,

TARSUS GÜLEK BOĞAZI – (ANADOLUNUN KAPISI) – SEMİHİ VURAL : 4. BÖLÜM

Akköprü-1.jpg

II. Bölüm

Zamana Açılan Kapılar: Kilikia Kapıları

Kilikya’nın Kapısı: Gülek Boğazı
Yıllardan beri Gülek Boğazı ve onun gizlerinin izini süren Etem Çalışkan, bu benzersiz doğa harikası ve yakınındaki Gülek Yazıtı için emek harcıyor. Anadolu sanatındaki boğa konularına farklı bir gözle bakmadan önce, onun “Anadolu’nun ümüğü” dediği bu kutsal geçite, Kilikia Kapıları olarak anılan Gülek Boğazı hakkında yazılanlara bir göz atalım.

Etem Çalışkan Gülek Boğazı’nda (2004).

Artık 20 metre aşağıya sıkışan Deliçay / Karasu akarı! (Foto: Mustafa Tor, 2008)

Toroslar’ı Yaran Sular ve Gülek Boğazı
Adana’ya 116 kilometre, Tarsus’a 62 kilometre. uzaklıktaki Gülek Boğazı eski dönemlerden beri “Kilikia Kapısı” olarak bilinmektedir. Hitit mitolojisinde Gülek Boğazı’nı Hititlilerin denize doğru ilerlemesini sağlamak için “bir boğanın boynuzlarıyla açtığı” anlatılır.

Toros Dağları’nın “Kilikya Kapısı” diye adlandırılan ve Pozantı – Tarsus yolu üzerinde bulunan bu en önemli geçidini Haçlı seferlerini kaleme alan yazarlar “ Porta Judae” (Filistin Kapısı) olarak isimlendirmişler, Türkler ise bu boğaza “Gülek Boğazı” adını vermişlerdi. (Külek Boğazı da denir). Arap coğrafyacıların “Dark El-Selame” Kudüs Kapısı) dediği Gülek Boğazı, Helen dilinde “Kilikia Pylai”, Kilikya Kapıları (geçitleri) anlamındadır.

Gülek Geçidi aslında günümüzden yaklaşık 60 milyon yıl önce falt sonucu birbirinden ayrılan, doğuda 3726 metre yükseklikteki Aladağ ve batıda 3585 metre yükseklikteki Bolkar Dağları arasındaki Gülek Boğazı’na (1000 metre yükseklikte) sıkışıp kalmıştır.

“Doğa bu geçidi yalnızca suyu geçirecek biçimde oluşturmuştur ve her iki tarafta, 150–200 metre yükseklikte kaya duvarlar bulunmaktadır. Sel olduğu zamanlar dışında, insanlar ve hayvanlar bu akarsuyun yatağından kolaylıkla diğer tarafa geçebilirler. Ancak Tarsuslular kentlerinden başlayan ve zor geçilir tepelerin üzerinden aşarak, kapıların güney ucuna kadar giden bir araba yolu yaptıkları ve derenin batı kıyısındaki düz kayayı keskiyle yontarak, geçitte düz bir zemin elde ettikleri zaman, bu geçit önem kazanmaya başladı. Böylece Kilikia Kapıları, Kilikia’dan Toroslar’a geçen tek araba yolu (otomobil değil) oldu ve yıllarca da tek araba yolu olarak kaldı.” (W.M. Ramsay – Tarsus, Aziz Pavlus’un Kenti. s.30 )

Orta Toroslar’daki tarihsel geçit Pozantı’nın güneyindedir. İç Anadolu’yu Çukurova ve Akdeniz kıyılarına bağlayan Ulukışla-Tarsus karayolu üzerindeki bu dar, derin geçidin önemi Toroslar’ı baştanbaşa yararak Anadolu’nun Mısır’a kadar bağlantısını sağlamasıdır. Ulukışla (Rakım:1420 m.) ile Tarsus (Rakım: 24 m.) arasındaki 127 kilometrelik bu yola Gülek Yolu denir. Ulukışla’dan Tarsus’a ulaşan bu antik karayolunun rotasını Çakıt Suyu belirler. Karayolu, Pozantı’ya kadar Çakıt’la birlikte gider. Buradan sonra Çakıt Suyu rotasını artık demiryolu izler. Karayolu ise Pozantı’dan, sel yatakları arasından Tekir’e tırmanır, Bürücek, Akçatekir’e varır. Bu rotada yine yol gösteren bir akarsu olan Tarsus Berdan Çayı’nın kollarından birisi olan Gülek Suyu ya da (yazları kurusa da) Deliçay’dır. Bu çay, ilk çıktığı gözeden Elmalı Geçidi’ni aşıp, yamacında tabyaların inşa edildiği Elmalı Deresi olarak Gülek Boğazı’na sokulur. Aslında bu nokta da bir dağ geçididir. Gülek vadisi boyunca 10 kilometre kadar uzanan boğaz, en dar yerinde, Gülek Geçidi’nde 10 metreye kadar daralıyordu. Buradan inişe başlayan Karayolu, Gülek Boğazı’nı da geçerek Tarsus yakınlarına, Beydeğirmeni’ne iner.

Tarsus Çayı / Berdan – Kydnos:
Çukurova’nın batı tarafından ve Tarsus şehri yakınından geçen önemli bir çaydır. Uzunluğu 106 kilometredir. Kaynaklarını Toroslar’ın Bolkar Dağları’ndan alan Tarsus Çayı, yukarı kesiminde dağların dalgalı arazisinde akar, aşağılara indikçe dar ve derin vadiler içine sokulur, ovaya kadar böyle sürer.

