Antik Dünyanın Barış Elçisi İki Kadın
KRALİÇE ABA ile KLEOPATRA
21 yüzyıl önce Rahip-krallık egemenliğindeki Olba ülkesi ile kadın yönetici Aba ve egemen olduğu bölge hakkında Anadolulu Antik Coğrafya yazarı Strabon, Geographika isimli antik eserinde söz eder:
Olba ve Aba
“Elaiussa, bölge hâkimi kralların ikametgahı olagelmişdi. O yıllarda bölge doğal olarak, kara ve deniz korsanlığına çok uygundu. Bu durum, karada dağların yüksek oluşu ve üzerlerinde geniş yaylalara ve meralara sahip olan kabilelerin oturuşundan, gemi yapımında kullanılan kerestenin varlığından ve aynı zamanda limanların, kalelerin ve gizli yerlerin oluşundandır. Bu nedenle Romalılar, burada adaleti uygulamak için her zaman yerinde bulunmayan ve beraberinde silahlı kuvvetler bulundurmak zorunda olan Romalı valiler yerine, bölgenin kralları tarafından yönetilmesinin daha iyi olacağını düşündüler.”
…”Kyinda ve Soli’nin yukarısında dağlık ülkede, içinde Teukros oğlu AİAS’ın kurduğu Zeus Tapınağı bulunan Olbe Kenti vardır. Bu tapınağın başrahibi Kilikia Trakheia’nın hükümdarı oldu. Sonra ülke sayısız tiranlar tarafından ele geçirildi ve korsanlar örgütlendirildi. Bunların yok edilmesinden sonra bu ülkeye Teukros’un ülkesi ve rahiplerin çoğuna da Teukros veya Aias adı verildi.
Fakat tiranlardan biri olan Ksenonophanes’in kızı Aba, evlilik yoluyla bu aileye girdi. Babası daha önce muhafız kılığında imparatorluğu ele geçirmişti. Daha sonra hem Antonius, hem de Kleopatra nazik davranışlarından ötürü bir lütuf olarak burayı kendilerine bağışladılar. Sonra Aba ortadan kaldırıldı, fakat imparatorluk onun soyu tarafından sürdürüldü.”
Mersin – Silifke yöresinde yaşamış, Anadolulu hırslı, güçlü bir kadın olan ve Kleopatra ile barış yapmış Olba Kraliçesi Aba’nın adı sanırız eski Anadolu dillerinden “Luvice” olmalı.
KRALİÇE ABA
Aba, döneminin yöneticilerinden, bölgede söz sahibi olmuş güçlü, entel, feminist, güzelliğini de günümüze taşımış soylu bir kraliçe. Belki de Hitit kent devletlerinin ardıllarından bir kavimin son temsilcisi idi. Ama ne olursa olsun o, Anadolulu ve bizim topraklarımızdaki kutsal Olba Rahip-krallığının kahramanlarındandır.
Ülkenin saygın kişilerinden Ksenophanes, çevresindeki birkaç kişiyle romanlara, filmlerekonu olabilecek bir hile ile muhafız kılığındaimparatorluğu ele geçirerek Tiran olur. Birkaç yıl sonra Ksenophanes’in kızı Aba ise, evlilik yolu ile hanedana girer. Kişisel politikası ile eşinin yanında söz sahibi olur, ülkesini sömürenlerle barış yaparak ünlenir, tarihe geçer. Antonius ve Kleopatra, onun nazik davranışlarına bir lütuf olarak yetkilerini onaylayıp buraları Aba’ya bağışlarlar. Roma korumasında otonom bir yönetim sağlarlar.
Mersinli öykü yazarı Bedii Demirseren Kleopatra ile Aba’yı buluşturuyor
Kleopatra İle Aba
“Tapınağın tam ortasında, yılların soldurmadığı ama tarihin yıprattığı birer sevgi simgesi olan Kleopatra ve Antonius birbirlerine yarı sarılmış halde duruyorlardı. Antonius kızgınlıktan köpürmüştü. Kleopatra ise kızgınlıktan, kinden öte hislerle doluydu. Kendisinden başka hiçbir kadının bir kentte eceliğini duyurup yönetimi eline almasını bağışlayamazdı. Hele o kentin içinde bulunduğu ülke bir süre önce, sevi geceleri bedeli olarak Antonius tarafından ona verilmişse; üstelik bu kenti kendinden çalmaya çalışan kadın kendinden daha güzelse…
Ondan çalınmaya çalışılan kent, yönetiminde bulundurduğu Dağlık Kilikia’da idi. Usu salt yatmada olan Antonius’tan yana kuşkusu yoktu; buralar onundu. Sabırsız gözleri çevreyi taradı…
Kleopatra, Antonius’un beline dolanmış kolunu kabaca iterek, ciddi bir ifadeyle, ‘Duyurucu’ya duyulmaz bir şey söyledi. “Gelsin!” demiş olmalıydı. Az geçti, Aba göründü. Tanrım bu ne güzellikti, kimdi bu kadın? Bu kadının albenisi yanında dört erkeğin paylaşamadığı kendisinin yetersiz kalan güzelliğine ağlamalı mıydı?
