,

Antik Kilikya Öyküleri (11. Bölüm)

Sarpedon-3.jpg

Athena’dan Meryemlik’e İlk Kadın Azize
AYA TEKLÂ

Silifke-Taşucu karayolundan kuzeye sapıldığında,1.5 kilometrelik antik bir yoldan, bir Hıristiyan inanç merkezi olan, Aya Tekla’nın makamına ulaşılır. Yazar Celâl Taşkıran, bu alanı “Azize Teklâ Şehitliği” olarak tanımlıyor.

Azize Tekla (A.Bozkurtoğlu. 55×40 cm tuval üzerine karışık teknik)

Halk ise burayı “Meryemlik” adıyla anıyor.
İnanç merkezine adını veren Aya Teklâ, Hıristiyanlığın önemli azizelerinden olup, Tarsuslu Aziz Pavlus ‘un öğrencilerinden biridir. Konya’da Aziz Pavlus’un vaazlarından etkilenmiş, çeşitli serüvenler yaşamış ve MS yaklaşık 55’de Silifke’ye yerleşmiştir. Hz. İsa’nın öngördüğü dinin yayılmasında, tanıtımında önemli ve kutsal bir kişi olmuştur.

Azize Teklâ Söylencesi
Teklâ = Parıldayan, ışıldayan, anlamındadır.
Aziz Pavlus konuşmacı olarak gittiği Konya’da, Onesiphoros’un evinde yeni dini anlatmaktadır. Komşusu 17 yaşındaki Teklâ nişanlı güzel bir genç kız olarak evinde evliliğe hazırlanmaktadır. Aziz Pavlus’un konuşmalarından çok etkilenip nişanlısından ayrılır. Ancak annesi ve nişanlısı Aziz Pavlus’ü ihbar edip şikayette bulunurlar. Pavlus Konya Valisi Cestilius tarafından zindana atılır. Teklâ cesaretle zindana onu ziyarete gider. Zindancıya gümüş bir ayna hediye ederek tutsak Havari’ye ulaşır. Aziz Pavlus’u ziyaret ederek, önünde diz çöküp zincirlerini öper.
Olayın duyulmasıyla Aziz Pavlus kentten kovulur. Teklâ ise yakılarak ölüm cezasına çarptırılır. Ancak başlayan mucizevî müthiş bir yağmur ateşi söndürür, kenti sel alır. Böylelikle ölümden kurtulan Teklâ, şehir mezarlığında saklanan Aziz Pavlus’u bulur, birlikte olmak ve ayrılmamak
için saçını kestirip, erkek gibi giyinir. Birlikte Yalvaç’a giderler. Aksilikler Teklâ’nın peşini bırakmaz. Burada Aleksandros adında soylu bir kişi ona âşık olur. Bu ona daha büyük bir dert olur ve kentin arenasında yırtıcı hayvanlara atılır. Ancak hayvanlar Teklâ’ya dokunmaz, hatta onu korurlar. Bunun üzerine Yalvaç Valisi tarafından serbest bırakılır.
Bir yolunu bulup kaçan Teklâ, Pavlus’u bu kez Demre’de (Myra) bulur. Başından geçenleri anlatır. Onunla vedalaşır ve Konya’ya (İconium) geri döner. Daha sonra, Teklâ, Silifke’ye (Seleucia ad Calycadnum) gelir. Meryemlik’te sığındığı mağaradan yöredeki inançlı insanları aydınlatır.
Yıllar boyunca münzevi yaşamında hastalara şifa olur. Bu durum, hekimlerin kıskançlığına sebep olur. Bir ihbar üzerine Hristiyanlığa karşı çıkan Paganlar tarafından öldürüleceği sırada, yaşadığı mağaranın köşesine doğru yönelir, mağaranın derinliklerde kaybolur.

Azize Teklâ’nın Tarihçesi
Azize Teklâ’nın içinde yaşadığı mağara, onun yokluğundan hemen sonra, döneminin Hristiyan Silifke halkı tarafından kutsal sayılmış ve gizli toplanma ve tapınma yeri olarak kullanılmıştır. Aya Teklâ’nın nerede öldüğü ise bilinmiyor.
Roma İmparatoru büyük Konstantin’in Milano Fermanı ile Hristiyan halkına inanç özgürlüğü tanınmasından (MS 313) sonraki yıllarda kutsal alan, ünlü kişilerin ve Silifke halkının Azize Teklâ için yaptırmış olduğu çeşitli kilise ve kutsal yapılarla donatılmıştır.
376- 379 yılları arasında Şehitlik, Kappadokya’dan Nazians’lı peder Gregor tarafından ziyaret edilmiştir. Aynı şekilde 389 yılında Bordeaux (Fransa)’dan Egeria (Silvia) , Hacca gittiği Kudüs’ten ülkesine dönerken, Tarsus’ta kalmış ve buradan üç günlük bir yolculukla Silifke’ye gelerek, Azize Teklâ’nın Şehitliğini ziyaret etmiştir. Egeria, tuttuğu günlük notlarında, Şehitliğin günlük yaşamı ve dinsel yapılarını ayrıntılı biçimde anlatmıştır.
V. Yüzyıl ortalarında yaşamış olan Seleucia Başpiskoposu Basileios, “Azize Teklâ’nın Yaşamı ve Mucizeleri” adlı kitabında Azize’nin savaşım dolu yaşamını ve elliye yakın mucizesini duygulu bir biçimde kaleme almıştır.