Öğretmen / Yazar Hüseyin Saraçoğlu’nun
1950’li Yıllara Ait Gözlemleri
Tarsus Çayı’nın başlıca iki kolu, Kadıncık Deresi ve Cehennem Deresi’dir. Kadıncık Deresi, Toroslar’ın yüksek yerlerinden doğar. Kışın dağların bu yüksek yerleri sürekli olarak karla örtülüdür. Bu karlar, kış boyunca yerinde kaldığından akarsuya bu sıralarda bir katkıda bulunmaz. Yazın ise, sular kalker araziden dibe sızar. Bu yüzden

Kadıncık Deresi’nin yukarı kesimi sadece bir dere görünüşündedir. Asıl bol akışlı dere çok daha aşağılarda, gür kaynakları aldıktan sonra başlar. Bu kesimde Kadıncık Deresi’nin vadisi birdenbire derinleşir, boğazlar birbiri ardınca uzanır. Bu akarsu, daha aşağıda dibe batar. Daha sonra yer yer daralan vadisi içinde akar, ileride yine dibe dalar, daha ileride Yerköprü Kapızı denilen dar ve derin sarp yamaçlı vadide akmak üzere yoluna devam eder. Çok ileride Suçatı denilen yerde Cehennem Deresi ile birleşir.
Kadıncık Deresi bu derin boğazlar kesiminde, yine yüksek dağlardan inen İnköy Deresi’ni ve Gülek Boğazı’ndan inen ‘Deliçay’ı alarak büyür, yaz aylarında bile yayalara ancak yer yer geçit veren bir akarsu olur. Suların kabarık zamanlarında Yerköprü adı verilen pek daralmış ve suların battığı yerler bütün suları alamadıklarından, suların fazlası üstten aşar. Kadıncık Deresi, bol suları, dar ve derin vadisi, dik eğimi ile önemli bir su-gücü kaynağı olduğu için, burada Kadıncık Barajları yapılmıştır.

Cehennem Deresi, Kadıncık Deresi’nin batısındadır. Başlangıç yeri Bolkar Dağları’nın güney yamaçlarına uzanır. Bu en yukarı kesiminde birkaç dere ve gür kaynakla beslenir. Hemen aşağıda çok dar ve derin vadisine girer, sıra sıra birçok boğazlardan geçer, yeni kaynak sularını toplar ve biraz aşağıda son derece derin bir boğazda yerin altına dalar. Daha ileride hızlı akarak ve yer yer çağlayanlar halinde düşerek, yine pek derin ve dar boğazlardan geçer, Kadıncık Deresi ile birleşir. Her iki büyük dere birleştikten sonra artık Tarsus Çayı meydana gelmiş olur. Ovaya kadar çok yerinde dar vadilerden ve boğazlardan geçer. Ovaya çıktıktan sonra birdenbire açılır, yatağı genişler. Tarsus Şelalesi’ni oluşturup, Tarsus şehrinin hemen doğusunda akar, Seyhan Nehri ağzının yakınında, sulama nedeniyle oldukça zayıflamış bir halde denize dökülür. (Saraçoğlu, Hüseyin. Akdeniz Bölgesi – s. 218-220)

Çakıt Suyu

Körkün Irmağı ve Çakıt Suyu. Foto: Mustafa Tor 2008

30 – 40 yıl önce çocuklara Gülek Boğazı hakkında bir masal anlatılırdı. Abdullah Toroslu’nun derlediği halk efsanelerinden birinde yavrusunu arayan bir dev, Toroslar’ı ayırarak bir geçit açar kendine. Bu olsa olsa “Çakıt Devi” yani Çakıt Suyu olabilir. Çünkü Toroslar’ı yaran tek akarsu Çakıt Suyu’dur.

Ulukışla’dan Pozantı’ya kadar karayolu boyunca birlikte gidilen Çakıt Suyu başlıca iki koldan meydana gelmiştir. Toroslar’ı yaran sular orta Anadolu’ya uzanan geçişleri de sağlarlar.

Gülek Boğazı gravürü, 1850 li yıllar. (Charles – Victor Langlois. Eski Kilikya’da Bir Gezi. Çev. Mustafa Rahmi Balaban, Mersin Halkevi Yayını)

Çakıt, Ulukışla arkasındaki Pozantı Boğazı yakınındaki Porsuk Çayı ile Killik Deresi’nin karışmasıyla güçlenir. Kırkgeçit Deresi, Akpınar Suyu, (meşhur edilen “Hayat” suyu) yani Şekerpınarı ile kaynaşır. Artık Çakıt Suyu olur. Toroslar’a sokulup vadi karakterini değiştirir. Belemedik Kapızı’ndan sonra, derinleşip vahşileşen tüyler ürpertici vadi içinde ilerleyip, Hacıkırı Kapızı’na sokulur. Karaisalı yakınındaki Kapıkaya, görülmesi gereken, gökyüzünün bir yırtık şeklinde algılandığı önemli kapızdır. Demiryolu yapımı için servis yolu amacı ile zorla geçilen güzergâh sonradan terkedilmiştir.

Tarihsel Bir Bakış
“Gülek Boğazı, coğrafi konumu nedeniyle tarihte önemli olaylara sahne olmuştu. Tarihçi Ramsay’a göre Gülek Boğazı’nın kaya duvarları o kadar yakındı ki, 1833’te Anadolu’ya sefer yapan Mısırlı İbrahim Paşa toplarını geçirmek için bu kayaların bir kısmını açıncaya kadar, yüklü bir deve ancak geçebilirdi. İbrahim Paşa, Gülek Boğazı’nda kurduğu istihkâm tabyaları sayesinde Osmanlı’ya karşı koyabilmişti.