Dağlık Kilikia’nın, Kral AİAS’ın soyundan geldiklerini savunan rahipkrallarına başkaldıran, onların bu yöredeki egemenliğine son verip kentin yönetimini eline alan muhafız alayından Zenopanes’in kızı Aba evlilik yoluyla aileye girerek babasından sonra idareyi ele almıştı. Ne var ki Kleopatra’yı hiç hesaba katmamıştı.
ABA, şimdi onlara doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kişiyi delip geçen menekşe rengi bakışları, geceyi anımsatan döküm döküm kara saçları, mimoza sarısı tülün altından bir düş gibi görünen sedef pembesi teni, bir elinde alay edercesine salladığı zümrüt yüklü tacı…
Kendilerine doğru salım salım salınarak yürüyordu… Dolgun ve de uzun bacaklarının her kıpırdanışı, ince belinin uyumlu kıvrılışı, Tanrıları bile baştan çıkarmaya yeterdi. Onların önlerinden de (Tanrıların) sessizce iç geçirdiklerini bilircesine Kutsal Yol’u uyumlu, kendine güvenen adımlarla geçti. Dünyaya metelik vermez bir hava içinde Zeus Tapınağı’na girdi.
Aba, Kleopatra-Antonius ikilisiyle aralarında birkaç adım kalana dek yaklaştı ve de başını dikleştirerek durdu. Antonius Kleopara’dan çekinmese bu iç bayıltıcı güzellik karşısında neredeyse uzunca bir ıslık çalacaktı. Niye yadsımalı, daha işin başında o, ABA’nın bağışlanmasından yanaydı. Bu güzellik ile büyülenmişken birden Aba’nın beklenmedik bir hareketiyle kendine geldi.
Kleopatra ABA’ya “kendini savun”a benzer birşeyler söylemiş olmalı ki, genç kadın önce omuz silkmiş ardından da bir süredir elinde salladığı Tac’ı Kleopatra’nın ayakları dibine atıvermişti.
Kleopatra önce şaşkınca ağzında bir şeyler gevelediyse de sonra yüksek sesle Aba’ya bağırmaya başladı. Aba ayni şekilde yanıtlar verdi. Antonius hiçbir şey duymuyor, anlamıyordu. Sanki iki güzel kadının dalaşması karşısında paralize olmuştu.
ABA, sedef saplı bir hançerin saplanacağı yeri olan iki memesi arasını, o tozpembesi öpülesi çukuru gözler önüne sermek istercesine göğsünü örten tülü yırttı. Birşeyler haykırarak öne bir adım attı. İki kadın incitici sözlerle birbirlerinin gücünü sınıyordu sanki. İş çığrından çıkmıştı. Ölüm meleğinin sabrı taşmak üzereydi, öyle görünüyordu.
Birden iki kadın sus pus oldular. Sadece burunlarından soluyor, delici ve kızgın gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. İki kadın bu sessizlikte salt yürekleriyle tartışıp kozlarını paylaşıyorlardı şimdi. Bir yeraltı nehri gibi, dıştan görünmeden kendi kendine sessizce çağıldayarak akan bir yer altı nehri gibi…”
Öykü burada sonlanmıyor. Bitirilememiş bir öykü bu. Devamını sizlerin düş gücüne bırakıyor ve sevgili dost Bedii Demirseren’i rahmetle anıyoruz.
Şimdi sıra Mersin tarihinde gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklardan birini kuran yenilmez, yüce hükümdar Selefkos Nikator’u tanımaya geldi.
Silifke’nin Efsanevi Kurucusu
SELEFKOS NİKATOR
Aias gibi adı günümüzde de yaşayan kişi, Silifke’ye adını veren Selefkos Nikator dünya tarihinde haklı bir iz bırakmıştır. O’nun efsanevi yaşamından bazı noktaları belirtmek, Kilikia tarihi için de ilginç ve önemli olacaktır.