Silifke yakınındaki kutsanan bu Azize kimdir, Aya Teklâ nereden gelip burayı mesken tutmuştur? Mersin çevresinde anılan, ayrıntısı pek bilinmeyen ama bize tanıdık gelen bu Azize için yaptırılan kutsal alan ve “Meryemlik” adıyla ziyaret ettiğimiz Aya Teklâ’yı tanımaya çalışalım. 2000 yıl öncesinin bu kutsal kadınıyla bulduğumuz bilgilerle oluşturduğumuz hayali bir ropörtajı aşağıda sunuyoruz:
Semihi Vural: Sayın Azize Teklâ, yıllardır biz size, siz bize bakarsınız, bu güne kadar karşılıklı görüşmemiz olamamıştı. Siz kimsiniz ve bizim Silifke’de işiniz ne?
Azize Teklâ: Bu ülke hepimizin, ben 2000 yıldan beri buradayım. Sizlerin gelişi ise yaklaşık 700 yıl kadar oldu. Ayrıca beni bu günlere ulaştıran ve insanlara tanıştıran da yine sizlersiniz. İnsanların iyiliği için adadım yaşantımı; ölümümden yıllar sonra da anılarda yaşıyorum.
S.V. – Sayın Azize Teklâ siz nerelisiniz neden ve ne zaman buraya geldiniz?
Teklâ: Aslında ben Konyalıyım, İsa’nın 38. yılında orada doğdum. Ama Hazreti İsa’nın öğretilerini anlatan yine sizin hemşehriniz Aziz Pavlus’un söylemlerinden etkilenip, o inancın etkisinde kaldım. 17 yaşımda Konya’dan ayrılmak durumunda kaldım.
S.V. – Sayın Azize Teklâ, ne oldu da Konya’dan ayrılıp buraya geldiniz?
Teklâ: Nişanlımla evde otururken komşumuz Onesiphoros’un evindeki söyleşileri penceremden dinliyordum. Pavlus Efendi’nin konuşmalarından çok etkilendim. Nişanlımla ayrı düşündüğümüz için ayrıldık. Nişanlımla annem bir olup Aziz Pavlus’u ve beni valiliğe şikâyet ettiler. Vali Cestilius onu tutuklatıp zindana attırdı. Ben de zindana gidip, zindancıya gümüş aynamı rüşvet verip onu ziyaret edip önünde diz çöktüm. Olay açığa çıkınca Aziz Pavlus’u kentten kovdular, bana da çok kızdılar. Kadın olduğum için benim cezam daha ağırdı; Yakılarak öldürülecektim. Ancak ilâhi bir yağmur ve oluşan seller ateşi söndürdü. Böylece kurtuldum ve mezarlıkta saklanan Aziz Pavlus’u buldum. Onun peşine takıldım. Saçımı kestirdim, erkek elbisesi giydim, birlikte Yalvaç’a gittik. Aksilikler yine peşimizi bırakmadı. Burada İskender Bey adında biri bana âşık oldu. Bu benim başıma yeni bir dert açtı. Kentin arenasında yırtıcı hayvanların önüne atıldım. Ama insanlar gibi hayvanları da çok sevdiğim için hayvanlar bana dokunmadılar bile. İnsafa gelen vali beni serbest bıraktı. Ben de Demre’ye gidip yine Aziz Pavlus ile buluştum. Ama orada yollarımız ayrıldı ve ben Silifke’ye geldim, buraya yerleştim.
S.V. – Sayın Azize Teklâ, neden burayı seçtiniz?
Teklâ: Buranın insanları geleneksel olarak hoşgörülüdürler. Ne yönden olursa olsun göçle gelen insanları bağırlarına basarlar. Onları dışlamazlar. Bana da öyle davranıldı.
S.V. – Ya kutsallık mertebesine ulaşmanız…
Teklâ: Önce şunu belirtmeliyim ki, sizlerin kutsal kişilere karşı gösterdiğiniz saygı önemlidir. Bazen hiç bilmediğiniz, hiç tanımadığınız kişilere ve yerlere saygı gösterir hatta oradan kendinize “medet” umarsınız.
S.V. – Nasıl azize oldunuz?
Teklâ: Bu uzun yıllar sonra oldu. Ben hiçbir karşılık beklemeden 30 yıl boyunca Hristiyanlık inancını yaymaya çalıştım, insanlara hizmet ettim. Bazı hastalara yörenin şifalı otları ile yaptığım ilaçlarla çare aradım. Benim yaptıklarımdan etkilenen insanlar bu sıfatı 213 yıl sonra yakıştırdılar.
S.V. – Ne oldu da ortadan kayboldunuz?
Teklâ: Yine bir ihbar üzerine; Hristiyanlığa karşı çıkan Paganlar tarafından öldürüleceğim sırada bulunduğum mağaranın içinde bir ışık gördüm, bu ışığa doğru yürüdüm.
S.V. – Ya Hristiyanlığın serbest bir din olduğunda…
Teklâ: Bildiğiniz gibi Hristiyanlık MS 313 yılında serbest bırakıldığında burada adıma bir tapınak yapıldı. Bir kadın adına, dünyanın ilk kadın azizesi adına yapılan tapınakta yine ilâhi güç adına iman edenler buraya geldiler. İnançlar değişti ama ben kendimden önceki halkın sevdiği “Tanrıça Athena” gibi sevilmeye devam ettim.
S.V. – Ya daha sonra…
Teklâ: Adıma yapılan ilk kilisede her yıl 23-24 Eylül’de beni anıyor, ayin yapıyorlar. Hristiyanlığın en kutsal yerlerinden biri ilan edildiği için, burayı ziyaret edenler de “Hacı” oluyorlar.
S.V. – Buranın bir adı da “Meryemlik”. Bu ne demek oluyor?
Teklâ: Daha önce de söylediğim gibi inançlar değişebilir ama duygularımız, kutsal sevgi aynen devam eder… Adı ister “Athena”, ister “Teklâ”, ister “Meryem” olsun…
S.V. – Teşekkürler Azize…

