,

O ARTIK RESSAM DOĞAN AKÇA 5/18

Doğan-Akça-8.jpg

KİTABIN BAŞINA DÖNMEK İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.

Doğan Akça ilk kişisel sergisini 1992 yılının ilkbaharında Mersin’de açar. Mersin Liselileri Derneği’nin düzenlediği “Mersin İlkyazında Sevgi Haftası” kapsamında hazırladığı ve “Evlerinin Önü Mersin” adını verdiği bu sergi çok önemli bir adım, onun resim yaşamında mihenk taşı olacaktır:
20 Nisan – 8 Mayıs 1992
Doğan Akça Resim Sergisi
“Evlerinin Önü Mersin”
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi 2. Sergi Salonu – Belediye Taş bina – Mersin
Sergiden önce kendisiyle yapılan bir söyleşi Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanır. Doğan Akça bu söyleşide resimleri için “Üçüncü Çocuğum” tabirini kullanır. Aynı günkü sözlerinde, resim eğitimi alamadığını belirterek de, “Zaten buna yetecek ömrüm yok” der.
Resimlerini çocuğu olarak niteleyen Doğan Akça, hem resimlerine hem de birçok sergisine adlar vermiştir.
İçel Valisi Çetin Birmek’in açılışını yaptığı sergi çok kalabalıktır. Mersin Liselileri Derneği de büyük bir grup olarak gelmiştir İstanbul’dan. Yan salonda da yine Mersin Liseli iki arkadaşın, Dr. Türkyılmaz Sakınç ve Rafet Van’ın bir resim/heykel sergisi vardır.
Doğan Akça’nın öğrencilik yıllarında sanatla yakınlaşmasında önemli yeri olan Akkahve, bu kez de tüm görkemiyle onun sergisine ev sahipliği yapmaktadır.
İçel Sanat Kulübü de destek verir sergiye. (Açılış fotoğraflarında üzerinde “İçel Sanat Kulübü” yazılı büyük bir çelenk görülmektedir. )
“İçel Sanat Kulübü Bülteni” dergisinin ilk biçimi olan “San Kulüp Bülteni”nde de bir ilan yayınlanmıştır. Bültenin mart sayısının arka kapağındaki yarım sayfalık bu ilan, Doğan Akça’nın ilk sergi ilanı olması bakımından önemlidir.
23 Nisan 1992 tarihli bir resimli kart… Üzerinde “Palmiyelerin Türküsü, tuval üzeri yağlıboya, 30×40 cm.”; altında da şu satırlar yazılı:
“Duygularımızın esiriyiz ve o nispette de yaratıcılık vasfımız yücelmeye devam etmektedir.Yaşamımızı anlamlı kılan sanat olayı, çalıştıkça duygularımızı mayalar ve mayanın sağlam tutması için de habire kırbaçlar.
İşte Doğan Akça da son bir-iki yıldır bu asil duygu ve heyecanın pekişmesi için kendini devamlı kırbaçlıyor.
Bir anlamda nahivite, çocuksu duygular kadar samimiyettir. Ve sanatla evlenmenin beşik kertiğidir. Bu duygunun ve onun peşinden de çalışma azim ve hırsının benliğine yerleşmesinden dolayı ne kadar mutlu olursa azdır.” (Hasan Kavruk, 23 Nisan 1992- Mersin Sergisi)
Resim serüveninin başlarında Doğan Akça’ya yol gösteren sanatçılardan biri olan Ressam Hasan Kavruk onun bu ilk kişisel sergisinin ardından düşüncelerini böyle dile getirmiştir.
Aynı günlerde Doğan Akça bir de karma sergiye katılmıştır:
25 Nisan 1992
Mersinli Sanatçıların Karma Resim Sergisi
Doğan Akça’nın ilk kişisel sergisinin yankılarından biri de, eski resim öğretmeninden gelir. İçel Sanat Kulübü’ne ve başkanlarına özel mektuplar, eleştiriler de yazmış olan Ethem Aydın Hoca, Doğan Akça’ya şu mektubu yazar:
SEVGİLİ DOĞAN. 1 – Mayıs – I992
SERGİN İÇİN VE BAŞARILARIN İÇİN SENİ CANDAN KUTLARIM.