Büyük İskender’in 33 yaşında hastalanarak ölmesinden sonra; çocuğu olmadığı için üç generali bıraktığı topraklar için savaşmışlar ve de imparatorluk topraklarını aralarında paylaşmışlardır. Bu paylaşımda Suriye ile Anadolu’nun bir kısmı (Silifke dahil) Selefkos Nikator’a düşmüştür.
İskender’in satrabı Selefkos, imparatorluğun Akdeniz’in doğu kısımları boyunca kuzeyden güneye uzanan geniş bir kesimini egemenliği altına almış bulunuyordu.
Selefkos Nikator Babil kentini almak için 20 yıl kadar mücadele etti. Kenti elde ettiğini dönemin yöneticilerine kabul ettiremedi.
MÖ 288’de Silifke yöresini topraklarına kattı. Toroslar üzerinden Anadolu’ya girdi.
MÖ 281 yılı Eylül ayında Boğazların işgali sırasında bir düşmanı tarafından hançerlenerek öldürülmesinden sonra Silifke’yi Seleukos soyundan kişiler yönetmiştir. Yani krallık bir “Seleukos Hanedanlığı”dır.
Büyük İskender’in izinde, onun gibi bir dünya imparatorluğu, tek hükümdarlık hayali de Selefkos I. Nikator’un ölümüyle son buldu.
Selefkos I. Nikator’un yenidenkurduğu Seleukia kenti, büyük olasılıkla eski Luvi yerleşiminin yeri Harrua kenti üzerine yapılanmış olmalıdır. Kent halkı Yunan kökenli olmalarına karşın, kurulma aşamasında Pers yönetimindedirler.
Selefkos Nikator Taşucu’nda bulunan Ağa Limanı (Holmi) halkını bugünkü Silifke’nin yerine getirerek kendi adını verdiği Seleuica – Selefkiya’yı (Silifke) kurmuştur. Bu yeni kurulan kente de diğerlerinden ayırt etmek için “Seleucia ad Calycadnum” adı verilmiştir (Göksu kenarındaki Silifke). Kuşkusuz kentin tarihi daha da eskilere uzanır. Silifke, büyük olasılıkla Holmi kolonisi ve Ura kenti halkları ile kurulmuş olmalıdır.
MÖ III. yüzyıl sonlarına doğru Suriye kralı Selefkos I. Nikator zamanında, korsanların saldırılarından zarar gören Holmi halkı, kendilerinin isteği üzerine kurucusunun adıyla yapılanan komşu kente göç ettirilmişti. Aslında Selevkia adı bir yeniden doğuşun, yeniden kuruluşun, açıkçası yeniden yapılanmanın tanımlamasıdır. MÖ 294’ten itibaren Kilikia tümüyle kendi adıyla anılan imparatorluğunu kuran Selefkos I. Nikator’un eline geçti. (Sırtı Dağ Yüzü Deniz Mersin. M.H. Sayar. s 13)
Prof.Dr. Serra Durugönül, Sırtı Dağ, Yüzü Deniz Mersin kitabının “Krallar, Rahipler ve Korsanlar” adlı bölümündeki makalesinde Selefkoslar hakkında bilgi verir. Yöredeki bazı tapınaklardan söz ederken şöyle yazmaktadır: “Bazı yazılar ve arkeolojik veriler bize, Seleukoslar’ın bu süreçteki ekinsel yozlaşması konusunda yol göstermektedir. Bu yöndeki en önemli buluntu Zeus Olbius tapınağı’nın duvarında bulunmuş olan yazıttır. Bu yazıtta, Selefkos Nikator’un yaptırmış olduğu çatıların Büyük rahip Zanophanes’in oğlu Teukros tarafından onartıldığı belirtilmektedir.” (Zanophanes Kraliçe Aba’nın da babasıdır. SV)
“… Bu veriler ışığında MÖ 150’ye tarihlenen yazıtta Selefkos I. Nikator’un geriye dönük anılarak onore edilmiş olduğu görülmektedir”.
” …Şüphesiz ki kurucu Selefkos I. Nikator’un bir yerli idareci tarafından anılması Seleukosların çabalarında başarılı olduklarının önemli bir göstergesidir.”
Selefkos Krallığı, Suriye’den Hindistan’a kadar uzanan topraklar üzerine yayılmıştır. Krallığın kurucusu olan Selefkos I. Nikator tarafından pek çok şehir kurulmuştu. (Annesinin adına 5 tane Laodiceia, kendi adına 9 tane Seleucia, karısının adına 3 tane Apameia ve oğlu Antiokhus için Antiokhia adlı şehir.)
