,

TARİHİN EN ÜNLÜ TARSUS’LUSU: ST.PAUL – Latif BOLAT

Kleopatra-Zamanında-Tarsus.jpg

Ünlü Yunanlı Kral Byzas, sonradan Konstantinopol ve daha sonra da İstanbul adını alacak olan Byzantium şehrini M.Ö. 666’Aa kurduğunda, Tarsus 2000 yaşında bir metropoldü. O günlerdeki Kilikya eyaletinin en büyük limanıydı hem de. Yani, Bizanslılar’ın ve Osmanlılar’ın başkenti olan İstanbul, daha dünkü çocuk sayılırdı Tarsus lun yanında.
İşte böyle bir şehirde, hali vakti yerinde bir çadır imalatçısının oğlu olarak doğdu Saul. Ve özgür bir Roma vatandaşı olduğuna göre, öylesine sıradan bir çadırcı değildi herhalde. Roma İmparatorluğu’nun görkemli günleriydi onlar. Akdeniz, bugünkü Tarsusl un ortasına kadar geldiği için, gemiler yanaşabilirdi sahile. Cydnos nehrinin ağzında kurulduğu ve aşılmaz Toroslar’] yaran iki geçitten biri olan Kilikya Kapısı’nın güney çıkışını kontrol ettiği için, Hititlerden bu yana çok önemli bir merkez olarak bilinirdi. Tüm Anadolu’yu ve Avrupa’yı Orta Doğu ve Asya’ya bağlayan yolların tam merkezindeydi Tarsus. Makedonyalı General Büyük İskender’in, M.ö. dördüncü yüzyılda Orta Asya bozkırlarına kadar olan toprakları ele geçirmesinden sonra, tüm bu topraklarda ve elbette Tarsus’ta da, Yunanca ortak dil haline gelmiş ve Helen kültürü tüm bu çevrelerde yerleşmişti. Ve elbette tüm Helenistik şehirler gibi, Tarsus’un kaderi de Roma’daki siyasi kavgalarda kimden yana yer aldığına bağlı olarak, sıklıkla değişmekteydi. Hele de korsanların cirit attığı ve Roma’nın bir türlü baş edemediği Taşlık Kilikya’nın bir parçası olduğu için, Tarsus, Roma açısından çok önemli bir şehirdi.
Julius Sezar’ın bir suikast sonucu Roma’da öldürülmesinden sonra, çevresindeki düşman generalleri, imparatorluğun her köşesini kendileri için ele geçirmeye çalışırken, Tarsus’ta Mark Anthony’nin payına düşecekti. Ve tam da burada, Mısır Kraliçesi Kleopatra ile her açıdan beraberliğini ilan edecekti.