Bugünkü yoldan ovaya indiğinizde, yaylanın ürpertici rakımından, kıyının yumuşak iklimine geçtiğinizin ayırdına varırsınız. Ancak bu geçit, bu dağlar, geçmişte iklim açısından bir engel oluşturmakla kalmıyordu. Tarihte kimi zaman bu ikisi, Kilikia’nın siyasal bakımdan ve coğrafya açısından Anadolu’yla ilişkisinin kesilmesinde ve bunun sonucu olarak da güneydeki ülkelerle yakınlık kurmasında etkili olmuştur. X. yüzyılın sonlarında yaşayan Arap coğrafyacı İbn Haukal zamanında bu geçit, bu dağlar, İslam Dünyası ile Hıristiyan Dünyası arasında duvardı, XI. yüzyılda ise, bağımsız bir devletin sınırlarını oluşturuyordu.” (Seton Lloyd, Türkiye’nin Tarihi. s. 219).

Çeşitli kaynaklardan öğrendiğimize göre, Toroslar’daki ilk çalışmaların Hititler zamanında gerçekleştirildiğini anlıyoruz. Ancak Gülek Boğazı ve Hititler için yazılanlar, yapılan yorumlarla sınırlıdır. Geç Hitit Beyliklerine ait “Bolkar Madeni Kaya Yazıtı” ise müstesna bir örnektir. Hititler karışık dönemiyle ilgili bilgi edindiğimiz bu yazılı kaynak, Murşili’den yaklaşık 70 yıl sonra, MÖ 1525 yılında Hitit Devleti’nin başında bulunan Telipinu’nun ferman niteliği taşıyan belgesidir. Bu belge, adı geçen kralın kendinden önce oluşmuş olayları da özetlemektedir. Hititler’in I.Hattuşili döneminde Halep’e kadar akınlar yaptığını kendi ağzından öğreniyoruz. Telipinu’nun metinlerinde I Hattuşili için şu sözler yer almaktadır:

“Büyük Kral Tabarna, Tavananna’nın kardeşinin oğlu Hattuşa’da kraldı. Şahuitta üzerine yürüdüm, şehri yakıp yıkmadım ama dolaylarını yok ettim. Birliklerimi iki yerde bıraktım ve onlara her çeşit mal verdim. Zabbar üzerine yürüdüm ve onu yok ettim. Kentin tanrılarını ve üç Majaltun arabasını Arinna’nın güneş tanrıçasına çıkardım, bir ‘gümüş boğa’yı Fırtına Tanrısı’nın tapınağına ve dokuz tanrı heykelini Mezulla Tapınağı’na çıkardım. …Gelen yılda Alhala üzerine yürüdüm ve onu yok ettim. Gelen yılda Arzava Ülkesi üzerine yürüdüm. Büyükbaş hayvanları ve koyunları aldım.”

Hattuşili, krallığını genişletirken politik birlik sağlamaya koyulmuştu. Genişlemenin yönü ekonomik kaygılara dayalı olabilir. Çünkü Asur bağlantısının kaybı, gerekli kalay bağlantılarının da yitirilmesi anlamına geliyordu. Ve alternatif bir kaynak bulunmalıydı. Belli ki bu seçenek Babil’den, Fırat Vadisi boyunca Akdeniz kıyılarına doğru giden rotaydı. Hattuşili ve ardıllarının politikalarını belirleyen hep bu rotanın denetimi olacaktı.

O döneme ait belgelerden olup bitenler kabaca anlaşılabiliyor. Bu kaynaklara göre Hattuşili’nin ilk eylemi, başkent ve Kilikya Kapıları’nın (Gülek Boğazı) arasındaki kentlerin fethedilmesi olmuştu. Artık Kilikya Kapıları denetlenebiliyordu. (MÖ 1650). Bu kentler sağlama alındıktan sonra, Kilikya’ya inip Akdeniz’e ulaşabilirdi. Böylece Suriye – Mezopotamya dünyasının eşiğindeki bu yörede, Mersin’deki Yumuktepe gibi kaleler yaptırabilecek ve ticaret yoluna yapacağı saldırı için hazırlıklarını tamamlayabilecekti. Hedef, bu yolun sonundaki Halep’ti. Neticede (MÖ 1650-1600 arasında), Akdeniz’de bir liman olan Alalah’a ulaştı.

“Hititler’in Mezopotamya’ya, özellikle Babil’e gösterdikleri ilgi; açgözlülük değil, oldukça akılcı ekonomik ilkelere dayanıyordu.” (J.G. Macqueen – Hititler ve Hitit Çağında Anadolu s. 57)

Pers Kralı Genç Kyros
“Günümüzden 2500 yıl önceleri, doğu ülkeleriyle, Batı Anadolu ve oradan da Avrupa ülkeleri arasında karadan ulaşım, ilkçağda özellikle Gülek Geçidi, geçilerek yapılıyordu.

MÖ 400 dolaylarında Xenophon’un Anabasis’inden anladığımıza göre, Anadolu’nun doğusundaki doğal yollardan bu ulaşım için yararlanmak şöyle dursun, oralarda hangi halkların yaşadığı bile Helenlerce bilinmiyordu.” (Bilge Umar – Kilikia Gezi Rehberi. s.120.)