Selefkos Nikator kendi adına değişik yerlerde 9 tane Silifke şehri kurduğu halde bugün ayakta yalnız bizim Göksu kıyısındaki (Seleucia ad Calycadnum) Silifke kalmıştır. Oğlu
I. Antiokhos onu “Zeus Nikator” olarak tanrılaştırdı.
Selefkos I Nikator’un Tanrı Apollo’nun oğlu olduğuna inanılırdı Bu tanrı için Antakya yakınındaki Harbiye’de bir mabet inşa edilmişti.
Uzuncaburç’taki Helenistik anıt mezar da, büyük olasılıkla Selefkos INikator’a aittir. Selefkos Akdeniz egemenliğini pekiştirmek için önce Antakya’ya yerleşti. Buradan Anadolu içinde, Ege’deki ve Boğazlardaki Yunan şehirlerini egemenliği altına aldı. Ancak özellikle Anadolu’da işgal edilen bu şehirler, oğlu Antiokhos I.’in ölümünden hemen sonra özgürlüklerini ilan ettiler.
Seleukia, Suriye ve Mısır kralları arasında sık sık el değiştirmiş, son olarak MÖ 197 yılında III. Antiokhos tarafından ele geçirilerek yeniden Selefkos topraklarına katılmıştır. Ülke en parlak dönemini Büyük kral III. Antiokhos zamanında yaşamıştır.
Sınırları durmadan değişen ve toprakları daralan Selefkos devletinin başlıca özelliği, toprakları üzerinde yaşayan halkların ve uygarlıklarının çeşitliliğidir. Hanedanın koruduğu sadece Helenizm ilkeleriydi. Çok debdebeli bir yaşam sürülen sarayda sıkı teşrifat kuralları uygulanıyor, saray erkânı yönetim gücünü koruyordu. Krallığın her yanında, değeri hiç düşmeyen Büyük İskender’in bastırdığı gümüş ve altın paralar geçerli idi.
Anıtlar ve sanat eserleri kadar insan ortamı ve kurumlar ve kültürel öğeler değişiklik gösteriyordu. Kurulan çoğu kentler Selefkos Krallığı’nın ortadan kalkmasından sonra da yaşayarak Roma İmparatorluğu’nun önemli merkezlerini oluşturdu. Bazıları günümüze kadar inanç ve ekonomik merkez olarak varlıklarını sürdürdü.
Selefkosların efsanevi zenginlikleri, parlak saray hayatı Roma’yı etkiledi, “Stratagos Örgütü” ve “Selefkos Takvimi” Roma yönetimi tarafından benimsendi. Babil, İskenderiye ve Silifke’de eş zamanlı olarak yapılan felsefe ağırlıklı bilim ve sanat etkinlikleri eski dünyanın parlak dönemini yansıtır.
Seleukia ve yöresinde Roma’nın egemenliği, doğu orduları komutanı Pompeius’un, Anadolu’nun Akdeniz kıyılarında yuvalanmış olan korsanlara karşı yapılan MÖ 67 yılındaki etkin saldırıları ile başlamış oldu. Anadolu’da MÖ 305’ten itibaren hanedan krallık olarak hüküm süren Selefkosların hanedanlığı ve yönetimi, Pompeius ile son buldu.
Kilikia Bölgesi, Selefkoslar döneminde 241 yıl (MÖ 306 – MÖ 65) hanedanın elinde tutulmuş, 22 kral ile idare edilmiştir.
Uzuncaburç’taki Zeus Mabedi tarihi eserlerin en az yıpranmış olanıdır. MÖ 295 yılında Selefkos Nikator tarafından yaptırılmıştır.
Antik Dönemin HAC Merkezi ve Rahipler Apartmanı
UZUNCABURÇ / Olba
Silifke’den 30 km uzaklıktaki belde bugün antik kentle iç içe bir yayla yerleşimidir. Kent antik çağda Hellenistik ve Roma dönemlerine rahip krallık olan Olba Hanedanlığı’nın yerleşim yeri ve başkentidir. Ortaçağ’da, 8.yüzyılda, Olba diye anılan Diokaisareia kenti yani Uzuncaburç ile doğusundaki asıl Olba ayrı ayrı birer yerleşimdir.
Büyük İskender’in ölümünden sonra, politik mirasçılarından; zafer kazanmış Selefkos Nikator MÖ 295 yılında Kilikya’yı egemenliği altına alınca, Olba ülkesi de onun buyruğuna girmiş oluyordu. Olba kenti Uzuncaburç’un 4 km. doğusunda bir tapınak kentidir. Bu tapınakta tanrı Zeus Olbios’a (Olbalı) tapınılıyordu. Zeus Olbios Tapınağı, kule ve piramidal mezar buradaki Hellenistik dönem yapılarıdır.