AYATEKLÂ
MS 313 yılında Hıristiyanlık serbest bırakıldığında burada, Aya Tekla adına bir tapınak yapılır. Böylece Azize Teklâ, Aziz Pavlus’un ve Hıristiyanlığın ilk kadın azizesi (öğreticisi) olur.
Azize Teklâ adına yapılan dünyadaki ilk kilisede her yıl 23 Eylül’deki ‘Yortu’da Katolikler, ertesi gün de İstanbul Rum Fener Patriği önderliğinde Ortodokslar ayin yaparlar. Hıristiyanlığın en kutsal yerlerinden biri olduğu için onu ziyaret edenler de “Hacı” olurlar.
Yeraltı Tapınağı (Kutsal Mağara): Bugün sadece apsisini (yayduvarı) görebildiğimiz Teklâ bazilikasının altındaki doğal mağaranın düzeltilmesiyle oluşturulmuştur. Mabede iniş bir kemerli merdivenle sağlanır. Mağara ortamında kayaların yontulmasıyla ve basit bir mimari üslupla ortaya çıkmıştır. Dor tarzı yontulmuş üçer sütunlu dizelerle ayrılan orta düzlük ile iki nefli bazilikanın sütun başlıkları ve apsis kemeri de doğal kayaya yaslanır. Apsis içindeki bir camekânda 1.05×1.70 metre ölçülerindeki Azize Teklâ’nın yağlı boya bir tablosu sergilenmektedir.
Mabedin içine hava ve ışık için iki adet baca deliği açılmıştır. Güney yönünde Azize’ye ait olduğu tahmin edilen bir mezar ve kutsama için kullanılan kare biçimli bir havuz vardır. Mağaranın II. yüzyılda tapınım yeri olarak kullanılmaya başlandığı, bugüne kalan kilisenin ise 350 yıllarında yapıldığı ve yörenin bu yıllarda bir inanç merkezi olduğu kabul edilir. Kutsal topraklara seyahat eden Egeria, burası için şöyle söylüyor: “Şehitlik burasıdır. Ve Şehitlik çok güzeldir.” Şehitlik Kilisesi olarak tanımlanan bu kutsal mekân mihrabı için Silifke Başpiskoposu Basileios, şöyle yazmış: “Gümüş süslemeleriyle (Azize Teklâ’nın adıyla örtüşen) pırıl pırıl ışıldayan bir mihrap”.
Duvar köşelerinde kalmış cam mozaik parçalarından duvarlarının ne kadar ışıltılı olabileceğini tahmin etmek mümkündür.
Aya Teklâ Kilisesi :Bugün kiliseden günümüze kalan sadece apsis duvarının dörtte bir kısmı gelebilmiştir. Burada daha önce yapılan küçük bir kilisenin yerine bu devasa bazilika planlı Teklâ Kilisesi, Teklâ’nın ölümünden çok sonra, 460–470 yıllarında yapılmıştır.
Bu bazilika azizenin sığındığı düşünülen mağaranın üzerine inşa edilmiştir. 1925 yılında yapılan araştırmalara göre, korent tarzında başlıkları olan 15’er adet iki dizi sütunla üç nefe (düzlük) ayrılan yapının, 80 metre uzunluğunda, 37 metre genişliğinde görkemli bir tapınak olduğu anlaşılmıştır. Orta nefin doğusunda, yarım daire şeklinde bir apsis ve yanlarında diakonikon ve prothesis adı verilen birer küçük oda bulunur. Batı yanda ise, bir narteks vardır. Bazilikanın semerdam tarzında ahşaptan yapılmış çatısı olduğu bilinenler arasında. kilise zemini ‘opus sectile’ türünde beyaz, siyah, altın sarısı renkli mozaikle (tesserae), cephe duvarları ise mermerle kaplanmış olmalıdır. Kilise çeşitli zamanlarda onarım görmüş olsa da yapının yıkılması engellenememiştir. Anıtsal kilisenin yıkılmasından sonra bu yıkıntılar üzerinde küçük bir kilise yapılmıştır.
Kubbeli Adak (Zenon) Kilisesi: Bu kilise kapalı su sarnıcının 150 metre kadar kuzeyindeki geniş vadinin içinde
yer almaktadır. Günümüze ancak temel seviyesinde kalan yapının apsisinin izlerini görmekteyiz. Hemen yanında yakın döneme kadar sağlam görünen, beyaz mermerden yapılmış ‘haç’ biçimli oyma vaftiz havuzu vardı. Meryemlik’teki mağara tapınağın yanındaki kubbeli kilise veya Zenon Kilisesi olarak anılan binanın, 476-491 yılları arasında Bizans İmparatoru olan İsauria’lı Zenon tarafından, Azize Tekla’ya, onun yardımıyla tahtta kalmasının bir şükran ifadesi olarak, 510 yılında yaptırıldığı ve daha sonra Zenon’a adandığı anlaşılıyor. Aya Teklâ’nın 150 metre kuzeyindeki yapı tamamen taş olarak inşa edilmişti.
Kubbeli Kilise olarak da bilinen “Adak Kilisesi” sanat tarihinde iz bırakacaktır. Bu kilise daha sonra yapılacak olan kiliseler için klasik bir biçim saptaması sağlamıştır. Özetle bu yapı Anadolu’dan ilk örnek olarak kabul edilir. Yaklaşık 50 yıl sonra 548 yılında Bizans İmparatoru Büyük Jüstinianus Constantin tarafından Ayasofya Kilisesi yaptırılıp, İstanbul’a da adını verecektir.