“…Ordunun şimdi İkonion (Konya) yolunda olduğu görünmektedir. Burada üç gün kaldıktan sonra Tyana (Bor) yolundan Gülek Boğazı’na, oradan Kilikia’ya ilerleyen orduyu, (Tarsus satrabı) Syennesis tepelerden kuşkuyla izler.” (Seton Lloyd – Türkiye’nin Tarihi. s.138-139)

Kapılar Kapatılıyor
“Kilikya’da MÖ 401 yılında Sardes satrabı genç Kyros, kardeşi Artakserkses’i tahttan indirmek için paralı askerleri toplayarak Fırat üzerindeki Kunaksa’ya doğru yola koyulur. Ancak Syennessisler Kilikya Kapıları’nı Kyros’un geçişini engellemek için kapatır ve burada Kyros’un birçok asker kaybetmesine neden olurlar.

Denizden bir tehlike gelmesi ihtimali üzerine Syennessis’in Kilikya Kapıları’nı bırakıp deniz savunmasına geçmesi üzerine, Genç Kyros’un askerleri Syennessis’in başkenti olan Tarsos’a gelerek kenti yağma ederler. Syennessis ile Kyros arasında yapılan anlaşma ile Syennessis Kyros’a ordusu için önemli miktarda para verir. Bunun karşılığında Kyros ise ülkesinin Syennessis’e ait olduğunu ve bir daha ülkesine saldırmayacağı garantisini verir. Genç Kyros kardeşi Artakserkses’e Kunaksa’da yenilir.”

İlk savaş muhabiri Ksenophon’un “Anabasis” Onbinlerin Dönüşü Kitabından Alıntılar:
“… Sonra Kilikia’ya girmeye uğraşıldı. Kilikia’ya ancak bir arabanın geçebileceği, çok sarp ve biraz direnmeyle karşılaşan, bir ordunun aşması imkânsız bir yoldan giriliyordu. Kilikialılar’ın geçidi tuttukları sırada kaldıkları çadırları gördü. Oradan, uçsuz bucaksız, görkemli, suyu bol, her çeşit ağaç ve bağlarla örtülü, susam, hint darısı, darı, has buğday, arpa bakımından bereketli bir ovaya indi. Ova her yönden yüksek sıradağlarla çevriliydi. Dağlar iki ucu denize ulaşan kesintisiz bir sur oluşturuyordu. Dağlardan inen Kyros bu ovada ilerledi. Dört günde 25 fersenk aşarak Kilikia’da Tarsos’a ulaştı. Kilikia kralı Syenesis’in sarayı bu zengin ve büyük şehirdeydi. Genç Kyros’un ordusu MÖ 401’de Konya üzerinden gelip Kilikia Kapıları/ Gülek Boğazı’nı geçerek Kilikia’ya inince Tarsos’a vardı. Kyros burada 20 gün kaldı.” (Bilge Umar – Kilikia Gezi Rehberi, s.103)

Büyük İskender
Genç Kyros’un rotasını 69 yıl sonra Büyük İskender izledi. Onun Asya Seferi sırasında MÖ 333’de yöreye gelişini ve Tarsus’ta kalışını antik yazar Arrianos anlatır. Aşağıdaki satırların yazarı Seton Lloyd biraz yorum yapıyor.

“Doğu hattı üzerindeki ana uğraklardan biri olan Ankyra (Ankara) ile ovanın gerisinde kalan Kilikia’ya doğru yürüyüşe geçmek sorun olmadı. Hatta bir gece, kendisinin yönettiği keşif harekâtı sırasında Gülek Boğazı’nın daracık geçitlerinin savunmasız bırakıldığını gördüğünde şaşırıp sevinmiş olmalıdır. Toroslar’ı geçince de cebrî yürüyüşle tam zamanında Tarsus’a varıp oradan ayrılmakta olan Persler’in kenti yağmalamasına engel oldu.

Pompei’de bulunmuş Issos mozaikinden ayrıntı.

Şafak sökerken İskender bütün ordusuyla geçitleri aştı, Kilikia’ya indi. Orada kendisine, evvelce Tarsos’un Persler’de kalması için müdafaaya karar vermiş olan (İranlı vali) Arsames’in İskender’in geçitleri çoktan aşmış olduğunu haber alması üzerine, şehri boşaltmak niyetinde olduğunu bildirdiler. Fakat Tarsos ahalisi, Arsames’in şehri evvela yağma edip sonra boşaltmasından korkuyorlardı. Bu haber üzerine İskender, atlılarıyla hafif piyadelerden en çevik olanları hemen Tarsos’a sevketti. Onun yaklaştığını öğrenen Arsames de şehre en ufak bir zarar veremeden Tarsos’tan çarçabuk Dareios’un yanına kaçtı.

İskender, birdenbire sıcak, nemli Kilikia ovasına inince, hiç düşünmeden zırhını çıkardığı gibi kentin içinden geçip denize dökülen Kydnos nehrine (Berdan Çayı) dalmış. Mevsim bahardı ama Toroslar’dan akan kar sularıyla nehir hâlâ soğuktu. Aynı hatayı yaklaşık bin yıl sonra yapan Halife Memun ölürken İskender kurtuldu.” (Seton Lloyd – Türkiye’nin Tarihi. s.161)

Seton Lloyd, Gülek Boğazı’na yeni bir terim ekliyor: Tecim Yolu
Gülek Boğazı’ndan geçen “Tecim Yolu” ve toprağın büyük ölçüde verimli olması nedeniyle ovadaki Tarsus, Adana, Misis ve Anazarbos çok zengin oldular. Ancak bu zenginlik bazı güçlerin iştahını kabartır. Hele Mersin’de yaklaşık 400 yıl etkinliği gözlenen Zephyrium kenti de dâhil olmak üzere, Tarsus, Adana ve diğer kentler birbirlerine hasmane davranıp, içsel enerjilerini zayıflatınca; üçüncü yüzyılın ortalarında (MS 260’lar),

İmparator Vallerianus Sasani krallarına esir düştü. Shapur’un ordusu Kilikia’da Toros geçitlerine kadar hemen her kentin tozunu attırır. Değerli malların depolandığı yerleri ve hazine dairelerini yağmalayıp, Zephyrium gibi yerleşmeleri tarihten siler. (Seton Lloyd – Türkiye’nin Tarihi. S.240).