Rahip hanedanlık sülalesi Teukridler yöreyi MÖ III. ve II. yüzyılda yönetmişler ve denizle bağlantı kurmuşlardı. MÖ II. yüzyıldan itibaren ise kentte Markus Antonius ve Augustus hüküm sürmüşlerdir.
Olba halkının kült merkezindeki Zeus Olbios Tapınağı Hellenistik dönemde MÖ 295 yıllarında Selefkos I. Nikator zamanında yapılmıştır. İlgili bir yazıt şöyle der: “Selefkos bir tapınak yaptırdı ve korunması için bir düzen oluşturdu”. Tapınak Hristiyanlık döneminde bazilikaya dönüştürülmüş, ahşap semerdam çatı ile doğu tarafına bir apsis yapılmış, zemine mozaikler döşenmiştir.
Roma İmparatorluğu döneminde Diokaisareia “Zeus’un İmparator Kenti / Yurdu” adını almıştır. Anadolu’nun en eski halklarının yerleşim yerlerinden biri olduğu öne sürülen kentin eski adı Prakana’dır (Luvi dilinde “Hisar yerinin ülkesi” anlamında).
Hac Merkezi : OLBA
Rahip-Krallığın merkezi Olba iken, Mut, Kanlıdivane, Korikos ve çevresi de egemenlikleri altındadır. Bu nedenle kent, içindeki Zeus Tapınağı ile çevre kentleri halklarının ibadet merkeziydi. Roma egemenliğine girdiğinde kente daha fazla önem verildi, kentin adı da yenilendi. “Zeus koruyuculuğunda imparatorlar kenti / Tanrı hükümdar kenti” anlamında Diokaisereia oldu. Tiberius döneminde (MS 14-37) Olba’dan ayrı, Diosezare adıyla otonom para basabilen bir statüye kavuştu. Bu tarihe kadar “Olbeon” yazısı taşıyan sikkelerin Roma döneminde, artık “Diokaicepeon” olarak yazıldığını görüyoruz.
Zeus Olbios Mabedi (Jüpiter Tapınağı)
Helenistik dönemde Anadolu’da Korint tarzı inşa edilen ilk tapınak olarak bilinir. Strabon’un Coğrafya isimli eserinde de anılır. Anadolu’da dört yanı sütunlarla çevrilmiş planlı, Korent başlıklı en eski tapınaktır. Günümüze kalan tek örnek olduğundan Sanat Tarihi’nde önemli bir yeri vardır. Yerli halkın çok tanrılı tapınma yeri olarak kullanılan yapı V.
yüzyılda Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla bazı değişiklikler yapılarak kiliseye çevrilmiştir. Tapınağın çevre duvarı üzerinde
önemli bir kitabe vardır.
Uzuncaburç Kule Binası
Rahipler Apartmanı: Kente adını veren Uzuncaburç kule yapısı kentin kuzeydoğusunda denizden 1184 metre yükseklikte inşa edilmiştir. Yaklaşık 16×12 metre ölçülerinde kareye yakın bir plana oturan yapı 22,50 metre yüksekliğindedir. Kesme taş merdivenle çıkılan 5 katlı bina toplam 15-20 odadan oluşuyordu. Sanat Tarihçisi Nezih Başgelen’in tanımıyla dünyanın ilk toplu konutu ve ilk apartmanlarından biridir. Bu yüksek yapıda, her odada dört- beş kişi kalabileceğini düşünürsek, yaklaşık 80-100 kişinin kalabileceği günümüzün apartmanlarının atası sayılabilir. Odaların tapınak rahiplerince paylaşıldığı üzerindeki yazıttaki uzun listeden anlaşılmaktadır.
Ayrıca kapı üstü kemerinde 3. ve 4. taş örgü sırasında nakşedilmiş triskeles amblemli yazıtla, Kanlıdivane ile bir bağ kurulabilir. Yine burç kapısının üzerinde iki satırlık ikinci bir yazıttan yapının yapımından yaklaşık 500 yıl sonra restore edildiği bildiriliyor. Yapının üzerinde görülen “Eyalet valisi Sayın Petronius Faustinus’un emriyle” yazısı, MS III. yüzyıl sonlarında yapılan bir onarımdan söz etmektedir.
