis’in arasında yer alan Mersin, yeniden doğuşunu; yukarıda anlatıldığı gibi, 1860’lardaki dünya pamuk krizine borçludur. O yılların Kazanlı deniz iskelesi artık önemini yitirmişti. Antik dönemde kullanılan Tarsus bağlantısını sağlayan lagün gölü zaman içinde dolunca, gemiler Tarsus limanına girememiş, 2500 yıllık antik Soli Limanı ise merkeze uzak kalmıştı.

Krizmon Binası önündeki iskele (Çizim: Siren Yılmazer)

Artık, pamuk balyaları Mersin’deki derme çatma ahşap iskelelerden, gönderiliyordu. İlk pamuk balyaları Mersin’deki iskelelerden yola çıkarılmaya başlamıştı.Yayla köylüleri de ürünlerini, Yoğurt Pazarı çevresinde bir kaç salaş kulübede pazarlıyorlardı. Aşağıda anlatılacağı üzere burası sonraları gelişecek ve kentin çekirdeğini oluşturacaktır.

Mersin’in Yumuktepe’den yavaş yavaş sahile indiği, Mersin Çayı’nın doğusundan güneye yayılarak geliştiği kabul gören bir olgudur. Kent dokusu, sahil boyunca geniş tabanlı bir üçgen içinde gelişmiştir. Önceleri, Tarsus ile Silifke arasında konaklama yeri olduğu, ilk iskelelerden, Sursuklar’ın yelkenlileri ile Suriye’ye kereste, kömür, pamuk götürüp, Sükkari taşı getirildiği anlatılanlar arasındadır.

Yoğurt Pazarı. (Foto Prof.Dr.W.Gleisberg-T.Meyvacılığı kitapçığı)