Jül Sezar
“İskenderiye’den, Kleopatra’nın yanından ve yatağından gelen Caesar, Antakya’ya uğrayış sonrasında Tarsus’a geldi. Tarihe yön vermiş, ünlü “geldim, gördüm yendim” savaşı için hazırlıklarını burada yaptı. Tokat/Zile seferinin hazırlıklarına buradan başladı.” (Bilge Umar. Kilikia Gezi Rehberi – S. 116.)

Gaius Iulius Caesar ( Jül Sezar)
(12 Temmuz, MÖ 100 – 15 Mart, MÖ 44), Eski Roma’da asker ve siyasetçi, aynı zamanda en bilinen Roma Konsülüdür. Tarsus’u ilk ziyaret eden Romalı komutandır. (Sezar günümüzde iz bırakan kişiliği ile günlük yaşamımıza da girmiştir. (Örneğin: Sezaryan, Sezar salata, Jülyen Takvimi… gibi).

Galya’yı aldıktan sonra, Roma İmparatorluğu’nu Atlas Okyanusu’na kadar genişletmiş ve MÖ 55’te Britanya Adası’nı ele geçirmiştir. Büyük İskender’den sonra Antik çağlardaki en başarılı komutanlardan biri olarak kabul edilir. Roma’da tek mutlak güç olan Sezar, kendini senatoya diktatör olarak ilan ettirir. Pek çok ıslahatlar yapar. Ancak Senato’daki muhafazakâr Cumhuriyetçi grup, Sezar’ın Cumhuriyet karşıtı bir tiran olduğunu düşünmektedir. En sonunda aralarında manevi oğlu Brutus’ün de olduğu suikastçılar Galya Lejyonlarının Komutanı, Roma Konsülü, Diktatör Gaius Julius Sezar’ı senato girişinde Pompeius heykelinin yanında hançerleyerek öldürür. Sezar, yazar olarak da döneminde ün kazanmıştır. ‘De Bellum Gallacum’ (Galya Seferi Üzerine) ve De ‘Bellum Civica’ (İç Savaş Üzerine) adlı kitapları en ünlü eserleri arasındadır.

Aziz Pavlus (St. Paulus)
Gülek Boğazı’ndan geçen bir ünlü kişi de Aziz Pavlus olmalıdır. Pavlus, Antiokhia’dan Avrupa’ya geçişlerini daima Anadolu üzerinden yaptığı zorlu yolculuklarla başarmıştı.

Dünyanın ilk “kültür turisti” sayılan Aziz Pavlus’un yaptığı dört yolculuktan ikisinin rotasının Toroslar üzerinden Derbe’ye ulaştığı konusunda uzmanlar birleşirler. Aziz Pavlus’un da memleketi Tarsus’tan yukarıya, dağlara doğru çıkıp, Gülek Boğazı’ndan geçerek Derbe’ye vardığı anlaşılıyor

Aziz Pavlus Yılı
“Türkiye Katolik Cemaati Kültür ve Haber Dergisi “Marana Tha – Gel Ya Rab” da yayımlanan tanıtım yazısında, Aziz Pavlus’un doğumu- Tarsus MS 5–15, ölümü- Roma MS 67 olarak, bayramı ise- 29 Haziran olarak belirtiliyor. Papa XVI. Benedict, 28 Haziran 2008 ile 29 Haziran 2009 tarihleri arasını – Pavlus’un 2000. Doğum Günü dolayısıyla. “Aziz Pavlus Yılı” olarak ilan etmiştir. Anadolulu, Tarsus doğumlu, dünyaca ünlü hemşehrimizi iyi tanımalıyız.

Ahşap desteklerle düzenlenmiş “eski yolda” ki bir kervan

Yolun 1000 Yıl Öncesini Hatırlatan Satırlar
“Anayol, Ereğli’nin biraz doğusundan, Toros silsilesi üzerinden ve muazzam Kilikia Kapıları’ndan Çukurova’ya varmaktadır. Fakat kullanılmasının bazı sakıncaları vardı. Gülek Boğazı kolay geçilecek bir yer değildi. Yol bazı yerlerinde o kadar dik ve dardır ki, tepelere hâkim olan küçük bir birlik, ağır hareket eden bir orduya çok büyük kayıplar verdirebilir.(di)” (Steven Runcıman – Haçlı seferleri Tarihi, s. 145)

Yavuz Sultan Selim de Mısır’a giderken yine buradan geçmiştir. Mısırlı İbrahim Paşa da Anadolu’ya geçerken yine bu geçidi kullanmış ve güvenlik için geçidin her iki yanına tabyalar inşa ettirmiştir. (Tabyalar hakkında daha geniş bilgi ilerideki bölümlerdedir.)

