,

TURAN ALİ ÇAĞLAR İLE ZALALI ROMANI ÜZERİNE SÖYLEŞİ – ERKAN ÖZAYDIN

Zalalı.jpg

…Nerede doğdunuz, yaşam öykünüzü öğrenebilir miyiz?

1952 yılının Temmuz ayının 14. Günü Mersin’in Çağlarca Köyünde doğdum. İlkokulu köyümde bitirdim. Köyümün eski adı Sunturas’tır. 1960’taki pek çok yer adının değiştirildiği zaman, Sunturas adı da “Ermenice’dir” denilerek değiştirildi. Oysa, Ermeniler bu topraklara gelmeden 900 yıl önce yazlık bir başkentti orası. Santa Iras’tı adı.
Her neyse, ortaokulu Mersin, T.S.G. Lisesinde okudum. Yatılı öğretmen okulu sınavını kazanıp Mersin İlköğretmen Okulu’na girdim. 1968 yılında öğretmenliğe başladım. 10 yıl köylerde, 15 yıl Mersin kentinde öğretmenlik yaptım. 1994 yılında emekli oldum. Açıköğretim fakültesinin lisans tamamlama sınavlarını vererek Sosyal Bilgiler öğretmeni oldumsa da öğretmenlik yapmadım.
Yıllarca Toros Yörüklerinin ve yayla köylerinin halk kültürünü derledim. “Mersin ve Tarsus Halk Kültürü” ve “Tarsuslu Aşık Mahrumi” (y1) adlarında iki kitap dosyası hazırladım.
Kulübümüzün bir dergisindeki yazımı okuyan ünlü öykücü Osman şahin, “Sende Yaşar Kemal dili var. Romana ve öyküye yönelmelisin,” deyince edebiyata yöneldim. Çocuk edebiyatı yazarı, dostum Hüseyin Güney de söyleyip duruyordu bunu. 2001 yılından sonra öykü ve romana başladım. Şimdi, Zalalı’nın dışında, bir roman ve dört öykü dosyasını basıma hazırlamak için uğraşmaktayım.

Mert, yiğit bir roman kahramanını siz mi yarattınız, gerçekten böyle biri yaşamış mı?
Her ikisi de var. Zalalı’nın yarısı; sarı tabancasıyla Ulaşlı’nın silahşorlarını yıldıran büyük dedem Keşli Hüseyin’dir. Diğer yarısı, Toroslara kaçırılan bir ağa karısını tek başına kurtaran, Yalancı Ahmet adında eski bir eşkıyadır. Gerisi kurgu tabii.

Feodal düzeni (Sadık Bey-Kasım Bey Duran Ağa) geniş bir şekilde anlatmışsınız. Buna dair ayrıntılar, yaşadığınız gerçekler mi, gözlemleriniz mi yoksa okuduklarınız ve size anlatılanlar mı?
Ben ağalık düzenini yaşamadım. Çocukluğumda pamuk toplamaya inerdik Çukurova’ya. Oradaki ağaların davranışlarından kısmen bir kavram edindim. Ama asıl bilgilerimi babamdan, çevremden topladım.

Yörüklerin yaşamını yakından tanıyor olmalısınız? Onun için mi “Koca Yörük” diyorlar size?
Öyle söylüyor arkadaşlarım. İlk kez Prof. Dr. Ali Demir söylemişti bunu ve o yaymıştı çevreye. Araştırma yapacak öğrencilerini bana gönderdiğinde adımı söylemez, “Gidin, Koca Yörük’ten öğrenin,” dermiş. Ondan sonra sürdü gitti.
Yörüklüğü bizzat yaşamadım. Anamın genç kızlığı döneminde bırakmış bizim soy. Ne var ki, Yörük obalarının arasında çok bulundum.

‘Emişce’ de şaman bir otacı izler vardı? ‘Sağ elini yüreğinin üzerine koyarak selamlamak’ gibi Alevi geleneği, üzerinde durduğunuz imlerden bazıları..
Elifce’de var. Uzun Ahmet’in karısı Zarife zaten şaman soyundan gelme. Örneğin onun Zalalı’ya nazarlık verişi tam bir Orta Asya miti.
Selamlaşmak da Orta Asya kökenli. Hunları, Göktürkleri bilmem ama Oğuzların böyle selamlaştıklarını yazar tarihçiler. Daha sonra ortodoks islam bu selamlaşmayı yadırgamış, unutturmuştur. Fakat Alevi Türkmenler arasında sürerek gelir.

