,

O Åžehir – Ayfer Yılmaz

Mersin-Atatürk-Caddesi.jpg

Çok ÅŸekerli, ılık limonata gibi yapışkan, iç bayıltıcı yaz akÅŸamlarını kokluyorum, ÅŸimdi habis büyümelerle devasa bir köy olmuÅŸ, o zamanlarda ise ÅŸehir bile diyemeyeceÄŸim memleketimin… Her ÅŸey Akdeniz’di… Kokuları, dinleri, inançları, insanları, evleri…
Sırtını dayadığı daÄŸlara kadar giden tüm ovanın tek egemeni Akdeniz’di. Akdeniz, insanların damarlarında dolaşır, hücrelerinin içine girer, kendi biçimini, ruhunu ve dilini verir, sonra günlük hayatı, hayatın geçtiÄŸi evleri ve bahçeleri ÅŸekillendirir ve toplamda bir koku olurdu.
Cemreler erken düşerdi sanki; anneme göre “Åžubatın onbeÅŸi kış, onbeÅŸi yaz”dı. Aylarca yürüyerek geçtiÄŸimiz kuru derenin, yatağından taÅŸarak, çevresindeki evleri, Toros’lardan kökleyip getirdiÄŸi aÄŸaçları denize sürüklediÄŸi kısa süreli azgınlığı bittiÄŸinde Akdeniz sıcağı tüm haÅŸmetiyle inerdi.

NARENCİYE ÇİÇEKLERİ
Yollarda, bahçelerde, parklarda, şehrin içinde bulabildiği her yerde, şehrin dışına doğru da büyük ormanlar şeklinde portakalı mandalina, limon ve ille de turunç ağaçları bir çiçeğe dururdu ki, hala toplanmamış sarı turuncu meyveler eşliğinde acı yeşil yapraklar arasından fışkıran o kırık beyaz gevrek çiçekleri, o şöleni, görmeniz bile gerekmezdi baharın geldiğini anlamak için. Koku, yabanıl algılamalarınızla bedeninizin ve bilincinizin tüm ücra köşelerine ulaşmış olurdu önceden.
Ä°nce, narin ama bir o kadar da kesif ilerlemesiyle bütün ÅŸehri örterdi. Silifke Caddesi- halk tipi caddesiydi kentimin üzerindeki CiÄŸerci Sait’in turunç sıkıp yediÄŸimiz kebap ve soÄŸan kokularını da, Madam Osanna’yla birlikte düğünlere katıldığımız Ä°stasyon l un oradaki Ortodoks Kilisesi’nin buhur kokularını da.

HANIMELLERÄ°MÄ°Z VARDI BÄ°ZÄ°M
Hanımelleri sınıf tanımazdı pek. Hemen hemen tüm evlerin; tek katlı derme çatma fakir evlerinin, iki katlı konağımsıların, memleketimin tek büyük caddesinde dizilmiÅŸ Rum stili gayrimüslim villalarının bahçelerini çevirirlerdi, çit gibi… Ä°klim ve toprak o kadar üretkendi ki kontrol edilemeyen uzamalarla sokaÄŸa doÄŸru kendilerini atarlar, yoldan geçen küçük kavruk çocuklara minik bir damlacık da olsa ballarını verirlerdi kokuları ile birlikte…

BÄ°R ÇİÇEÄžE ADINIVEREN ÅžEHÄ°R… KONSOLOS ÇİÇEĞİ
Bir de konsolos çiçekleri vardı çit oluÅŸturan. Zavallıları kokusuzdu, o yüzden pek itibar görmezlerdi. AÄŸaca kesmiÅŸ gövdelerini bahçe parmaklıkları boyunca dev bir yılan gibi kıvrılarak uzatırlar, küçük yeÅŸil yaprakları, yapraklarının arasına gizlenen dikenleri ve krepon kağıdından yapılmış gibi duran çiçekleriyle duvar gibi dururlardı. En çok mor, sonra kırmızı, sonra turuncu sarı konsolos çiçekleri… Bana o zaman çok kocaman gelen caddenin- Heykel’den itibaren Çamlıbel’e kadar zenginler caddesiydi Atatürk Caddesi- iki yanına dizilmiÅŸ yuvarlak kuleleri, mazgallarıyla ÅŸato gibi duran konsoloslukların bahçelerini çevirirlerdi. O yüzden memleketim ‘begonvil’ olarak bilmezdi onları. ‘Küncü’nün susam olduÄŸunu, ‘sunober’in dolma fıstığı olduÄŸunu bilmediÄŸi gibi.