Karçınzade Süleyman Şükrü: Büyük Seyahat
Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü öğretim elemanı Hasan Mert “19. Yüzyılın Sonlarında Çukurova” adlı araştırmasında, Karçınzade Süleyman Şükrü’nün 1907 yılında Petersburg’da yayınlanan Büyük Seyahat “ Seyahat-ı Kübra” adlı kitabındaki bölümlerden aktarıyor:

“(Karçınzade) Tarsus’tan sonra kiraladığı at sırtında Mezaroluk, Sarışeyh, Gülek Boğazı, Tekir Yaylası yoluyla Pozantı’ya ulaşır. İki yıl Pozantı’da görev yaptıktan sonra da Adana’ya geçer. Mezaroluk hanı, Toros dağlarının üzerinde oluşan vadinin ovaya bakan ağzında ‘korkunç bir orman içinde’ bulunmaktadır. Tarsus ile arasındaki mesafe, kervan yürüyüşü beş saattir. Etrafında tarihi enkazlar bulunmasına rağmen, o sırada sağlam bir han ve suyu gür bir çeşmeden başka yapısı yoktur. Dolayısıyla orada bulunanlar da hancıdan ve bir gece konakladıktan sonra ayrılan yolculardan ibarettir. Ovanın kuzeyine düşen vadiye girmeye bir mil kaldığı sırada ve yolun sağında görülen yüz metre yüksekliğindeki tepe üzerinde sonradan tamir gördüğü anlaşılan bir kale mevcuttur. Bahsedilen vadinin ortasından geçen şosenin iki tarafını, çamlar, ardıçlar ile çalı türünden kızılcık ve benzeri ağaçlardan oluşan, heybetli bir orman kaplamaktadır.

Kuzeyde bulunan Niğde kasabası yakınlarındaki Gavursındı’ya kadar iki menzil süren bu uzun vadinin güney kısmı, Mezaroluk’tan Sarışeyh’e kadar üç saat devam eder. Şosenin sağ tarafına düşen Sarışeyh, Gülek Boğazı’nın doğuda Adana yönüne ayrılan yerin başlangıcında ve üçyol arasındadır. Eski devirlerde hac yolu üzerinde bulunmasından dolayı vakfedilen büyük ahşap bir han ile ‘Sarışeyh’ adındaki velinin türbesinden başka binası yoktur.

Süleyman Şükrü Bey’in bir sonraki durağı ise meşhur Gülek’tir; Akdağ ile Sis (Kozan) dağlarının kuzeyinde ve Toros dağlarının üzerinde bulunan Gülek Boğazı dar bir geçit olup uzunlukça bir saat sürer. Bu boğazın ortasında bir çay akmaktadır, iki tarafında yükselen kayaların arasından kendiliğinden yetişen ağaçlar boğazı yemyeşil göstermektedir. Kalenin hizasından ve seyyahımızın deyimiyle ‘cehennemin veyl deresini andıran o dar ve derin mahalden’ biraz ileri gidilince, zaptiye karakolu ve posta menzili görünmeye başlar. Anadolu ile Suriye’yi birbirine bağlayan bu dar geçit, doğu ve batı kavimlerinin başlıca geçiş yoludur. Buradan I. Dara, II. Dara, Büyük İskender gibi eski çağ hükümdarları, Heraklius, Me’mun gibi ortaçağın ünlüleri ve sonraki zamanlarda da IV. Murad gibi Osmanlı padişahları geçmiş ve her geçen boğazın ortasındaki çay içine dikilmiş yuvarlak kayaya birçok resimler ve yazılar kazımıştır.

Bu dar geçitten geçtikten sonra Tekir Yaylası’na ulaşan Karçınzade derin bir nefes alır. Ancak Tekir yaylasında gözüne ilk çarpan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yaptırdığı istihkâm ve siperlerdir. Mehmed Ali Paşa’yı Müslüman kanı dökmekle ağır bir dille suçlayan seyyah, eski tarz topların barut konulan falyaları çivilenmek suretiyle bırakıldığını ve içindeki barutları çocuklar tarafından boşaltılan mermilerin dereler içinde hâlâ görülebildiğini aktarıyor. Ayrıca Tekir yaylasının bir zamanlar ceviz ağaçlarıyla kaplı olduğunu, ancak Mehmed Ali Paşa’nın toplarına kundak yaptırmak bahanesiyle köylerde yaşayanların malı olan bu ağaçları kestirdiğini ifade ediyor. (Hasan Mert – 19. yy’da Çukurova adlı bildirisinden)

Yazar, Mezaroluk’tan başlayıp Niğde sınırına kadar uzanan vadinin üzüm bağları, çam, ardıç ve katran ağaçlarıyla dolu olduğunu, göz alabildiğine uzayan ormanın av meraklıları için bulunmaz bir mekân teşkil ettiğini de vurgulamadan geçemiyor.

Son olarak, Milli Mücadele Dönemi’nde, Fransızlar’ın geçidin ilerisine geçmesi engellenerek, İç Anadolu düşman işgalinden uzak tutulabildi. Kısacası, tarih boyunca Gülek Boğazı’na hâkim olanlar, Anadolu ve Mezopotamya’ya da hâkim olabilmişlerdir.

Fransa’da “Bütün yollar Paris’e çıkar” deyimindeki gibi Anadolu’da da bütün yolların Kilikia Kapıları’nda buluştuğu gözlenebilir. Kilikia Kapıları’nın hepsi de Kilikia’ya, Mersin’e açılır. “Herkes gider Mersin’e” sözü de böyle bir düşünceden çıkmış olmalıdır.

Gülek Kalesi Büklümünden geçince, iki kaya duvar arası dar bir boğaza girilirdi. Cumhuriyet döneminde Gülek Boğazı düzeltilip şose statüsüne getirilmişti. Ardından iyileştirilip asfaltlanan karayolu, 80 yıl hemen hiç değişmeden geçit vermişti.