Kleopatra zamanında Tarsus

TARİHİN BÜYÜK AŞK HİKAYESİ TARSUS’TAN
Mısır Kraliçesi Kleopatra ve Romalı General Mark Antony, fırtınalı ilişkileri sırasında, Tarsus’ta tarihin en önemli buluşmalarından birini yaparlar. Bu muhteşem karşılaşma için, şimdi Kleopatra Kapısı denilen yerde, Cydnus (Tarsus) nehrinden gelen gemilerle M.ö. 40 senesinde büyük bir tören yapılır. Shakespeare7n 1606’da yazdığı ‘Antony and Kleopatra’ oyununun sonunda, bu ünlü aşk ölümsüzleştirilir. Mark Antony’nin öldürülmesinden sonra, acı içinde kıvranan Kleopatra zehir içerek intihar eder ve son söz olarak şunları söyler: “lGidin bana en güzel giysilerimi getirin, yeniden Cydnus’a, Mark Antony’yle buluşmaya gideceğim.”
ANTİKÇAĞIN FELSEFE MERKEZİ TARSUS
Siyasi olarak bu kadar önemli olan bir merkezde felsefe olmaz mıydı? Elbette ki vardı ve Tarsus her türden felsefe okulunun çok önemli kollarının bulunduğu bir yer de olacaktı. Özellikle Stoacılarl ın büyük bir etkisi vardı buralarda. Doğaldır kil Stoacılar’ın olduğu yerde Epiküryenler ve Neo-PlatoncuIar da olacaktı. Yani Tarsus’un agoralarında, çarşılarında ve taş döşenmiş sokaklarında, bu felsefe okullarının üyeleri, sıcak yaz gecelerinde sabahlara kadar sürecek tartışmalar yaparlardı. Stoacılarl ın içinde Aratos adında biri vardı ki, Stoacı i lığın kurucusu Kıbrıslı Zenon’un en iyi öğrencilerindendi. Tarsus l un okullarından yetişen felsefeciler, Roma, İskenderiye, Efes ve Atina gibi merkezlere yayıldılar. Yani bir bakıma Tarsus’un felsefe okulları, günümüzün Oxford, Harvard ya da Cambridge üniversiteleriydiler. Pers İmparatorluğu’nun da etkisiyle, tüm bunlara bir de Mithra ve Mısır’dan da Osiris dini felsefeleri eklenince, Tarsus kültürel zenginliğin ve felsefi tartışmaların odağı halinde bir Akdeniz şehri haline gelecekti. O günlerde Tarsus kütüphanesinde 200 bin el yazması kitap olduğu düşünülür. Yani Bergama, Efes ve İskenderiye şehir kütüphaneleri ile yarışacak bir zenginliktir bu. Tarsus’un yetiştirdiği en büyük filozoflardan biri olan Athenodorus Cananites, ilk Roma İmparatoru Augustoslun da öğretmeni olacaktır. Ve bu nedenle, Tarsusla özel bir statü verilecektir imparator tarafından.
ESHAB-IKEHF: YEDİUYURLARMAĞARASI
Tarsuslu Paul ile ilişkilendirilen en önemli yerlerden biri de, Tarsus’a 15 kilometre uzaklıktaki bu ilginç mağaradır. Aynı isimle Türkiye’de yaklaşık 5 tane yer vardır, Efes ve Elbistan’dakiler de dahil. Efsane şöyle gider: Tarsus’taki ilk Hristiyanlardan yedi genç adam, Romalılar’ın zulmünden kaçmak için bu mağaraya sığınırlar ve uykuya dalarlar. Gençlerden biri uyanır ve köpekleri Kıtmir ile birlikte ekmek almak için Tarsusla iner. Fırından aldığı ekmek için verdiği parayı ve gencin kıyafetinin garipliğini gören fırıncı, Romalılarla ihbar eder bu genci. Soruşturma sonunda bu yedi gencin, saklandıkları mağarada tam tamına 309 sene uyudukları ortaya çıkar. Elbette o zamana kadar, Hristiyanlık Roma’nın resmi dini haline gelmiştir. Bu gençler büyük törenlerle Tarsus’a davet edilirler ve el üstünde tutularak, mutluluk içinde yaşarlar orada!
TARSUS’TA BİR EVLİYA DOĞAR: ST. PAUL