‘Ağzını yele versen kendi üfleyen kaval’ çaldırdınız. Yörük kültüründe müziğin yeri nedir?
Yörük kültüründe müziğin yeri kaval kadardır. Başka çalgı bilmez Yörük. Ama kavalı da konuşturur hani. Kuşağının arasından çekti de çalmaya başladı mı, dağa taşa dinletir. Kaval en sert ağaçtan yapılır. Eskiden matkap makinesi olmadığı için özel kaval burgularıyla delinirdi ustalarınca. iyi bir kaval için bir çebiç ya da teke vermek zorunda kalabilirdi Yörük.

Kuştemirli oymak reisinin kızı Eşkiyaların saklandığı, yaşadığı yerler, kalleşlikleri, soysuzlukları üzerinde dururken Aybike Hatun’un yiğitliği üzerinde duruyorsunuz. Meryem…Romanınız Anadolu kadınını yücelten bir roman sanki.
Anadolu’nun arkaik kültürlerinde olsun, Orta Asya kökenli kültürlerde olsun, kadınlar önemlidir. Erkeğiyle omuz omuza, sırt sırtadır her zaman. Fakat Arap ve Bizans inançları kadın haklarını daraltmış, önemlerini görmezden gelmiştir ne yazık ki.

Tabanca, tüfek ve diğer silahlar, mavzer, martin, sarı şeytan, çakmaklı tüfekler, gez-göz-arpacık ve atış talimi … yol kesmek, haraç almak, öşürcülük…kadim kültürün romana yansıması mı?
Bunlar yaşamın bir parçası. Halkın soyulması binlerce yıldır süregelmektedir. Öşürle, ayaniye ile, bilmem ne ile derebeyleri soyar. O doyunca devlet soyar. Ama devlet bir türlü doymaz.
Biliyor musunuz; Avrupalıların Muhteşem Süleyman dedikleri, ihtişamını anlata anlata bitiremediğimiz Kanuni döneminde tam 13 isyan yaşamıştır Anadolu. 520 milyon akçelik yıllık verginin tam 400 milyonu sarayda yenilip içiliyorken Anadolu köylüsü ekmek bulamıyordu. Bu isyanları Rum, Türk, Ermeni, Yörük tüm halklar birlikte çıkarıyor, devletten anlayış istiyor, ne yazık ki sonra da kanlı bir biçimde bastırılıyordu.
Devletin ulaşamadığı dağ aralarında, taşralarda eşkıya kıyımı oluyordu. Yüzde 99’u zalim olan bu şakilere karşı köylü korumasızdı. Anadolu’nun halk tarihi bunların ağıtları, şiirleriyle doludur okuyana.
Romandaki silahlara gelince, iyi bir araştırmanın ürünüdür o bilgiler. Yanlış bir şey yazmamak için İstanbul’daki Harp Tarihi Müzesinden bilgiler edindim.

Roman: çeşitli objelere, bitkilere, yerel kültüre ait Türkçe sözcüklerle dolu. Bu sözcükleri özel olarak biriktirdiniz mi, yoksa zaten sizde yaşayan sözcükler mi bunlar?
Yaşadığım ortamdaki objelerdi onlar. Anam şaman bir kadındı, pek çok doğa bilgimi ondan öğrenmiştim. Bir çayır mantarının yenilip yenilmeyeceğini on metreden tanırım. Bir Amerikan yerlisi kadar olmasa da, otların, çiçeklerin dilinden anlarım. Sözgelimi, romanın bir yerinde 6 tane diken adı saydım. Çocukluğumda hepsinin acısını duydum ayaklarımda da onun için iyi bilirim onları.