Piramidal Çatılı Helenistik Anıtmezar: Tiyatro önünden güneydoğuya baktığımızda karşı tepenin üstünde yükselen piramit çatılı Helenistik çağdan kalma anıt mezar görülür. Yüksekliği 16 metre olan ve 5×5 metrelik kare plan üzerine inşa edilen yapının 0.80 metrelik gizemli sürme taş kapısı güney yönündedir. Taş döşemeli ve penceresiz olan mezar odasının tavanı kubbe şeklindedir. Dor tarzında inşa edilen yapı, çevrede tek örnektir. Büyük olasılıkla bu Anıt Mezar, Selefkos Nikator’a aittir. Günümüze kalan bu nadide eser 2300 yıllık bir tarihi gizemi de bize ulaştırmış görülüyor.
Roma Dönemi Yapıları: Sütunlu cadde, tiyatro binası, tören kapısı, anıtsal çeşme, şans tanrısı Tykhe Tapınağı ve üç girişli kent portiği hep Roma dönemi yapılarıdır.
Sütunlu Cadde: Ortalama 10 metre genişliğindeki bu Roma caddesi en geniş yerinde 10.40 metreye ulaşır. Tiyatro önünden batıya doğru uzanan cadde Zeus Tapınağı’nın kuzey-batı köşesinde, kent kapısından gelen ikinci cadde ile kesiştikten sonra, Tykhe (şans tanrısı) tapınağında son bulur. Mimari parçalarının yok olduğu, sütunlarının ise yerlere devrilmiş görüldüğü cadde üzerinde yan yüzleri yazılı, desenli, dekoratif işlemeli heykel kaideleri ve tabanlıklar ilgi çekici parçalardır. Antik tiyatro, tören kapısı, anıtsal çeşme ve Zeus Tapınağı gibi ana yapılar hep bu cadde üzerinde sıralanırlar. Sütunlu ana caddeden Zeus Tapınağı’na giden yolun iki yanında yer alan devşirme yontular arasında çeşitli bitki ve hayvan figürleri ile süslenmiş “kornişler”, “firizler” ve yüksek kabartma kadın formunda bir lahit (sandık mezar) kapağı ilgi çekicidir.
Tiyatro Binası: Sütunlu caddenin güneyinde, mimari olarak araziye uygun yerleştirilmiş tiyatronun, iri taşlarla yapılan oturma bölümleri yaklaşık 2000 seyirci kapasitesindedir. Dört ayrı dik merdivenle seyirci ulaşımı sağlanmıştır. Her iki uçta çıkışlar yer alır. 1993 yılında yaptırılan temizlik kazısı sonunda belli başlı mimarlık parçaları bulunmuştur. Kentin tiyatro binası bölgedeki en büyük tiyatro olması bakımından önemlidir. Burada bulunan bir kitabeden, (161-180) yılları arasında ülkeyi birlikte yöneten Roma imparatorları Marcus Auerilius ve Lucius Verus’un dönemlerine ait olduğunu anlıyoruz.
Tören Kapısı: I. yüzyılın II. yarısına tarihlenen sağlam ve gösterişli Roma dönemi yapısı, 15.30 m uzunluğunda, 8 m genişliğindedir. Sütunlu ana cadde ve karşısındaki Roma kapısı ile bütünleşmektedir. Yörede sütunlardan başka arşitrav, firiz ve korniş gibi üst yapı elemanlarıyla günümüze kalabilen türünün tek anıtı sayılır. 6.75 metre yüksekliğindeki kapıyı, tabanı 1.05 metre olan kolonlar taşımaktadır. Kolon gövdelerinden çıkan konsollar Roma imparatorları ile yerel yöneticilerin heykellerini taşımaktaydı. Aslında yapının altı sütunlu olduğu varsayılır.
Anıtsal Çeşme (Nymphaeum): Tören kapısının batı yönünde, sağ tarafta yeralır. Çeşme yapısının her iki tarafında bulunan 4,5 metre uzunluğunda ve 3,5 metre genişliğindeki iki oda bekçi ya da su satış ve dağıtım görevlisine ait olmalıdır. Lamas Deresi’ni oluşturan Aksıfat kolundan alınan su 115 kilometrelik kayalara oyulmuş, tünel ve kanallarla yapılmış suyolu ile “Uzuncaburc”un yanındaki dinlenme havuzuna getirilmiştir. Bu dağıtım havuzundan geçen su anıtsal çeşmeden halkın kullanımına sunulmuştur. 17 metre uzunluğunda ve 11 metre genişliğindeki çeşme Roma dönemi yapısıdır.