KISA BİR SÜREDE, İNANILMAZ BİR ÇABAYLA BU KADAR BÜYÜK EBATLARI İŞLEDİN, HEM DE ALIŞIK OLMADIĞIM BİR REFORME PİRENSİP ETTİN, DAHASI OYUNU DETAYINA KADAR KURALINA GÖRE OYNADIN, DAHASI MERSİN’İ MERSİN ETTİN. ŞİİR GİBİ, BİR ANONİM ŞARKI GİBİ HERKESİN BİR-LİKTE MIRILDANMASINA FIRSAT VERDİN -EVLERİNİN ÖNÜ MERSİN-
SEN HENÜZ SENİ TANIMAZKEN BEN ORADAYDIM, VE YİNE BEN SENİN ÖĞRENCİLİK RESİMLERİNDEN BİRKAÇINI SAKLAMIŞ, KlRK YIL SONRA SANA GETİREREK YETİNİ SU YÜZÜNE ÇIKARMAĞA ÇALIŞMIŞTIM. BÖYLECE BENİM SENİ SEVDİGİM KANITLANMIŞ OLMUYOR MU? SEN NASIL DERSİN HOCA BENİ AZ SEVER DİYE! EĞER BEN SENİ ELEŞTİRMİŞSEM, BU DAHA İYİNİN UĞRUNA OLMUŞTUR, BİR ART NİYET ARAMAN YERSİZDİR. ŞİMDİ SENİ DAHA ÇOK SEVİYORUM. OLMAZI OLUR YAPABİLDİĞİN İÇİN ÖPER BAŞARILAR DİLERİM. AYFER HANIMA SEVG İ VE SELAMLAR.
ETHEM AYDIN(Ethem Aydın mektuplarını hep daktilo ile ve büyük harfle yazardı.)
1 – 3 Haziran 1992 tarihinde Mersin’de düzenlenen “Dünya Çevre Günü” etkinliği programında Doğan Akça konuşmacı olarak yer alır. Konuşma metninin adı, “Bir Ressam gözüyle Mersin Peyzajı” dır. Doğan Akça artık bir ressamdır.
Onun özenle hazırladığı albümlerinden bir gazete kesiği:
Ressamlar Güzel İnsandır…
Hiç ressam tanıdınız mı?
“Hayır” diyorsanız üzülürüm. Cevabınız “Evet”se kıskanacağım tutar.
İnsanın ressam dostları olmalı. Onlar dünyaya tad verir, en ilginç hükümleri onlardan duyarsınız. Anlatırken bile resim çizerler.
Resimsiz, ressamsız hayat kurudur.
“İstanbul’da, İstanbul’un Sultanahmet’inde yaşayan herkesin doğum tarihi 300 yıl önce başlar”…
Bu söz ressamcadır. Sahibi de Etem Çalışkan. Ben ona “Etem Ağa” derim, alınmaz, “Aslan Etem Ağa” dediniz mi, dağları bile boyatırsınız. Öpülesi sakalları vardır.
…Cağaloğlu Meydanı’nda zengin dostumla karşılaştık. İlk sorusu şu oldu: “Nerde kardeşim şu Yaşar Çallı? Üç yıl evvel portremi yaptı, parasını almayı unuttu”.
Görüyorsunuz. Alacağını unutanlar ancak res¬samlar arasından çıkıyor. İnanın, doğru. Ressamlara sunulan her hayran¬lık yerindedir. Ressamlar güzel insandır çünkü.
…Üzerimde ressamların emeği var.
… Yaa… Ressamlar aynı zamanda toplumun öğretmeni.
Gelin beni dinleyin… Ressam tanıdıklar edinin!.
…Tamam… Şairlerle ahbaplık edin, müzisyenlerle zenginleşin ama, ille de
bir ressam dostunuz olsun!
Onlarsız alıp başınızı, mutluluğa koşamazsınız.
Onlar, güzellikleri paylaşan insandır.
Söz aramızda, ressamlarınız eksikse, ne doğru dürüst sinemacınız vardır, ne aklı başında edebiyatçınız.