‘Cere’ sözcüğü. Bu roma kültüründeki Jar; kavanoz-testi gibi bir nesnenin adı. Bunu hem ördek (sağıtımda kullanılan, hastaların işedikleri kap) hem de içine bal konulan kavanoz anlamında kullanmışsınız.
Cere sözcüğünün etimolojisini araştırmış, bulamamıştım. Sayenizde öğrenmiş oldum. Çocukluğumda çok kullanılırdı cere. Bir litrelikten yirmi litreliğe kadar boy boy cere kullanırdı köylüler. Killi toprak işlenip fırınlanır, sırlı boya ile boyanıp satılırdı. İçine; tereyağı, peynir, pekmez, nohut… aklınıza ne gelirse konulurdu. Nemden, böcekten korurdu içindekini. Ne var ki, kırılgan olduğundan görece ağır olduğundan Yörüklere uygun gelmezdi o kaplar.
Ördek olarak kullandırmam ise; onun gibi ağzı geniş, o an için daha kullanışlı başka bir kap düşünmememdendir.

Yaralıların geçmişte nasıl sağıtıldıklarına ilişkin etraflıca bilgi var, bunları nereden edindiniz?
Daha önce de söylediğim gibi anam otacıydı. Hastalıkları iyileştiren kişilere bizde otacı denmez, “Ocak” denir. Ocak inancı şamanist bir külttür. Göktürk yazıtlarında “Ülken Üy” diye geçer. Yani, Kutsal Ev. Bu inanç, katı sünniliğe karşın yüzyıllardır kendini korumuş dağ köylerinde. İşte, anam da onu yürütenlerden biriydi. Yarası olan da, sarası olan da ona gelirdi. Özellikle Alevi Türkmenler daha çok değer verirdi anama. “Allah’tan daha iyi bilir hastalığımızı ablamız,”derlerdi.
Anamın sağaltımının tıbbi değeri yoktu. Birkaç ‘ürüsüm” yapar gönderirdi. Bizim karşı çıkışlarımıza da kulak verirdi. Ne var ki, kapıya gelen hastayı gücendirmek istemez, ürüsümsüz göndermezdi. En önemli ürüsümü, bizim (ocak soframızdan) bir parça ekmek yedirmekti.

Eski üretim biçimleri üzerinde de etraflıca durmuşsunuz, bu halen yaşıyor mu köylerde?
Kalmadı. Makineli tarım ve elektriğin kullanımı eski üretim biçimlerini tümden değiştirdi. “Kaçak Güreş” adlı romanımda o üretim biçimlerini ayrıntılarıyla anlattım.

Yeme içme kültürü çok genişçe yer almış romanda; sıkmalar, helvalar, külbastılar, arak, şarap, yayılan ayranlar, Sadık Bey’ ile yenen yemek, ütülen darılar, hedik, kavurga, kavurma, aklımda kalanlardan bazıları.Günümüzde bu kültür sürüyor değil mi?
Sürüyor doğallıkla. Saydığınız bu yiyecekler kolay taşınabilen, tez bozulmayan çoban yiyecekleri. O üretim ilişkisinin bir gereği yani.
Geçen yaz, genç bir karı- koca doktor geldi köydeki evime. “Tanımak istedik Zalalı’nın yazarını,” dediler. Tahin helvası getirmişler. “Romanda o kadar çok anlatmışsınız ki, çok sevdiğinizi zannettik,” diyerek önüme koymuşlardı.
Beslenme kültüründe alışkanlıkların payı çok fazla. “Kursak kavurgasını arar” diye boşa söylememiş atalar. Geçen yaz Dümbelek Düzü’ndeki Yörüklere gittim. Yeşile hasret kalmışlardır diyerek arabayı sebze, meyveyle doldurmuştum. Vardığım çadırda sıkma yapılıyordu o an. Meyve kasalarını indirip çocukları çağırdım. Çocuklar hiçbir meyvenin yüzüne bakmadı. Sıkmalardan birer tane alabilen oyun yerine koştu. Oysa, “Bir saate kalmadan biter bu meyveler” demiştim içimden.

İttihat ve Terakki’nin yaptığı yanlış işler, Enver Paşa, Sarıkamış gibi tarihi konulara, Türkler ve Ermeniler arsındaki kültürel bağlara değinmişsiniz. Konuyu enine boyuna araştırdınız mı?
Sosyal Bilgiler öğretmenliği diplomam var. Bir akademisyen tarihçi değilsem de, Sarıkamış dramını bilecek kadar tarih bilgim var. Türk Ermeni ilişkilerine gelince, Mersin ili dışında araştırma yapmadım, Ama; Tarsus-Çamlıyayla Mersin köylerinin tümünü taradım. Adana’daki gibi kanlı olaylar yaşanmamış Mersin ilinde. Barışçı iki halkın ilişkisini o kurgu üzerine oturttum romanımda.