Otoyol yapımından önce 10 metregenişlik ve 85 metre uzunluğunda idi. 1990’lı yıllarda bu güzergâhta otoyol çalışmaları yapılarak iyice genişletilmiş, 2000 yılında altı şeritli hale getirilmiştir.

Yöreye Adını Veren Kale: Gülek Kalesi
Gülek Boğazı’nın en yüksek noktasını Gülek Beldesi’nin kuzeydoğusunda yüksek kayalık dağ kütlesi oluşturur. Burası “Kaledağı” olarak anılır. Bunun tepesinde Bizans döneminden kalan Gülek Kalesi yeralır. Gülek Kalesi’ne Gülek Beldesi’nden, orman yolundan, güney yönünden yaklaşık üç-dört kilometrelik stabilize bir yoldan ulaşılır.

Bolkar ve Aladağ kütlesi arasında, yolun üzerindeki geçidin tepesinde, Gülek Beldesi’nin kuzeydoğusundaki kale, geçmiş dönemlerde Kilikya’nın önemli kapılarından birini denetlemek ve güvenliği sağlamak için yaptırılmıştır. Evliya Çelebi, Ramazanoğulları tarafından yapıldığından söz etse de, Gülek Kalesi orta çağdan kalmış, daha sonra çeşitli dönemlerde onarımlar görmüştür. Kaleye giriş, kemerli anıtsal bir kapıdandır. Gülek Boğazı’na hâkim olan kale, oldukça düzgün taşlardan özenle yapılmıştır. Temelleri Orta Çağ’a tarihlenen kalenin, mimari plan ve taş işçiliği yüzey görüntülerinden, farklı dönemlerde iskân gördüğü anlaşılmaktadır. Kalenin surları, savunmaya zayıf noktalardan köşeli ve yuvarlak kulelerle takviye edilmiştir.

Kale oldukça tahrip olmuş durumdadır. Kuzey ve kuzeydoğusu çok sarp kayalıklar üzerinde yükseldiğinden koruma duvarına gerek görülmemiştir. Güneybatısını sur duvarları çevreler. Surlar, dairesel ve kare planlı kulelerle berkitilmiştir. 1198 – 1199 tarihleri arasında taç giyme listelerinde Gülek Lordu Smbat’ın adına rastlanır. Fatih Sultan Mehmet’in Hac yolunu güvenceye almak için, 1468 de Varsak Eşkıyası’ndan alıp içine cami yaptırdığı söylenir. Kale,1999 yılında I. derece SİT kapsamına alınmıştır.

Kaledeki “Kasım Gülek” Evi
Bu kaleden söz eden Ramsay’a göre: “Bugün bu yerin adı Gülek Boğazı’dır. Adını da üç yüz metre yukarıdaki bir kayaya tünemiş olan ve bu adla anılan Kilikialı ünlü bir aileden alır.”
Bu aile, ünlü politikacı Kasım Gülek’in ailesidir. Kasım Gülek kale içinde taş duvarlı bir yayla evi yaptırmıştı. Evin önemli ve değerli yanı, burada özel bir kütüphanesi olmasıydı. Bu ev ölümünden sonra korunamamış, çobanlar ve çapulcular tarafından dağıtılıp yıkılmıştır.

Kilikya’nın Sınırı
“Anadolu’nun ortasındaki yüksek yaylalara yaslanan Toroslar’ın; yayvan, yüksek ve fırtınalı yöreleriyle bölgenin gerçek sınırı olduğunu söylemek gerekir. Tam doğru nokta ise, tarihte Kilikia Kapıları adıyla ünlü olan dar geçidin kaya duvarındaki yazıtlarda gösterilmiştir.” (W.M. Ramsay – Tarsus / Aziz Pavlus’un Kenti – s.9)

Foto: Uğur Pişmanlık

İşte tam burada, Boğaz’ın bu kıstağında, iri bir kaya kütlesi üzerinde eski bir yazıt vardır. Kıstak şimdi otoyola dönüştürüldüğünden yanına ancak anayoldan bir merdivenle inilebilir. Yazıt yine oradadır ama yürek burkan odur ki, kuyuya düşmüş gibi durmaktadır. Şimdi orada 2000 yıllık bir dram var. Ana kaya kütlesindeki rölyef gibi çıkıntı üzerinde bulunan Latince yazıtın Türkçesi:

İMPARATOR CAESAR MARCUS ANTONİNUS, SADIK, MUTLU, YENİLMEZ AUGUSTUS, BU YOLU DAĞLARI DELEREK YAPTIRDI… -CARACALLA-

Altta yer alan iki satır Yunanca yazıtta ise Kapadokya Bölgesi ile Kilikya Bölgesi’nin sınırını belirten “Kilikya’nın Sınırı” ibaresi vardır.

Yukarıda anılan kitabenin bulunduğu noktada çekilmiş 1966 yılına ait fotoğrafta, Türkçe-İngilizce bir tanıtım tabelası olması düşündürücüdür. Bugün otoyoldan yanına inmemiz neredeyse olanaksız.
Ulu Tanrım Sana Hamdü Sena Olsun.
Bu Boğazdan Geçmemi Nasip Ettiğin İçin
İskender adına dua eden bir tabelacı tarafından mı yazılmıştı bilinmez!

V. Bölge Karayolları
Mersin – Adana – Tarsus – Pozantı – Ulukışla yolları II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine milli şoseler şebekesine alınmıştı. Bu dönemde İngilizler tarafından askeri amaçlarla Mersin – Ulukışla arasında asfalt bir yol inşa edildi. Bu yol uzun süre kullanıldı.