80×30 metre ölçülerindeki bu kilisede ana kubbeyi taşıyan 4 fil ayağı sütun ve yan nefleri birbirinden ayıran 6 adet sütun dizisi vardır. Naos’un (kült heykelinin bulunduğu oda) arkasında dikdörtgen bir nartheks (giriş) yer alır. Geniş bir iç avluya (Atrium) açılır. Kilisede apsisin karşısına gelecek şekilde yarım daire planlı bir giriş, yapıyı bazilika plandan kurtarıp kilise mimarisine geçişini göstermesi bakımından önemlidir.
Suriye kiliseleri ile plan benzerliği gösteren Teklâ bazilikasının aksine, doğrudan doğruya İstanbul kilise mimarisine dahil olan planı göstermektedir ki, MS 474-491 yılları arasında Doğu Roma İmparatorluğu’nun başında bulunan Zenon tarafından, kazandığı bir zaferin anısına Aya Teklâ Bazilikası’ndan yaklaşık 10 yıl sonra MS 480-490 yılları arasında yapılmış olmalıdır. (Kaynak: MEÜ İnternet sitesi.)                                                                                                                                                                                                Kuzey Kilisesi: Yukarda anılan kiliselerden başka, kutsal alanda yapılmış iki kilise daha vardır. Adak Zenon Kilisesi’nin hemen kuzeybatısında küçük bir kilise ile Adak Zenon Kilisesi boyutuna yakın kuzeydeki tepenin üstündeki ikinci kilise, boğazın doğusunda bulunmaktadır. Tepe üzerindeki kilise, Silifke’ye giden kutsal yolun sağ tarafındadır. Kilise tamamen yıkılmış durumdadır. Civarında görülen yapı malzemelerinden özellikle Korent tarzı sütun başlıklarından, akantüs yapraklı süslerden V. yüzyıla tarihlenmektedir.
Büyük Kapalı Sarnıç: Teklâ Bazilikası’nın kuzeyinde yer alan sarnıç bölgemizde tek örnektir. 14.40×11.40 m ölçülerindeki sarnıç dörder sütunlu üç bölüme ayrılmıştır. Bölümlerdeki sütunlar arasını örten taş kemerler kesme taş kaplanmış çatıyı taşımaktadır. Duvar örgü sisteminde taş yanında tuğla da kullanılmıştır. Güney cephesinden taş bir merdivenle inilir. Bizans dönemi VI. yüzyıla tarihlenen yapıya suyun, antik suyolu ile Silifke’nin batısındaki Bahçebaşı mevkiindeki su kaynağından geldiği bilinmektedir. Bu rota üzerinde akvudük ve kanal kalıntılarına rastlanır.
Diğer Sarnıçlar: Çevredeki kalıntılar ve künk kırıklarından sarnıç görevi yapacak beş sarnıç haznesi gözlenir. Üç tanesi doğal kayaya oyulmuştur. İkisi ise antik yol üzerinde, taş ve tuğla ile örülüp, sıvanmıştır. Bu su yapılarından yörenin ne denli bağlık bahçelik olduğu anlaşılıyor.
Hamam Yapısı: Kubbeli Kilise’nin kuzeydoğusunda yer alan Hamam yapısı, 18.5×15 metre ölçülerindedir. Kesme taşlarla örülmüş dış cepheleri ile kareye yakın bir planda yapılmıştır. 2.50 metre genişliğinde kapısı, 6 metre uzunluğundaki koridora açılır. Koridordaki iki niş yarım daire şeklindedir. Bu küçük hamamda koridordan ‘sıcaklık’ bölümüne geçilir. Dört yuvarlak nişin yer aldığı sıcaklıktan başka diğer iki nişte üç kurna yer alır.
Nekropol (Eski Mezarlık): Kuzeydeki dar boğazın her iki yanında uzanan mezarlık, kaya oyma mezarlardan oluşmuştu.
Şehitlik Suru: Bizans döneminde kutsal alan, çevresi üzerinde iki kapısı olan sağlam bir taş sur duvarıyla çevrilmişti. Bu güvenlik duvarı Azize Teklâ yapılarını ve şehitliğin altın, gümüş ve mücevherlerini çapulcuların, dağlıların yağmalamasına karşı koruyordu.
Günümüzde Aya Teklâ: Hıristiyanlıkta ilk kadın misyoner olan Azize Teklâ’nın yaşadığı mağara, Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı yıllarda, yörenin ilk bazilikasına dönüştürülmüş. Yeraltı Kilisesi’nin bulunduğu yer, bugün Hıristiyanlar için bir hac merkezine dönüşmüştür. Üzeri asfaltlanmış antik bir Roma yoluyla Silifke’ye ulaşılmaktadır. 1190 yılında III. Haçlı Seferi sırasında Göksu nehrinde boğularak yaşamını yitiren ünlü komutan Frederik Barbarossa için bu kutsal alandaki kiliselerde cenaze töreni düzenlenmiştir. Aya Teklâ kutsal alanı en parlak dönemini VI. yüzyılda yaşamıştır. Her yıl, 23 ve 24 Eylül’de, azize anısına yapılan anma törenleri, bu kutsal yoldan başlıyor, mağaradaki ayinle sona eriyor.