Şans (Tyke) Tapınağı: Tapınak I. yüzyıla tarihlenir. Şans ve Kader Tapınağı’nda görülen kolonlar çevrede bulunmayan, dışarıdan getirtilmiş olduğu anlaşılan granit cinsi taştandır. Bu tapınakla ilgili olduğu varsayılan ve British Museum’da bulunan bir kitabede: “Obrimus ve Kyria’nın oğlu Oppius ve eşi, Leonides’in kızı Tyche tapınağını kente armağan etti” yazılıdır.
Kuzey Şehir Kapısı: Zeus Tapınağı’nın kuzeybatı köşesinde ve kuzeye yönlendirilmiş ikinci bir cadde görülür. Bu ikinci sütunlu caddede kentin 12 metreye erişen, 1.5 metre genişliğindeki üç geçişli anıt yapısı (Portik), mimari güzelliğinin yanısıra, izlerinden de anlaşılacağı gibi eskiden taş konsollar üzerinde pekçok heykel taşımakta idi. Kapı kuzeyden girişte, ana geçişin sağ yanında, yerden itibaren dördüncü sırayı oluşturan ilk iki blok taşın üzerindeki altı satırlık yazıttan dolayı ayrı bir önem arz eder. Bu kitabede depremden zarar gören kapının, Roma İmparatorları Arcadius (395-408) ile Honorius’un (395-423) birlikte yönetimleri sırasında tamamının onarıldığı anlatılmakta ve kentin isminin “Diokaiserea” olduğu kaydedilmektedir.
Meduza Başlı Sanduka: Zeus Tapınağı’nın kuzeybatısındakı duvarın önünde görülen ve soylu bir kişiye ait Lahit 2.55 metre uzunluğunda, 0.90 metre genişliğinde ve 1.00 metre yüksekliğindedir. Köşelerindeki koç başları, ortalarda boğa başı ve üzüm salkımı ve çiçeklerden işlenmiş kolye ile özgün bir dekorasyon sergilemektedir. Kolye üzerinde üç başlı, yılan saçlı ejder Medusa kabartması ilgi çekicidir.
Kiliseler: Hıristiyanlığın bölgede yayılmasıyla, Zeus Tapınağı kiliseye çevrilmiş, bunun yanında yine bazilika planlı üç kilise daha inşa edilmiştir. İmparator Selefkos Nikator sağlam bir isim ve ünlü bir kent bıraktı. Kendinden sonra çok sevdiği oğlu Antiochos tahta geçti. Bu baba oğulun aynı kadınla evlenme gerçeği ise, tam bir mitolojik öyküye dönüşmüştür.
Üvey Anasına Aşık Prens
ANTİOKHOS ve STRATONİKE
Antik Çağ yazarlarının Karia’da bir kent olarak isminden söz ettiği Stratonikeia kenti, Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı Eskihisar köyündedir. Günümüzde Yatağan Termik Santralının kurulmuş olması çevreyi olumsuz etkilemiş, çıkan zehirli gaz vs. dolayısıyla köy terk edilmiştir.
Plutarkhos’un belirttiğine göre kent ismini, yaygın bir mitolojik öyküye göre genç ve güzel bir kadın ile onun coşkulu aşkından almıştır. Öte yandan antik yazar Appian da, Selefkos’un genç karısı Stratonike adına bu kenti kurduğunu ileri sürmektedir.
Selefkos Nikator, Büyük İskender tarafından 325 yılında Buhara Hanedanı’nın kızı Apameia ile evlendirildi.
Ancak Apameia ölünce Selefkos Nikator yeni bir eş arayışına girer. Kilikia eyaletinde Stratonike isimli, güzelliğiyle ün yapmış olan bir kız yaşamaktadır. Stratonike’yi gören Selefkos Nikator onunla evlenmek ister. Bu sırada kızın, oğlu Antiokhos ile çılgın bir aşk yaşadığını bilmemektedir. Stratonike kralla evlenmek zorunda kalır. .
Düğünün hemen ardından Antiokhos hastalanır, yataklara düşer. Hastalığına hiçbir hekim çare bulamaz. O sırada kente gelen ünlü bir Mısırlı hekim olan Herostratos saraya çağırılarak hastayı bir de onun görmesi istenir.
Mısırlı hekim Herostratos, günlerce uğraşır ama, hastalığın tespitini ve tedavisini bulamaz.
Bir gün Stratonike hastanın odasına girer, o anda Antiokhos’un yüzü kızarır, kalbi daha hızlı atmaya başlar. Bu durumu gören, iki sevgilinin bakışmasından bir şeyler sezinleyen hekim, Stratonike odadan çıkar çıkmaz Antiokhos’u sıkıştırır ve gerçeği öğrenir.