Sahi, siz hiç ressam tanıdınız mı?
(Gürbüz Azak, Köşe yazısı, ama hangi gazeteden kesildiği belli değil)
Dosyasından, o günlere ait bir başka kâğıt… Ressam Nuri Abaç’ın hazırladığı bu program onun çok hoşuna gitmiş olmalı:

Doğan Akça 77
8 Haziran 1992
6 Saatlik Ankara Programı
1- Tatlı sabah sohbeti. Hoş geldiniz çayı.
10:30’da evden çıkış. Ankara’yı sarsacağız…
2- Yalçın’ı bekletmeyelim. Armoni’ye gidiş.
3- 12:30’da Yalçın Gökçebağ’a veda mesajı. Genel isteğe uygun olarak sandviç atıştırma… arkasından keyif kahvesi. Afiyet olsun!
4- 13:30’da müze gezisi. Uluslararası Bienal Sergisini ziyaret. Ancak bu olanaklı değil. Üzülerek müzenin bugün kapalı olduğunu öğreniyoruz. Ama olsun…
5- 13:30’da başka çözümlerimiz de var. Arda ve Oluşum galerilerini ziyaret. Belki orada Ercan’a rastlayabiliriz. Arada keyif çayları şirketten. Foto safari…
6- 14:45 (2.45 yazmış) Bizim eve dönüş. Ufak atıştırma ve çay show…Tatlı sohbete devam. Otobüs saatine kadar dedikodu..
Ve en kısa sürede görüşmek üzere. Gene bekleriz…
Doğan Akça ile Nuri Abaç arasındaki dostluk, ortak alanları ressamlıkla daha da pekişmiştir.
Doğan Akça, Nisan 1992’de açtığı bu ilk kişisel sergisinden sonra artık yazılara konu olmaya başlar. Yüksek Mimar Ertuğrul Karaoğuz’un Mersin’de açılan sergileri anlattığı yazısından:
“… Bundan önceki sergi Doğan AKÇA’nın idi. Çevreci, korumacı görüşle yapmış resimlerini… Bir tablosundaki üç palmiye orantısı, renk ve fırça darbeleri tabloya ruh vermiş sanki… Diğer tablolarında da her bir fırça darbesi göz nuru, emekle ve dikkatle vurulmuş… Vurmadan önce uzun düşünülmüş sanki…
Doğayla, toplumla ve kendisiyle ilişkilerini estetik olarak zihinsel özümlemeye geçirişin heyecanından olsa gerek… Doğan AKÇA’nın resimlerinde, modernleşmeye, yozlaşmaya bir tepki sezdim… Doğal, yapmacıksız bir anlayışla düşünülmüş kompozisyonlar…
Kimi tablolarında figürler ve nesneler, kontur ve çizgisel. Kimisinde küçük fırça darbeleriyle oluşturulmuş renk noktacıkları… Resimlerinde ışığın ve rengin optik ayrıştırılması var… İnsan öz varlıklarından ayrılmaması imajını veren, doğa sevgisini tabii bir şekilde özümlettiren Doğan AKÇA’ya teşekkürler…
… Doğan AKÇA ‘Naif’im’ diyor zaten.. . Doğal orantıları, çevresinde olanları duygusallığı ile ön plana çıkaran bir olgu’ya erişmiş; doğal, yapmacıksız, samimi… Henri Roussea gibi… Düş dünyasında geliştirdiği karmaşık öyküleri çok figürlü ve büyük işçilik gerektiren tablolara dönüştürmüş… Çizgisel öğe ve küçük fırça darbeleri hâkim resimlerinde. Bilimsel yöntemlerden soyutlanmış, doğal ve yalın…
‘Renkler ve zevkler tartışılmaz’ denir.. Oysa bunların en uygun tartışma ortamı sergilerdir. Bence sergiler bir eğitim yeridir… Sergi açan sanatkârların da ‘bireysel resim kültürü’ vermelerini bir öneri olarak sunuyorum…
Sergi açılmadan önce, büyük bir özveri ile yapılan resmin içeriği, tekniği, ekolü, bir söyleşi ile dile getirilse… Seyredenler daha bilinçle bakarlar resimlere…”