Frederik Barbarossa

Binyıllardır Süren Bir İnanç: Kadını Kutsamak
Azize Teklâ, Azize Meryem veya Tanrıça Athena… Adı değişse de insanlar iyilik ve şefkat arayacağı, şifa dileyeceği, huzur isteyeceği, özetle yüreğinde bulacağı manevi hazla mutlu olmak istediği bir kavram olarak ululadığı bir kadını aramak istiyorlar.Azize Teklâ makamından ayrılırken buraya gelen konuk bir Rus sanatçının söyledikleri bizler için düşündürücüdür: “Bize Hristiyanlığın kutsal merkezlerinin Yunanistan’da olduğu öğretilmişti. Biz Mersin’e geldikten sonra kendi gözlerimizle gördük ki, Sen Paul olsun Aya Teklâ olsun bu kutsal kişiler mekânlarıyla buradadırlar. Dünyaya bunları iyi duyuramıyorsunuz”. Meryemlik’ten ayrılıp ilginç bir ören yerine daha yöneliyoruz. Kutsal Kitap İncil‘de her gün okunan duası, kullandığımız takvim ve her gün karşımıza çıkan yıldız falı ile Aratos’u önceki sayfalarımızda tanımıştık. İşte şimdi de onun (varsaydığımız) Aşağıdünya’daki işyerine gidiyoruz.