Mersin il sınırları içinde kalan bölümlerde yenileme ve onarım çalışmaları başlamıştı. Bu yol yapımlarının yürütülmesi için Mersin’de Bayındırlık Bakanlığı, Şose ve Köprüler Reisliği’ne bağlı Cenup Yolları Kontrol Amirliği kuruldu.

ABD yardımından sağlanan yol yapım ve bakım makinelerinin bakım ve onarımı için Mersin’de büyük bir atölye açıldı. Bu tarihten sonra ilde yol yapım ve onarımları bu makinelerle yapılmaya başlandı.

1948’e kadar ildeki yollardan yalnızca Mersin – Tarsus – Pozantı ve Adana her mevsimde geçit verebilen türdendi. Bölgeyi Gülek Boğazı üzerinden Ankara’ya bağlayan yol da aynı yıllarda yapıldı. İkinci Dünya Savaşı sonunda Tarsus – Pozantı asfaltından faydalanılarak Namrun’a gitmek için de Keşbükü yerine Bayramlı, Karageçit, Darıpınarı, Atdağı yolboyunu takip eden “yeni yol” taşıtlara açıldı.

Merkezi Mersin olan Cenup Yolları Kontrol Amirliği 1950 yılından sonra 5. Bölge Müdürlüğü adıyla Karayolları Genel Müdürlüğü’ne bağlandı.

1967 yılında Pozantı üzerinden Ankara’ya giden yolun “standartlara uygun” hale getirilme çalışmalarıyla, 1970’lerin başında asfalt kaplamalı devlet yoluna dönüştü.

Bölgenin alanı 61.683 km2 olup Adana, Gaziantep, Hatay, Mersin, Kahramanmaraş, Kilis ve Osmaniye illerinin tamamı ile Malatya, Kayseri ve Adıyaman’ın bir bölümünü kapsamaktadır. Bölge yol ağının %96’sı (5.148 km) asfalt kaplamadır.

Dünyanın en eski haritalarından Putinger levhalarından detay: Cilicia (Kilikya) Pompeipolis (Mezitli) Zephyrio (Mersin), Adana, Tarso cilicie (Tarsus) üzerindeki Monte Tauro (Toros Dağları) üzerinden aşan (Gülek Boğazı) yol güzergâhı görülüyor.

Çukurova’nın, Akdeniz’in Bekleme Odası
2008 yılının Ekim ayında yapılan “III. Tarih İçinde Mersin” kolokyumunda, çağrılı konuşmacılar arasında olan usta gezi yazarı Uğur Kökden yaptığı şiirsel konuşmada; yöreyi tanımlarken,

“Orada Toroslar’ın başında, Suriye’nin, Akdeniz’in, Çukurova’nın Bekleme Odası, Gülek Boğazı duruyor…” der.

Bildiriden bir alıntı yapalım:
“Anadolu’dan Akdeniz’e iniş!
Aksaray – Akdeniz bağlantısı, Torosların iki adım berisi;
Akdeniz yayının iç kenarı Hasan dağı, varlığını zorla hissettiren kendini dayatan ezici bir kütlesel ağırlık.
Sağda, görkemli bir tarih sayfası: Sultan Han Kervansarayı.
İskender orduları, Romalı fatihler ve işlevi belirsiz bir haç’ın kılavuzluğu altında servet düşü gören genç serüvenciler…
Hepsi de bu yorgun ve yıpranmış toprakları çiğnediler. Sınırsız bir zenginlik ya da sonsuza dek aşamak sevdası, yeryüzü kuruntuları, onları aldattı. Utandırdı.
Onlar çoktan gelmiş, geçmiş ve unutulmuşlar.
Şimdi o uzak dünün ve yenilmez sanılan tutkular ordusunun boş yere izlerini arıyorum.
Öte yandan Gülek Boğazı da Torosların ‘bekleme odası’ sayılır! Gülek Boğazı demek, bir bakıma Akdeniz demek. Belki Mezapotamya demek!
Ya da tüm gösterişi içinde koca Ortadoğu demek!
Demiryolu yolcularıyla birlikte bir harita üstünde koca bir deveboynu eğrisi çiziyor. Karaman, Ereğli, Ulukışla, Çiftehan, Pozantı, Yenice,
Adana – Toprakkale ya da Adana- Mersin.
‘Vagonlar gidiyor, Akşehir üstünden Mersin’e doğru!’
(Uğur Kökden – III. Tarih içinde Mersin Kollokyumu Bildirisi, 2008)

Bu gerçekten anlamlı bir özettir. Orta Toroslar, Anadolu’yu Akdeniz’den koparan “parantez”dir sanki. Anadolu Platosu’ndan Toros Dağları’na bakıldığında, ardında pek çok gizi barındıran bu muhteşem silsilenin yüksekliklerine insan hayran kalır. Rüzgârını, rutubetini, iklimini, Akdeniz’in tuzunu buraya geçirmez. Geçmesine izin vermez.

Orta Toroslar boyunca izlediğimiz bu yoldan ne yapsak, güneye geçmek için rahat bir kapı bulamayız. Tepeler el ele verir, ne atlı, ne yaya kimseyi geçirmez öteye. Binlerce yıldır, ne askeri ne politik hiçbir güç bu dağları kolayca aşamamıştır.

Kitabın bir sonraki bölümüne geçmek için bu satırı tıklayınız. ……………………………………..

Biyografik Bilgi

scroll to top