Mersin’in Mayası
YOĞURT PAZARI

II. Mahmut döneminde Adana sancağı mutasarrıfı Seyit Ali Paşa’nın isteği üzerine Silifke (1812) ve Anamur (1814) beylerine karşı destek verip isyanın bastırılmasında etkin olan Göğçeli Koloğlu (Yüzbaşı) Mehmet Ağa, Padişah II. Mahmut tarafından ‘Alaybeyliği’ne (Binbaşı) yükseltilir. Göğçeli köyünden Akdeniz kıyılarına kadar, devlet mülkü toprakları aşiretine “arpalık” olarak bağışlanır. Tapu benzeri ferman/berat, aşiret büyüklerinden Derviş namıyla maruf Mehmet Ağa’ya verilir. Ardından Tarsus kaymakamlığı da kendisine emanet edilir. Tarsus’ta Koloğlu hamamını yaptıran Mehmet Ağa, 1829 – 1830 yıllarında, Silifke-Tarsus yolunun geçtiği eski çeşmenin başında bir pazaryeri kurmayı düşünür. Bu yeri seçmesinin nedenleri arasında şunları sayabiliriz:
1) Deniz kıyısına yakınlığı,
2) Çevre ile ilişki kurulabilecek ilk yolların buluştuğu bir yer olması,
3) Tatlı su kaynağının bulunması…
Tarsus Alaybeyi (Binbaşı) Göğçeli Koloğlu Derviş Mehmet Ağa, 1831 yılında Yörükler ve Türkmen köylülerin ve tüm yöre halkının alışveriş yapacağı bir pazaryeri oluşturmak adına, Mersin için önemli olacak bir karar vermişti. Bugünkü “Yoğurt Pazarı” olarak bilinen yeri, çalılardan, mersin ağaççıklarından temizletip düzleterek genişçe bir alan meydana getirdi.
Eski ismiyle Frenk Mahallesi’ndeki Mersin’in en eski meydanı ve çarşısı olan Yoğurt Pazarı, Mersin’in oluşumundaki ilk ve tek nokta sayılır.
Köylü ve Yörüklerin davarları için gerekli olan tuz, pazarın ilk malı olarak Adana Karataş’tan getirtilir. Kıbrıs toprak kapları, tuz, süt ürünleri, tütün, deri, yün, kıl aba, el dokumaları, meyve, bal bu pazarın ilk malları oldu. Levanten halkın oluşturduğu ticaret merkezinin yanındaki bu alan bir köylü pazarı niteliğindeydi.
Mehmet Ağa, pazarın yönetimi için oğlu Hüseyin Ağa’yı görevlendirmişti. Pazarın kuzey yönünde şimdiki Hastane/İstiklal Caddesi kavşağında, Mersin’in ilk evini; moloz taş duvarlı, üstü toprak damlı, uzun konuk salonu olan büyükçe binayı oğlu için yaptırdı. Hüseyin Ağa’nın evinin doğu yönünde testici İsmail Efendi için bir “huğ” evi yaptırdı. Pazar yönetimine yardım eden Camili köyü eşrafına da, İsmail Efendi’nin evinin çevresine dam ve huğ evler yapılması için izin verildi.
Böylece Yoğurt Pazarı merkezi çevresindeki bir kaç ahşap kulübe yanında, tütüncü, demirci dükkânları sıralanmaya başladı. Eski fotoğraflarda ortada bir çeşme yapısı görülür. Yoğurt Pazarı aslında bir alış veriş alanı olarak kurulmuştu ama kurulduğunda Mersin diye bir yer yoktu. Bu nedenle Yoğurt Pazarı zamanla kentin çekirdeğini oluşturdu.
Hüseyin Ağa ticari gelişmeyi görerek, pazar yerinin güneyine doğru bir yol açtırarak, deniz kenarında kayıkçılar için (Şimdiki postanenin yerinde) bir iskele çaktırdı. Böylece pazarın deniz bağlantısı da kurulmuş oluyordu. Köy ürünlerinin yanına, bahçeciler, balıkçılar ve seyyar satıcılar da gelerek ticarete katıldılar. Köylüler ürünlerini, Yoğurt Pazarı çevresinde bir kaç salaş kulübede pazarlıyorlar, böylece ticaret dünyasına katılıyorlardı. Gön körüklü demirciler, taş dibekte kahve dövüp satan ve “tahmisçi” denen kurukahveciler, elde kıyılmış kehribar misali tütün satıcıları bağrışıyordu.
1888 yılında Mersin “ilçe merkezi” (Mutasarrıf: Nazım Paşa) olunca pazaryerinin peyzajı yapılıp zemine beyaz sükkari taşları döşendi, dört köşesine ağaçlar dikildi.
19. yüzyılın ortalarına doğru Süveyş Kanalı inşaatına gerekli kereste ihtiyacı nedeni ile ticaret büyük oranda gelişti. Bu kerestelerin büyük bir bölümü bu yöreden karşılanmıştır. Yine aynı yıllarda Amerika ve Almanya’nın susam ve pamuk talebi üzerine, yörede çeltik ve susam tarımına ağırlık verilmişti. Uzun süre iyi kâr getirdiği için de göçebe veya yarı göçebelik yapan aşiretlerin birçoğu iskâna geçerek kimisi toprağa bağlanmış kimisi de sırf kereste ve yük çekmek için deve alarak kervancılık yapmaya başlamıştır.
Özellikle Amerika ve Almanya’nın talep ettiği pamuğu ve askerin gıda ihtiyacını karşılamak için Mısırlı İbrahim Paşa Suriye’den 2000 tarım işçisini (Fellah) getirterek Mersin’den Hatay’a kadar sahil kesimine yerleştirmiştir. Sıcak ülkeden getirilen bu işçi aile fertleri, özellikle Çukurova’nın aşırı sıcağından çok fazla etkilenmiyor, kısa sürede istenilen performansı göstererek atıl vaziyette duran arazileri verimli hale getiriyorlardı.
Daha sonraki yıllarda Mersin gelişmeye başlayınca Yoğurt Pazarı yanında, Taş Han ve Tüccar Han (Azak Han) pazar yerlerinin de devreye girmesine kadar, eski Mezitli önemini korumuş, bu tarihten sonra alış verişin merkezi Mersin’e kaymıştır.
İlk çağlardan beri obsidiyen, madenler ve tarım ürünlerinin ihraç kapısı olan Mersin artık Akdeniz’in en yeni kent merkezidir. Ulaşım olanakları iyidir. Demiryoluyla Anadolu ağına, karayoluyla batıda Antalya’ya, Sertavul Geçidi’nden Konya’ya, Gülek Boğazı’ndan Orta Anadolu’ya, doğuda Adana ile Antakya üzerinden Suriye’ye, deniz yoluyla Kıbrıs ve tüm dünyaya bağlantılıdır.
Eski Mersin kartpostallarında da görüleceği gibi, o yıllarda bu iskele- çarşı, köy-bahçe ve çevresindeki Mersin bitkisi ağırlıklı yeşil doku arasında tek evler göze çarpıyordu. Bu tek odalı “Huğ” ve çardak tipi kulübeler, zamanla yerlerini kemerli ahşap ve taş evlere, hızlı gelişmenin etkisiyle yabancı kültür yapılarına terk ettiler.