Yani kısacası, çadırcı Saul adındaki Yahudi Tarsuslu, bir bakıma bir felsefe ve inançlar denizinin ortasında yaşamış oluyordu, İsa’nın Kudüs’te Yahudiliğe karş isyan bayrağını açtığı sıralarda. İsa’nın Yahudiliğe getirdiği eleştirilere karşı, militanca bir İsa karşıtlığı vardı Saul’de. O nedenle de Kudüs’te yaşayıp oradaki isyankar İsa taraftarlarına karşı korkunç şiddet uyguluyordu.
Ama kaderin cilvesi olacak ya, bir gün Kudüs’ten Tarsus’a dönerken, Şam civarlarında büyük bir ışık gözlerini kör eder ve İsa’nın çağrısını duyar. Hele de gözlerini iyileştiren Şamlı da bir İsa takipçisi olunca, Saul de İsa’nın sadık bir izleyicisi haline gelir ve Saul yerine isminin Latincesi olan Paul adını alır. Böylece hem Tarsus’un en ünlü hemşehrisi, hem de Hristiyan dünyasının bir numaralı misyoneri, Tarsus ve dünya sahnesinde yerini almıştır artık.
Saul, Paul olduktan sonra sonsuz bir enerji ile Anadolu’daki Yahudiler’i ve özellikle de eski Yunan dinini takip eden insanları Hristiyan yapmak için düşer yollara. 21. yüzyılın hızlı ulaşım araçları ile bile haftalarca sürecek olan uzaklıkları, çoğu zaman yürüyerek dolaşır durur. Onu bazan küçük balıkçı gemileriyle Antakya limanından ayrılıp Antalya’ya çıkarken, bazan eşeğinin üzerinde Toros dağlarının geçit vermeyen yalçın tepelerinde görürüz. Bir haritaya bakıp ta Paul’un yollarını izlemeye çalışırsanız, onun gidiş gelişlerinden ve Anadolu’yu defalarca dolaşmasından başınız dönecektir. Ama o hiç yılmaz ve yıllar süren misyoner çalışmalarına devam eder bu topraklarda. Fakat her defasında da evine, yani Tarsus’a döner.
TARSUS’UN PAUL DÖNEMİ HAZİNELERİ:
Tarsus, Paul zamanında zaten 2000 yaşındaydı ve bu uzun varlıktan birçok eser bulunmaktaydı onun çevresinde. Bugün Tarsus’u ziyaret ederseniz, tüm bu 4-5000 yıllık tarihin, modern Tarsus şehrinin tam da altına gömülü olduğunu görürsünüz. Şehrin tam orta yerinde, toprağın 3 metre altında keşfedilen Antik Yol, Paul’un Anadolu’daki maceralarına başlangıç teşkil eden bir yoldur. Bu taşlarla bezenmiş yoldan, Paul’u, bazan yaya bazan da eşeğinin üzerinde, Çukurova’nın sarı sıcağında, Toroslar’ın yüksek yaylalarına ve Kilikya Kapısı’na doğru giderken hayal edebilirsiniz. Antik Yollun hemen yanında Paul’un evinin temellerini ve Tarsus’un sıcağında size keyif verecek soğuklukta su sağlayan Paul’un kuyusunu da görebilirsiniz. Şehrin bu bölgesi zaten Bizans ve Osmanlı Tarsusu’nun da şehir merkezi olarak devam ettiği için, Osmanlı’nın taş konaklarından oluşan sokaklarında, geçen yüzyılın başına kendinizi taşıyabilirsiniz. Paul’un hatırasına 1 1-12. yüzyılda yapılmış olan St. Paul Kilisesi de sadece birkaç dakikalık yürüyüşle ulaşabileceğiniz yakınlıkta buraya. Aslında bir kere Tarsus’a geldiğinizde Gözlükule’den, Donuktaş la, Kleoparta Kapısı’ndan Roma Yolu’na, son iki bin senenin görsel kalıntılarını ziyaret etmeniz de mümkün. Böylece, St. Paul ile birlikte, bir zaman trenine biner gibi dolaşabilirsiniz bu Anadolu’nun en eski kentinde.
PAUL KENDİSİNİ HAVARİ İLAN EDER VE KABUL ETTİRİR