TENEKE SAKSI GÃœZELLERÄ° FULLER
Fuller alt sınıf evlerin bahçelerinde peynir veya gaz tenekelerinde, kendilerince aÄŸaç olmaya çalışırlardı, ters dönmüş yumurta kabuklarının koruması altında. TaÅŸ gibi sert katmerleri ile ya saçlarını süslerlerdi yanık derili kadınların ya da Madam ÅžaÅŸati’ye keten bir tayyör dikmekte olan terzi Sarı Nebahat’ta olduÄŸu gibi, yakanın en açık yerinden memelerini… Bir de Kasaplar Çarşısı’nın ünlü kasabı Giritli Ferruz’un kulağının arkasını.

FESLEÄžENLER…
FesleÄŸenler, aynı evlerde daha küçük zeytinyağı tenekelerinde fullere arkadaÅŸlık eden top reyhanlar… Eski zaman misafirliklerinin kolonya ikramıydı sanki. Avucunuzu hafif bir okÅŸayışla mini mini yapraklarının üzerinden geçirdiniz mi eliniz saatler boyu fesleÄŸen tüterdi.

SARDUNYA…
Sardunyalar… Åžehrimden ayrıldıktan sonra gördüğüm yerlerdeki ufaklıklar sardunya ise bizimkiler ‘aÄŸaç’ tanımını hakkediyorlardı. Akdeniz’in güneÅŸi altında suyu bulduÄŸunda arsızca büyümeleri, dalını topraÄŸa diktiÄŸinde hemen tutması yüzünden kimse kibar davranmazdı onlara karşı. Rengi farklı, dili farklı, en fakir Bahçe Mahallesi’nin bakımsız yeÅŸilliklerinde büyürlerdi. HuÄŸlarda, çardaklarda oturmalarına karşın Kuyumcu Salim’in yirmiiki ayar kızıl altınlarını bileklerinden dirseklerine kadar kollarında, omuzlarına kadar kulaklarında ve mutlaka ön diÅŸlerinde taşıyan kadınların oyalı yemenilerinin üstüne takılırdı öyle dalıyla, yaprağıyla.

ONBÄ°RYUSUF
Ve toprak yolda ayakları çıplak, ÅŸehrin delisi Ammo’yu “onbironbironbir…!” diye kızdıran çocuklar taşı yediÄŸinde, o ağır, nefes alınmaz sıcağı bir bağırtı delerdi, altın ÅŸangırtılarıyla birlikte: “ LaÄŸme beyyunek!!!” Gözlerin körolsun gibi bir ÅŸeydi galiba.

KOKLAMAYA KIYAMAM…
Yaseminler; tek katlı, orta ve alt sınıf evlerin genelde girişlerinde, kapıları bütünüyle görünmez kılacak kadar büyümüş ağaçlar halinde, beyaz çiçekleriyle yukarıdan aşağı inen yıldız yağmuru gibi görünürdü. Güneş ıslak sıcağını çekerek batmaya yüz tuttuğunda yasemin tomurcukları iplere dizilir, ya bileklere takılır ya da ince genç kızların körpe, olgun kadınların tombul memelerinin arasına bir öbek atılarak terli bedenlere kokularını verirdi kendilerini feda edercesine. Zenginlerin pek itibar etmediği yazlık Halk Sineması yasemin kokardı o yüzden.
Binlerce figüranlı bilmem kaç Oscar’lı Hollywood Ben-Hur’unu, Güzel Helen’ini izlerken ya da ‘Åžeytan Ruhlu insanlar’ dan hamamlıkta kurna deÄŸil de adam boÄŸmaya yarayan bir havuz (!!!) bulunduÄŸunu öğrenirken karpuz çekirdeÄŸi çitlenirdi, kabuklar önde oturanın ensesine gelecek ÅŸekilde. Sinemayı saran yasemin kokusun altında içten içe, ancak damağınızla koklayabileceÄŸiniz hafif baharlı bir koku idi karpuz çekirdeÄŸi kokusu…

YARYOLUNU KOLLADIM
BEYAZ MENDÄ°L SALLADIM
AKASYA’LAR AÇARKEN
Akasyalar, zavallı akasyalar… Pek silik kalırlardı o koku çılgınlığında. ince zarif kokuları diÄŸer aÄŸdalı, baskın kokular arasında kendilerine bir yol bulamaz, olsa olsa, arada sırada çocuklara salkımlarından birini sunup yiyecek olurlardı.

SEFA SÜREN ÇİÇEKLERİMİZ DE OLMAZ Ml?
Gecesefaları da öyle. O yapış yapış akşam başladığında, ağaçlaşmış bedenleri ile, her biri ayrı renk cümbüşü ile açılırlar, ne kadar uğraşsalar da yasemin ve hanımelinin kendini beğenmiş başatlığıyla mücadele edemezlerdi.