Öteki Dünya – Gök Çukuru
AŞAĞI DÜNYA

Silifke Yakınındaki Antik Kentteki Gizemli Yapılar Aşağı Dünya’daki Gözlemevi
150×100 metre ölçülerinde, 70 metre derinliktedir. Obruğa iniş ana kayaya oyulmuş merdivenlerle sağlanmaktadır. Obruk içerisinde doğal ve insan eliyle açılmış mağaralar bulunmaktadır.

Aşağı Dünya. (A.Bozkurtoğlu.70x90cm tuval üzerine yağlı boya)

Obruğun güneyinde ve batısında yerleşim bulunmaktadır. Burası muhtemelen kültle ilgili bir yerleşimdir. Yerleşimin kalıntıları temel seviyesinde mevcuttur, girişleri ayakta kalmıştır. Bir giriş kapısı üzerinde Herakles topuzu, boğa başı, üzüm salkımı yer almaktadır. Sarnıçlar, bir pres yeri-atölye görülmekte, güney batıda ise küçük bir nekropol yer almaktadır. Burada ana kayaya oyulmuş lahit gövdeleri ve üçgen alınlıklı lahit kapakları görülmektedir. Ayrıca bir adak taşı görülebilmektedir.
Yerleşimlerdeki mezarlar ve bunlar üzerindeki kabartmaların tarihleme kriteri olarak kullanılabilecek bir diğer yerleşim, Karadedeli Akhayat’dır. Bu yerleşimde tespit edilen atölyenin üzüm pres yerinin yanında bu atölyenin kullanıldığı döneme işaret eden bir mezar bulunmaktadır.
Khamosorion (sandık mezar) tipli bir lahit olduğu anlaşılan mezarın lahit kapağı üzerinde yer alan motifler tarihleme yapılmasına imkân vermesi açısından önem taşımaktadır. Lahit kapağı üzerinde, daha sonradan yüzeyin düzleştirilmesi sonucu kabartma şeklinde bırakılmış olduğu anlaşılan motiflerden birinde yuvarlak bir çerçeve içerisinde bir kuş bulunmaktadır.
Bu kuşun Hristiyan tasvir sanatında cennetle bağlantılı bir hayvan olduğu ve ölen ruhu temsil ettiği bilinmektedir. Yandaki bir kabartmada yuvarlak bir çerçeve içerisinde bulunan haç ve yanındaki başlangıç ve sonu temsil eden alfa ve omega harfleriyle bu lahdin ikinci bir kullanımı olduğu anlaşılmaktadır…
17.20 Metre Çapında Bir Saat (mi?): Silifke’ye 23 kilometre, Karadedeli’ye
10 kilometre uzaklıktaki örenyeri ilginç coğrafyasıyla benzersiz bir gezi alanıdır. Işıkkale öreninden bir kilometre sonra, doğu yönüne yaklaşık 700 metre ilerlediğimizde mimari parçaların bulunduğu makiler arasında açılan stabilize yoldan ulaşılan yerde bizleri şaşırtan bir doğa harikası çıkar. Burası, üzerinde uygarlık izlerinin de bulunduğu genişleyen dev bir doğal çöküntüdür. Bu obruğun Kanlıdivane antik yerleşimine benzediğini fark ettiğimizde şaşkınlığımız daha da artar. Yaklaşık 100 metre çapında ve 50 metre derinliğindeki çukurun içi ve çevresi çeşitli dönemlere ait değişik karakterde yapılarla doludur.

Fotoğraf: Bülent Akbaş

Obruğun güney tarafında kaya oyma mezarlar ve adak taşları, batı tarafında ise yapılar yayılır. Kapı söveleri üzerindeki hatıllarda Herakles topuzu, üzüm salkımı, çelenkler gibi çeşitli kabartmalar yer alır.
Bu verilere göre alan olasılıkla bir kült merkezidir. 1970’li yıllarda Sanat Tarihçisi Semavi Eyice tarafından gezilmiş ise de kayda değer Türkçe bir yayın yapılmamıştır.
1995 yılındaki İçel Sanat Kulübü gezilerinde saptadığımız yapının sadece bir yerden içine girilebilecek duvarı yıkılmıştı. İç düzlüğün dar alanlarda ekilen tahılın ezildiği “Harman yeri” olarak kullanıldığı anlaşılıyordu. Dairesel yapının ortasında yarı küresel iri bir beyaz taş sanki merkezi işaretlemişti. Çevresindeki bazı yıkık taşların üzerinde X ve II işaretleri görülüyordu. 2012 yılının ilkbaharında yapılan gezide yapının oldukça tahrip edildiği, daire içindeki bitek toprağının da alındığı tespit edildi. 2013 Ekim ayı ziyaretimizde yöre sakini Mehmet Cücel, biri duvar bedeni içinde olan üç ayrı kesme taş üzerinde haç veya çarpı işareti olduğunu belirtti.