(Ertuğrul Karaoğuz, Sergiler Üzerine, İçel Sanat Kulübü Bülteni, Temmuz 1992)
(Ertuğrul Karaoğuz da Doğan Akça’dan sonra İçel Sanat Kulübü’ne başkanlık yaptı. Çok değerli hizmetleri oldu ve o da Mayıs 2007’de hayata veda etti. Işık içinde uyusun…)
Doğan Akça’nın katıldığı bir sonraki sergi bir karma sergidir:
17 Ekim 1992
Kulüp üyesi ressamlar sergisi
İSK-Teoman Ünüsan Galerisi – Mersin
Doğan Akça aynı yıl Ankara’da, Ergun Evren’le birlikte 1990’da sergi açtığı İngiliz Kültür Merkezi’nde bir kişisel sergi açar:
9 Kasım – 21 Kasım 1992
Doğan Akça, Kişisel Resim Sergisi
“Herkes Gider Mersin’e”
Türk İngiliz Kültür Derneği – Ankara
Bu sergi, Doğan Akça’nın Mersin dışındaki ilk kişisel sergisi olması bakımından bir başka dönüm noktasıdır. Davetiyenin arkasındaki değerlendirmeyi Ressam Nuri Abaç yazmış…
Bu yazı, Kasım 1992’de Sanat Çevresi dergisinde de yayımlanır:
“Bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi, zamanı biraz öne alarak, Doğan Akça ile yeniden tanışmış olsaydım, kesinlikle işine karışmaz, resim serüveninde yolunu bulmasına yardımcı olmaya kalkışmazdım.
Çünkü onun doğuştan var olan yeteneğini, yılların sanatsal birikimini zedelemekten , yanlış yönlendirmekten korkardım. Akça bu birikimin deşarjını yaşayan, kendine yeterliliği kuşku götürmez, ilginç bir sanatçı. Mersin’in bir başka, büyük sanat yeteneği, Ahmet Yeşil’ce duyarlı, algılayıcı, ancak, anlatım biçimiyle apayrı bir sanatsal kişiliği yansıtıyor.
Akça’yı bir halk ressamı olarak tanımlayamayız. Onun tuvallerinde halk ressamlarının kullandıkları değer ve simgeleri göremiyoruz. Onlara göre bilgi dağarcığı daha zengin, daha coşkulu.
O halde nedir Akça, yeri nerededir?
Kanımca o, son sergisinde açıkça vurguladığı gibi, sevimli kompozisyonlarıyla, içtenlikli perspektif anlayışıyla, doğanın bin türlü yeşilini kullanmadaki inançlı çabalarıyla ve bıkmadan işlediği figürlerde görülen çocuksu saflığı ile bir naif ressam olayı sunmaktadır bizlere.
…Daha önceleri imgesel gücünü kullanarak, renkli kalemlerle, bazen suluboya ile karalamalar, basit skeçler yapmış.
….1990 yılının ortalarından bu yana Akça’nın sanat yaşamında önemli bir dönemece tanık oluyoruz. Mersin ve İçel’in güzelliklerini yağlıboya ile çalışmaya başlıyor. Böylece bazı zamanlarda, bazı yörelerde görüldüğü gibi, Mersin naif bir sanatçı kazanıyor.
Bu sergiyle Doğan Akça’nın, resim sanatımıza yadsınmaz bir katkıda bulunmasının yanı sıra, ilerdeki kuşaklara kalacak naif anlatımlı belgesellere de imza attığına inanıyorum.”
(Nuri Abaç, Doğan Akça Hakkında – Sanat Çevresi, Kasım 1992)
Doğan Akça’nın resim serüvenindeki yolu artık açılmıştır…
Sanat Eleştirmeni Kaya Özsezgin bu kez onun hakkında bir yazı yazar:
“Doğan Akça Türk –İngiliz Kültür Derneği Galerisi’nde, yaşadığı yörenin manzarasını ve insanını konu alan resimleriyle bir sergi açtı.