KENDÄ° GÄ°TTÄ° ADI KALDI
YADÄ°GAR… ÇAMLIBEL
Çamlar, denize doÄŸru inen o yol boyu, semte Çamlıbel adını verecek kadar çoktular. Ne var ki kokladığınız ne çam kokusuydu ne de taze kesilmiÅŸ çimen kokusu… Bahçelerinde ceylanların gezindiÄŸi, yüksek çamların gizlediÄŸi yüzme havuzlarının, ancak öykülerinin dillerde dolaÅŸtığı o gizemli evlerin Avrupa’dan getirilen mimarlara yaptırıldığı söylenirdi. Suriye, Almanya, Ä°talya, Lübnan kökenli Hıristiyan ailelerdi sahipleri. Paris’ten, Beyrut’tan ısmarlanan ipekli kumaÅŸ hışırtıları arasından krem ve parfüm kokuları yayılırdı… Seçkinci yaÅŸamları bambaÅŸka bir renk, bambaÅŸka bir dünyaydı.

MANOLYA AĞACI KENT MERKEZİNDE NERDE VAR ŞİMDİ?
Manolyalar; o küçük, sıcak kasabada, küçük kavruk kız çocuklarının ulaÅŸabileceÄŸi bahçelerde olmazlardı nedense. Yerleri o Rum stili, en zenginlerin ve gayrimüslimlerin yaÅŸadığı ÅŸatoların bahçelerinin sokaktan eriÅŸilemeyecek uzak orta kısımlarıydı. Tutmak, dokunmak, sahip olmak kolay deÄŸildi. Ancak seyredilebilirlerdi. Genellikle tek başına yükselirdi çok belirgin gururuyla göğe doÄŸru. Uzun süre sadece yapraklarının acı biber yeÅŸilini sunardı seyredenlere. Sonra, sonra Haziran gelince… Küçük kızların varlığını ancak kitaplardan öğrendiÄŸi saraylarda anlatılan avizeler ancak böyle olabilirdi. Ters dönmüş yaprakların kızıllaÅŸtırdığı acı yeÅŸiller arasında, ulaşılamayacak kadar uzakta ve yüksekte, ham ipek renginde- beyazın en soylu tonunda- iri manolyalar.„ Çiçek buydu… Bir de ÅŸarkı yayılırdı büyük kentlerin ancak parazitlerle ulaşılabilinen radyolarından. ..’Koklamaya kıyamam…’

VE GÃœN OLDU DEVRAN DÖNDÃœ DERKEN…
Gün oldu, devran döndü, yaşam masal oldu. Yoksa masal mı yaşam oldu? Bilmiyorum. Geçen zaman her sorunun bir cevabının olamayacağını da öğretti zaten.
O yapışkan, şekerli, bayıltıcı sıcak ülkede kavruk küçük bir kız büyüdü. Ele avuca gelir gelmez kendi bahçesinin, kendi manolyalarının peşine düştü, onları başka diyarlarda bulacağını umarak şehrini terk etti. Yıllar süren uzun bir arayıştı bu, herkesinki gibi ve o, bulacaklarını çok farklı sanıyordu, herkes gibi. Ararken büyüdü, büyürken yaşlandı. Buldu, kaybetti, zamanla aradıkları değişti, her sıradan hikayede olduğu gibi. Çok sonra bir gün kendi masalının tek gerçeğinin hücrelerine kaydolmuş o koku çeşitlemesi olduğunun farkına vardı, arayışının başladığı o şehre geri dönmek istedi, cevapları bulmak için.

ÅžEHÄ°RSÄ°Z KALMAK…
Ne ki artık ÅŸehri yoktu… Ne insanlar onun insanlarıydı, ne sokaklar onun sokakları… Hele evler… Deniz kıyısında boylu boyunca uzanan, ÅŸehriyle denizi bir daha buluÅŸamamak üzere ayıran yüksek kale duvarlarının gölgesinde tahta perdeli kulübeleri köşkleri, konsoloslukları aradı aradı… BoÅŸunaydı. O ÅŸehir, terk edilmelere, terk edenlerin yerine aldığı göçün barbarlığına dayanamamış, kokularının hepsini de yanına alarak, yok olmuÅŸtu. Artık ÅŸehirsizdi.
İÇEL SANAT KULÜBÜ’nün Ocak-Şubat-Mart 2017 sayı 214 lı Bülteninden alınmıştır.

Biyografik Bilgi

scroll to top