X (çarpı) işaretinin anlamı:
Ekliptik ile Gök Ekvatoru’nun kesişirken oluşturduğu haç (X) ile ilgili en önemli gönderme Platon’un Timaetus’unda yer almaktadır. Burada Platon bize Demiurge’nin (kâinatın yaratıcısı) uzayı inşa ederken iki çemberi X harfi şeklinde birleştirdiğini anlatır. Eski Mersin’in yerindeki antik Zephyrium kentinin sikkelerinin arka yüzünde X işareti vardır.

Gökyüzü Gözlem Evi (mi?):
İskenderiye ile eşzamanlı gökyüzü araştırmaları yapan kavimlerden birisi de Selefkoslar olmalı. Tarihte Suriye Krallığı olarak geçse de Silifke’den Babil kentine kadar uzanan coğrafyanın hükümdarı olmuşlardı. Eski dönemlere ait müzelerde görülen “güneş saatleri” nin pek çoğu Silifke kaynaklıdır. Antik dünyanın ünlü felsefeci ve hekim kişisi Solili Aratos aynı zamanda dünyanın en ünlü ilk gökyüzü araştırmacısıdır. Acaba yaşadığı dönemde kendi bölgesinde gözlemevleri de kurmuş olabilir mi?
Kilikia’da Selefkos Krallığı içindeki kentlerde Helenistik dönemden itibaren felsefeci ve gökyüzü araştırmaları yapan “Horoskop’ları güçlü”, ünlü kişiler yetişmişti. Aristotales’e ters düşmekle birlikte ilk kez “Evrende Güneş’in merkez olduğu” görüşünü ortaya atan bilge Seleukos ve “Resullerin işleri” (Phenomania) gibi gökyüzü ve yıldızlar hakkında ilk bilimsel yazılar yazan Aratos bu dönemde bölgemizden yetişmiş bilim insanları idi.
Olba antik kenti sınırlarında bugün “Aşağı Dünya” diye bilinen antik yerleşiminin, Kanlıdivane gibi dev bir obruğun çevresinde yayılan yapılar topluluğu içinde yer alan değişik bir mimarlık örneği düşündürücüdür. Çevresi Helenistik düzende polygonal taşlarla örülmüş, iç çapı 18 metre olan ve dairesel bir plan arzeden yapının ne olabileceği konusunda arkeolog dostlarımız bir tanımlama getirememektedirler.
İlk çağ örneklerinin günümüze ulaşmayan gökbilim, astronomi gözlem evleri nasıldı? Araştırma dergilerinde tanımlanan dairesel tipteki gözlemevi benzeri Aşağı Dünya antik kenti’ndeki bu dairesel Helenistik yapıya da böyle bir gözle bakmak ve bu yapıya en azından dev bir güneş saati yakıştırması yapmak hayalcilik olur. Peki ya öyle ise!
Hem çevresindeki sökülmüş bazı taşlar üzerinde görülen çeşitli işaretler bazı ipuçları veriyor. Örneğin bu yapı yanında, hepimizin gördüğü ve yapının iç bükey formuna uygun yontulmuş olduğu tahmin edilebilecek bir taşın üzerindeki “X” işareti acaba nedir? Bir simge mi? Bir sayı mı?
Arkeolog Prof. Dr. Levent Zoroğlu’nun gösterdiği gibi, Uzuncaburç yoluna iki yılda bir gelen özel donanımlı askeri bir araçla “harita revizyonları” gerçekleştirilmektedir. Saatin ve takvimin evrimini incelediğimizde bu bölgede geliştirilen ilginç bir çalışma ortaya çıkıyor.
Selefkos Takvimi

Süryânîler, Selefkos Takvimi denilen ve dört yılda bir artıklanan güneş takvimini kullanırdı. Yunanlıların takviminin devamı olan bu takvimin başlangıcı, İskender’in generali Selefkos’un Bâbil’e giriş tarihi olan MÖ 312 yılı idi. Eski Roma’da 12 ay ve 354 günlük kamerî takvim kullanılır; mevsimlere göre, kaymasını önlemek için iki yılda bir 22 veya 23 gün eklenirdi. Yılın ilk ayı Mart idi.