… Doğan Akça da yeteneğinin sınırlarını iyiden iyiye keşfetmiş görünüyor. Özenti ve abartı gibi safyürek resmin düşmanı sayılabilecek yabancı eğilimlerinden uzak kaldığı sürece, naifler grubunun üyeleri arasındaki yerini koruyabileceğini söyleyebiliriz.
(Kaya Özsezgin Milliyet Sanat Dergisi Sayı: 301, Aralık 1992)
Doğan Akça’nın resimlerinde, Toroslar’dan Akdeniz’e, doğa güzelliklerinden ören yerlerine, eski yapılardan eskiye ait görüntülere kadar her şeyiyle yaşadığı çevre vardır. Gittiği her yeri, gördüğü her şeyi, resme çevirmek üzere belleğine yerleştirmektedir. Bunu yazılarından da anlamak mümkün.
Kapağında, resimlerinden birinin basılmış olduğu “Mozaik” dergisindeki bir yazısı:
“Bilmem dikkat ettiniz mi kapaktaki resme. Sanki dünya güzeli bir botanik bahçesinin ortasında görkemli bir anıt mezarı anlatan bu resim İçel Sanat Kulübü’nün organize ettiği Aydıncık gezisinde, o yeri gördüğüm anda kafamda canlanmıştı.
M.Ö. 2000 yıllarına giden tarihiyle Kelenderis, yani Gilindire, yani Aydıncık; her tarafı tarih kokan, kıyı ile dağ arasında incecik bir şeride yerleşmiş dünya güzeli bir yer. Şehrin içinden geçen Silifke- Alanya yolunun hemen sağından itibaren dağ başlıyor.
İşte, kaldığımız motelden akşam yemeği için şehir merkezine doğru giderken bu dağları seyrediyor ve zirvelerde çamlarla kaplı dağın eteklerine doğru meyve bahçelerinin ve hemen yolun yakınındaki dikenli incirli çitlerin görkemli görüntüsüyle kendimden geçiyorum. Fakat o yürüyüşte etrafı çok dikkatle incelediğim halde resimde gördüğünüz anıt mezarı görememiştim.
Sabah, Aydıncık’ta böyle bir mezar olduğunu hatta M.S. 2. yüzyıla tarihlenen bu anıt mezarın, örnekleri içinde en iyi şekilde günümüze kalmış tek örnek olduğunu öğrenip yanına gittiğimizde dün önünden geçtiğimiz halde niye göremediğimizi hemen anladık. Maalesef anıt mezarın etrafı evlerle çevrilmiş, bir kaç metre yakınına kadar evler, seralar yapılmış ve sanki anıt çok çirkin bir yerleşimle ve özellikle saklanmaya çalışılmıştı.
Aslında öyle olmadığını, yani bu evleri yapanların nasıl bir tarihi sakladıklarının bilincinde olmadıklarını sonradan öğrendik. Eğer belediye istese bu ailelere başka yerlerde ev ve arsa verse hiçbiri itiraz etmez ve bu yeri belediyeye bırakabilir, o zaman belediye bu görkemli anıtın etrafını temizler, önünü açar, orayı güzel bir park haline getirerek anıt mezarı ortaya çıkarabilirdi.
Ama bu önce yöneticilerin bilinçlenmesi, yönettiği yerin ne olduğunu bilmesi, binlerce yıl önce orada yaşayan hemşerilerini iyi tanıması ve o tarihe sahip çıkmasını öğrenmesiyle mümkün olur sanırım. Yoksa Aydıncık’taki anıt mezar, Yenice’deki İnönü – Churchill, Mersin’deki İngiliz Fabrikası, Öküzlü’deki kilise ve daha birçokları güme gider.
İşte ben bütün bu düşünceler içinde kapaktaki resmi yapmaya başladım. Ve beni de şaşırtan bir resim çıktı ortaya. Çünkü ben yaptığım resimlerde mutlaka insan ve hayvan figürleri kullanıyor, insanların olmadığı bir resim düşünemiyordum. Oysa bu resme insan figürü koymak içimden gelmedi. Galiba resme çizeceğim insanın anıt mezarın bir yerlerini kıracağından korktum. Böylece biraz fantastik bir resim çıktı ortaya. Umarım bundan böyle harap olan bir tarihî yeri gördüğünüzde sizin de zihninizden böyle fantastik resimler geçer. Ve umarım Aydıncık’ı yönetenler bu resmi görür ve o anıt mezarın etrafını bu resimdekinden daha güzel yapar. (Doğan Akça, Kapaktaki resim, Mozaik, Eylül 1992)
1992 yılı çok başarılı geçmiştir. İki kişisel sergi açmış, karma sergilere katılmıştır. Yıl, bir karma sergiyle biter ve 1993 yılı yine bir karma sergiyle başlar:
5 – 15 Aralık 1992
Mersinli Sanatçılar Karma Sergisi
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi – Zafer Çarşısı – Ankara
………………….