En Eski Mersin Yapısı: “HUĞ”
Bölgede yerleşim elemanı olarak görülen ilk barınak bir Huğ evi olmalı. Huğ, Mersin’in ilk yapısı olarak kayıtlıdır. 1860’lardaki Adana Salnamesi’nde; “…derununda mersin ağaçlarından oluşan yeşillikler içinde birkaç huğdan oluşan kariyecik” tanımı önemli…
Yumuktepe’nin eteğindeki son Huğ evi, Şefik Maya’ya aittir. Kazı ekibinin önerisi ile Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmıştır. Şefik Maya, yapımını gördüğü huğ evini şöyle tanımlar: “…İnsanlar ovalık yörelerde ise; bataklık sazı, kamış, mersin dalları ve ‘zanzalak’ denilen, ağaç ve saman karıştırılmış killi çamurdan faydalanmışlardır. Huğların iskeletini oluşturan ağaç ise zanzalaktır. Ağacın özü acı olduğu için kurtlar içine işlemez. Kuruyunca çok sert ve dirençli olur, uzun yıllar dayanır. İskelet çatıldıktan sonra, duvar ve ara bölmeler, kargı ve kıvrak mersin bitkisi dallarından ustalıkla örülür. Örgü işleminde sonra saman veya pamuk karıştırılan killi toprak ıslatılarak, ayakla çiğnenip iyice yoğrulur. Mayalanıp kıvamını bulan bu çamur, Huğ’un kargı duvarlarına sıvanır. Daha sonra içi ve dışı, tabanı ve duvarları kireçle badana edilir. Çatıya gelince, demet haline getirilen bataklık sazı, diziler halinde çatıya döşenir. Yine sazdan yapılan örgülerle bağlanır. Mersin’in ilk evleri Huğ denilen bu sazdan kargıdan yapılan evlerdir.”
Yumuktepe’de kazının başladığı yıl Mersin’de yayımlanan Mozaik dergisindeki Huğ ile ilgili yazıyı okuyan Prof. İsabella Caneva; “Ben şimdi kazıda bir Huğ arayacağım”, demişti. Yıllar sonra basındaki şu cümle dikkat çekicidir: “ …ayrıca ahşap direkler, saz ve kamış ile çamurdan yapılmış bir kulübe bulduk. Kazılarda erken neolitik dönemine ait saz ve çamurdan oluşan yapının yanı sıra kalkolitik döneme ait sur ve kerpiçten yapılmış yapılara ulaştık.” (Mozaik Dergisi Kasım 1993 S.21)
Mersin’in atası sayılan Yumuktepe’de bu tür yapıların varlığı da böylece ortaya çıkmış bulunuyor. Kitabı okumaya devam etmek için bu satırı tıklayınız

Biyografik Bilgi

scroll to top