‘Bartiz’ şimdiki Bahçe’ mi?
“Bartiz”ı (Bahçelik) anlamındadır Ermenicede. Ama bildiğimiz (Bahçe) değildir.

Eski seyahatleri, hanları, terleyen atları, posta arabalarını gerçekçi biçimde anlatmışsınız, bu bilgileriniz nereden geliyor?
Yüzyıl önceki şehirlerarası yolculuk arabalarını araştırdım. Kent tarihini bilen yaşlılara sordum. Silifke’deki yaşlılardan aldım bilgilerin çoğunu. Uzak amcalarımdan biri süvari çavuşu olarak yapmış askerliğini. Özellikle atların terlemesi, koşumu, bakımı gibi bilgileri ondan öğrendim. Kendim de yabancı değildim, çocukluğumuzda atımız vardı.

Bir de aşktan söz edelim; ‘Gözleri birbirine kenetlendi, Zalalı Meryem’in ellerini bir süre tuttuktan sonra bıraktı…’ Zalalı’nın Meryem’e olan aşkı katıksız. Bu biraz da Meryem’den kaynaklanmıyor mu?
Elbette Meryem’den kaynaklanıyor. Aşk iki yanlı olursa etkili olur zaten. Tek yanlı olursa; sonunda ya kan çıkar, ya da kişiliğini yitirir seven aşık.

Mersin’de edebiyatın yerini, ulusal edebiyat bakımından önemini nasıl değerlendirirsiniz?
Mersin’de ünlü şairler, ünlü öykücüler var. Bunlar, Mersin’i ulusal edebiyatın neresine kadar taşır bilemem. Fakat dört büyük kentten hemen sonra gelebileceği, 80 ilin başlarında olacağı inancındayım.

Sizce Mersin’de kültür sanat everensel düzeyi yakalayabilir mi?
Tabii ki yakalar. Operasıyla, sergi salonlarıyla, kültür kulüpleriyle etkin bir kent Mersin. Bunda kıyı kenti olmasının, dünya kültürlerine kapalı olmamasının payı büyük.

Özgür düşünceye önem verir misiniz? Eğitim insanı ne ölçüde özgürleştirir?
Özgür düşünceye önem verilmez mi? Bütün yaratılar özgür beyinlerden çıkmıştır. Eğitimin insanı özgürleştireceği ise görecelidir. Ezbere dayalı mollalık eğitimi kişiyi özgürleştirmez. Akılcı,ampirik eğitimler özgürleştirir.

On yıl önce Mersin nasıl bir yerdi, bugün nasıl, sizce on yıl sonra nasıl bir şehir olur?
Mersin’in 1960 yılı ve sonrasına tanığım. 23 Evler semtinden T. S. Gür Lisesi’ne dek portakal bahçeleri arasından gider gelirdik ortaokula. Şimdiki gibi ardındakilerin havasını kesen yüksek apartmanlar yoktu. Doğudan da, köylerden de göç almamıştı bu denli. Kapılar anahtar bilmezdi.
“Eski bayramların hali bir başkaydı” sızlanmasına benzemesin ama Mersin’in bugünkü durumu, kapitalist ekonominin getirdiği ucube bir sonuç. Üretilmeyen, tüketilen bir kent. Sanayileşmenin unutulduğu, kırsal kesimin kustuğu nüfusu barındırmaya çabalayan bir kent. Dün şöyle böyleydi. Bugün kötü, yarın daha kötü olacak ne yazık ki.
Lojistik merkez olacağı, Seyhan – Kazanlı turizm projesi, 2013 Akdeniz Oyunları gibi olumlu gelişmeler 800 binlik kent halkının yüzde kaçına ekmek kapısı olacaktır ki?
Son soruyu siz sorsanız;
Bu denli yetkin sorular soran bir edebiyatseverin, şimdiye kadar niçin bir öykü ya da roman kitabı yayınlanmadı?

İçel Sanat Kulübü 210. Aylık  Bülteni’nden  alınmıştır.

Biyografik Bilgi

scroll to top