3 – 15 Ocak 1993
Mersinli Ressamlar Karma Sergi
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi – Belediye Taş Bina – Mersin
Dosyasında sakladığı belgeler arasında bulunan, bu sergiler için basılmış ortak katalogda, ilginç ve güzel bir el yazısıyla alınmış bir not var: “Talebem”… Doğan Akça’nın ilk sayfadaki resminin yanına belli ki gururla yazılmış… Bu el yazısı, rahmetli Resim Öğretmeni Hüseyin Sevim’e ait.
Hüseyin Sevim Hoca, resim yeteneği olan öğrencilerini hep yüreklendiren, onlara ödüller veren bir öğretmendir ve hatta böyle bir ödül töreninde çekilmiş bir fotoğraf vardır. Bu fotoğrafta liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyacak olan Güngör Danışman-Arıbal ve sınavı kazandığı halde ekonomik nedenlerle resim okuyamayan, ama kendisini yetiştirip çalışmalarına devam eden Yahya Özgenç de vardır.
Doğan Akça sadece ressam değil, kent bilincine sahip bir yazar olduğunu da her fırsatta gösterir:
“1943 veya 1944 yılıydı. Babam galiba bir pazar günü elimden tutup gezmeye götürmüştü. Halkevi Binası yapılıyor ve inşaat büyük bir hızla tamamlanıyordu. Vali Konağı’nın yanından Halkevi’ne çıkan yolda çok büyük bir sandık duvara dayanmış, yatık vaziyette duruyordu. Babam, sandığın yanına götürdü ve birkaç tahtasını aralayarak, bak ne var sandıkta dedi. Baktığımız kısımda sadece Atatürk’ün başı görünüyordu ve bana göre o kadar büyüktü ki, ürperdim. Sonra Halkevi’nin ve Atatürk Heykeli’nin önünden geçişimde bu ürpertiyi hissederim. Halkevi o yıllarda yapıldı bitti. Heykel yerine konuldu. En fazla iki üç katlı evleri olan Mersin’de Halkevi öyle büyük ve muhteşemdi ki; hepimiz ve Mersin’i gezmeye gelenlerin tümü o heykelin ve Halkevi’nin önünde defalarca fotoğraf çektirirdik.
Önce çocuk gözümüzde sadece büyük bir bina olan Halkevi, büyüdükçe, delikanlılık yaşıma geldikçe işlevleriyle de gözümüzde büyüdü. Ve anladık ki o büyük devlet adamı Tevfik Sırrı Gür Mersin’e görkemli bir bina yapmamış, bir okul, bir kültür ve sanat merkezi yapmış. Bu gün bile önemli kabul edilen kayar sahneli kocaman bir tiyatro salonunda nerdeyse her gün perdelerini açan Halkevi, tiyatrosuyla, okuma zevkini tadıp ilk gerçek sanat eserlerini okuduğumuz kütüphanesiyle, kapalı spor salonuyla gerçek bir kültür sanat merkezi.
Bir de bence en önemli yerde, tiyatro salonunun fuayesine konulmuş, çok zarif bir Atatürk Heykeli ile Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Atatürk’ün ölümü üzerine İsmet İnönü’nün yazdığı söylevin çok güzel bir bölümü idi.
Ben ve benim gibi binlerce çocuk bu tiyatro ve sinema salonuna her girişimizde mutlaka bu yazıları okurduk. Galiba ben de oradan okuyarak başından sonuna kadar ezberlemiştim. Hâlâ İnönü’nün ‘Emin ol aziz hatıran sönmez bir meşale olarak ruhlarımızı daima aydınlık ve uyanık tutacaktır’ sözleri, gönlündeki büyük Atatürk sevgisini ne güzel anlatmış diye düşünürüm.