Bu durumu krala nasıl söyleyeceğini bir türlü kestiremeyen hekim Herestratos bir gün Selefkos’un huzuruna çıkar. Kral ile hekim arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir: “Kral Hazretleri, oğlunuzun hastalığının ne olduğunu anladım. Oğlunuz benim karıma aşık olmuş ve o yüzden de yataklara düşmüştür.”
“Benim sevgili oğlumdan karını esirgeyecek misin? Oğlumu kurtarmalısın.” “Kralım, siz kendinizi benim yerime koyun. Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?”
“Oğlum, benim karımı sevmiş olsaydı hiç düşünmez verirdim. Çünkü Antiokhos benim her şeyimdir.”
Hekim de zaten böyle bir anı kollamaktadır: Hemen yanıtını verir:
“O halde size gerçeği söylemeliyim. Oğlunuz Kraliçe Stratonike’ye aşıktır. Siz onunla evlenmeden önce de birlikte büyük bir aşk yaşamışlar.”
Kral son derece şaşkın bir halde; “Peki o halde evlensinler” der ve Stratonike’yi boşayarak oğluyla evlendirir. Kısa bir süre sonra tahtını da oğluna bırakır.
Bizlere ulaşan mitolojik öykü böyle… Ama devamı da var tabii. İşte bu Antiokhos, uğruna babasının kaybettiği güzeller güzeli sevgilisi Strotonike’nin adına Stratonikeia adlı kenti kurmuş.
Bu olaya değinen Bizanslı Stephanos MÖ 281-26 1 yılları arasında kentin kurulduğunu söylüyor. Plutarchos da Kral Seleukos’un karısı Stratonike ile oğlu Antiokhos’un yaşadıkları aşka değiniyor ve şöyle diyor: “Baba kral, genç karısı ile oğlu arasındaki gelişen gizli aşkı öğrenince (M.Ö. 294) karısından ayrılmış ve her ikisini de ülkenin kuzeyine göndermiştir”.
STRATONİKEİA KENTİ
Gezgin ve yazar Strabon’a göre çok güzel yapılarla donatılan kent MÖ 197’de Rodos’un oldu. MÖ 167 yılında Roma senatosu Karia’nın bağımsızlığına karar verince kent özgür kaldı.
Kentin akropolü güneydeki dağın tepesindedir. Bu tepenin çevresi bir surla çevrilmiştir. Kuzeyinde, yamaç üzerindeki bir teras üzerinde şimdiki karayolunun hemen altında bulunan bir yazıttan anlaşıldığına göre, imparator için yapılmış küçük bir tapınağın kalıntıları vardır.
Bunun aşağısında da büyük bir tiyatro yer alır. Sahne binasının kalıntıları, yapılan kazılarda büyük ölçüde ortaya çıkarılmıştır. Kent surlarla çevrilmiş olup, bugün kent surlarının yalnızca önemsiz uzantıları görülmektedir. Yerleşim alanının kuzeydoğu köşesinde, büyük kesme taşlar ile kireç harçtan örülmüş güçlü bir kalenin yıkıntıları vardır. Yapı, büyük kesme taşlar ile kireçli harçtan örülmüştür. Yapının onarım gördüğü diğer yapılardan alınma yazıtlı taşlar ve sütun gövdelerinden anlaşılmaktadır.
Kentin kuzey kenarındaki ana giriş kapısı büyük bloklardan oluşmaktadır. Geniş ve ince taş duvarcılığı ile örülmüştür. Bu kapının üzerinde kemer olduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır. Kapı iki girişlidir. İki kapı girişi arasında bir anıtsal çeşme yapısı yeralır. Kapıdan sonra sütunlu bir alanın ve yolun varlığı görülmektedir.
Kentin tam ortasında, bouleuterion bulunmaktadır. Bouleuterion kent meclisinin toplandığı, tiyatro benzeri küçük bir yapıdır. Bu yapının hemen batısındaki tek başına duran kapı bu alanın giriş kapısıdır.
Kentin batısında, Antik Yunan ve Roma’da gençlerin düşünsel ve bedensel yönden eğitildikleri, öğrenim gördükleri, spor etkinliklerinde bulundukları gymnasion denilen yapı bulunmaktadır.
Antik kentin bir diğer özelliği terk edilmiş Eskihisar köyü ile içice geçmiş durumda olması. Bir köy düşünün: camisi, kahvesi ile evlerinin kapı ve pencereleri çivilenip terk edilmiş… Dar sokakların arasında ise binlerce yıl önce terk edilmiş Stratonikeia yapıları vardır.