Paul, İsa’yı sağlığında gören biri değildir, hatta onunla son yemeği yiyen 12 havariden biri de değildir. Ama sonsuz ihtirası ile, hemen tüm o 12 havariden daha çok çalışmış ve Hristiyanlık dininin bugünkü haline gelmesinde büyük rol oynamıştır. Hatta kendisinin bir havari bile olmadığını ve bu nedenle İsa’nın öğretilerini yaymaya çalışmasının yanlış olduğunu söyleyenlere “ben İsa’yı fiziki olarak görmedim ama İsa’nın ruhu tarafından özel olarak ziyaret edildim ve bu da beni bir havari yapar”der. Yani öylesine yılmaz bir propagandacıdır. Kudüs’teki İsa’nın havarileri, Peter ve İsa’nın kardeşi Joseph, Paul’un kendi bildiğini okuyup, kendisine göre bir Hristiyanlık yaymaya çalışmasına itiraz ederler ve onu Kudüs’e çağırıp “hizaya sokmaya” çalışırlar. Ama Paul, Kilikyalı olmanın da verdiği inatçılığı ile kendi yoluna gider ve bugünkü Hristiyanlığın gerçek kurucusu haline gelir.
PAUL’UN OLAYLI EFES ZİYARETLERİ
Tarsuslu Paul, Antakya’dan başladığı Anadolu maceralarında, yirmi sene içinde Balkan toprakları da dahil binlerce kilometre yaparak tarihin en çok yürüyen misyoneri unvanını almış gibidir. Bu süre içinde Antakya, Antalya, Perge, Efes, Yalvaç, Konya, Ankara, Isparta, Karaman, Çanakkale, Patara, Fenike ve daha birçok Anadolu şehrini ziyaret ederek buradaki Yahudiler’i ve Pagan Yunanlıları bu yeni dine çağırmıştır. En olaylı ziyareti Efes’te olanıdır. Üç kere geldiği Efes’te, onun ziyaretleriyle özdeşleşen, giderek azalan Artemis tapınmadığı başına dert açacaktır. Ünlü Efes Tiyatrosu’ndaki son konuşmasında, Dimitrius adındaki Artemis heykelleri yapan bir Yunanlı demirci ustasının önderliğinde tiyatroyu basan Efesliler’in elinden zor kurtulur.
Ve bu kısa boylu, saçsız kafalı, eğik bacaklı misyoner, Efes limanındaki gemiye koşarak kaçarken, siyah renkli abasını tiyatroda unuttuğunu hatırlar, Tereddüd içinde geri dönmeyi planlarken, yardımcılarının abayı Rodos’a göndermeyi söz vermeleri üzerine gemiye zor yetişir ve bir daha gelmemek üzere Efes’i terk eder.
HRİSTİYANLIKTA SÜNNETİ YASAK ETTİREN KURTARICI!
Kendisi de, Kudüslü Yahudiler gibi Semitik ırktan gelmediği için, Roma İmparatorluğu’nda yaşayan Yunanlı ve diğer Anadolu halklarının, bu yeni dinden ne istediğini çok iyi bilir. O nedenle de, mesela Yahudiler’in alışık olduğu “erkeklerin sünnet edilmesi” geleneğinin, Yunanlılar içinde hiç te kabul görmeyeceğini çok iyi bildiği için, Hristiyanlığın temel şartlarından biri olmaktan çıkarır, Kudüs’teki Havariler’in itirazlarına rağmen. Böylece Hristiyanlık, Yahudiler dışındaki Anadolu halkı için kabul edilebilir bir hale gelmiş olur, en azından bu konuda! Bunun yanında, eski Anadolu dinlerinin birçok efsanesi, törenleri ve felsefi gelenekleri Paul sayesinde bu yeni dinde yer bulur ve Anadolu topraklarında yayılabilmesini sağlar. Yani bir bakıma Tarsuslu Paul, Anadolu halkının nabzını elinde tutan, onların ruhsal hallerini olduğu kadar tarih ve felsefelerini de çok iyi analiz edip, en uygun reçeteyi sunan bir ruhani doktor gibidir I . yüzyıldaki Roma’nın sancılı günlerinde. Onun sayesinde Anadolu, pagan inançları döneminden, tek tanrılı bir inanca atılım yapabilmiştir.
St. Paul, Anadolu’daki maceralarından sağ kurtulur ama Romalılar’ın elinde ve Roma’da M.S. 64 senesinde katledilmekten kurtulamaz. O günler Hristiyanlığın aşırı şiddet gördüğü yıllardır ve Paul gibi Tarsuslu olan Pelegia, Boniface, Marinus, Diomedes, Quiricus ve Julitte de, Tarsus’un Romalılarla verdiği şehitler olurlar. Ve hepsi de Hristiyan dünyasının evliyalığı olan Saint’liğe yükseltilirler ileriki yıllarda.
İçel Sanat Kulübü Eylül-Aralık 2015 – 209. Aylık Bülteninden alınmıştır.

Biyografik Bilgi

scroll to top