Galiba ülkeler cumhurbaşkanından valisine hatta en küçük memuruna kadar o yurtsever, o fedakâr, o kahraman insanlar sayesinde var oluyorlar. Sonra o jenerasyon yok olsa bile, bir daha en kötü yöneticiler yönetse yıkılmıyorlar.
Nitekim Halkevi de 1950’den sonra kapatılıp yavaş yavaş yok edilmek istenmiş, tiyatro salonu (yıkılma) tehlikeli diye tahliye edilmiş, o güzel kütüphane şeref salonu, spor salonu kapatılmış ve bina kaderine terkedilmiş iken, 1980’lerden sonra Atatürk ve İnönü’nün o güzel sözlerini okuyarak büyümüş yeni bir nesil tarafından, yeniden var edilmek istenmiş, bunda da başarılı olunmuştur.
Bu gün tiyatro salonu yeniden var ve Türkiye’nin dördüncü Opera ve Balesi Mersin’de açıldı (aynı binada). Mersin Müzesi ve Şeref Salonu yeniden açıldı. Daha belki birçok bölüm sanat için açılacak. Bütün yok etme heveslerine rağmen, adı Halkevi değil belki, ama yine de o görkemli bina (işlevleriyle) var artık.
Çünkü binanın önündeki o güzel heykelin büyük insanın aziz hatırası sönmez bir meşale olarak ruhlarımızı daima aydınlık ve uyanık tutuyor. İşte 52-53 yaşımda resim yapmaya karar verdiğimde, hele Mersin Resimleri yapmaya başladığımda galiba ilk resim bu güzel Halkevi ve heykelin resmi oldu.
Sonra Mersin’deki birçok başka binanın da resmini yapmaya başladım. Eski Mersin’i değil, bugün var olan binaları ve yollarıyla mevcut Mersin’i resimlemek istiyordum. O zaman dikkatli bakmaya başladım. Mersin’de eskiden kalan ve hâlâ güzelliğini koruyan neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Atatürk Caddesi’ndeki o güzelim villalardan bir tek Mutlular’ın ve Şaşatiler’in evi eski haliyle duruyor.
Gerisi yıkılmış, beş on katlı beton olmuş. Orada bir de çok güzel bir bina var. Polis Evi olarak kullanılıyor. Fakat bakımsızlıktan perişan halde. O güzel evimiz de yakında çökecek.
Uray Caddesi’nde Azak Han gibi birçok bina yok olmasına rağmen, hâlâ güzel birçok Mersin Evi var. Fakat bir tek Topaz’ın restore edip oturduğu evle Sen Antuan Kilisesi eski güzelliğiyle ayakta. Diğer binaların hepsi yıkılsın, yok olsun diye kaderine terk edilmiş gibi. ‘İnsan geçmişine sahip çıkmazsa geleceği de olmaz’ gibi bir söz vardır, ne kadar doğru. Ben bir garip ressamım; bu hedefteki tuzum; ancak yıkılmaya yüz tutmuş, terkedilmiş bu güzel evlerin resimlerini yapıp insanların gözüne sokmak kadar olabilir. Onu da yeteneğim ve gücüm ölçüsünde yapıyorum. Fakat bazen hiçbir eski evi ve eseri kalmamış, her tarafı beton olmuş bir Mersin düşünüyorum da tüylerim diken diken oluyor. İşte kapaktaki resim bana bunları ve daha neleri hatırlattı.
Keşke şehri ve ülkeyi yönetenlere de bir şeyler hatırlatsa ve bu yapılara sahip çıksınlar”
(Doğan Akça, Kapaktaki Resim, Mozaik, Aralık 1992)
Kapaktaki resim, bir “Halkevi” betimlemesidir. Ve yazısından, resmin onun ilk yağlıboya resmi olduğu anlaşılıyor.

KİTABIN DEVAMI İÇİN BU SATIRI TIKLAYINIZ

Biyografik Bilgi

scroll to top