Büyük İskender’den sonra Mersin ve Silifke’de egemenlik kuran Selefkoslar da antik dünyada bilimsel sayılan bir takvim düzeni kurmuşlardı. Selefkos krallığı, devleti 72 satraplığa bölmelerine karşın; “tek para” ve “tek takvim” sistemi uyguluyorlardı. Roma İmparatorluğu’nda devleti yöneten Strategoslar MÖ 312 yılından itibaren “Selefkoslar’ı takvim başı” ilan etmişlerdi. Yani takvimi yapıp yöneten kurumun da baş yöneticisiydiler.
Antik dünyada oluşan gökyüzü araştırmaları Babil ve İskenderiye ile eş zamanlı olarak Silifke’de de sürdürülüyor olmalıdır. Dönemi için evrensel sayılacak gelişmeler, Silifke’de kayıtlara geçiriliyor ve uygulanıyordu. Bu çalışmalarla Büyük İskender’den sonra Mersin ve çevresinde egemenlik kuran Selefkoslar da antik dünyada bilimsel sayılacak ilk takvim düzenini oluşturmuşlardı. Fırat kenarındaki Selefkosların Babil kaynaklarından yararlanarak kullandıkları takvim, MÖ 380 den sonra 19. yılda 7 gün araya eklenerek, devirli bir takvim olarak kullanılmaya başlanmıştı. Gerçi önceleri Hellenlerce benimsenmemişti ama Selefkos takvimi adı Meton Çevrimi olarak biliniyordu. Babil‘de kullanılan sistem daha sonra Yahudi ve Hıristiyan dini takvimlerinin de temelini oluşturmuştur. Selefkos astronomi bilginlerince “gök günlüğü” (efemerit) denen bugünkü deniz takvimlerinin benzeri oluşturulmuştu. MÖ 250’lerde genel kullanıma girmiş olduğu kesindir. Kaynakları bilinen Selefkos astronomi metinleri Babil ve Uruk okullarından gelmiştir. Hitit bilgilerinin de kültürel olarak aktarılmış olması gözden kaçmamalıdır. Bu takvime ait bazı bilgilerin Türkçe olarak kaydedilmiş olması da ilginçtir.
MÖ 1 Ekim 312 de başlayan Selefkos Takvimi tıpkı Jülyen Takvimi gibi dört yılda bir artıklanıyordu.

Mersin ve çevresindeki öykülere can veren kadınları, erkekleri ve yerleri tanımaya çalıştık. Ama bu bölgede adı kalmış, adına yapılan mezarı kalmış birkaç ünlü daha var. Şimdi onları tanıyalım. Önce ünlü bir kahraman var sırada. Homeros’un İlyada’sından tanıdığımız kahraman Sarpedon, dayısının ülkesinin sınırında yatıyor. Kahraman Kral’ın mezarını ziyaret ediyoruz.

Mezgitkale – Korkusuz Kral Türbesi
KAHRAMAN SARPEDON

Susanoğlu’nun içinden kuzeye doğru giden stabilize yol takip edilirse, beş kilometre sonra Türkmenuşağı köyüne ve 11. kilometrede bu köyün mahallesi olan Paslı’ya ulaşılır. Burada Roma dönemine ait ev, sarnıç ve mezar kalıntıları vardır.

Sarpedon (A.Bozkurtoğlu 50x40cm. Tuval üzerine karışık teknik)

Paslı’nın iki kilometre kadar doğusunda bir tepe üzerinde Korkusuz Kral Anıt Mezarı bulunmaktadır. Mezgit Kale olarak bilinen yapı, bir kale olmayıp, MS 2. veya 3. yüzyıla ait 7.80 metre uzunluğunda bir anıt mezardır. Ön kısmındaki korint başlıklı sütunların ortasında konsollar bulunmaktadır. Batı tarafındaki büyük bir taş blok üzerinde iri bir fallus kabartması vardır. (2000’li yılların başında parçalandı). Fallus, döl ve dirim tanrısı Priapos mitini çağrıştırmaktadır. Anıt Mezar civarındaki kayadan kesme büyük bir sarnıç ve zeytinyağı çıkarmada kullanılan dev taş silindir görülebilecek diğer kalıntılardır. Ayrıca anıt mezarın hemen arkasında, içine beş kişinin rahatlıkla sığabileceği, içi oyulmuş asırlık meşe ağacı bulunmaktadır.
Silifke’nin güneyindeki “kuş cenneti” olarak bilinen Göksu Deltası’ndan denize uzanan, burunun antik haritalardaki adı Sarpedon Burnu’dur.
Bu isim nereden gelmiş ya da neden buraya verilmiştir? Adının kaynağı ne olabilir? Zeus’la Europe’nin oğlu, Minos ve Rhadamanthys’in kardeşi Sarpedon’la, Zeus ile Laodameia’nın oğlu yiğit Sarpedon arasındaki bağ mitograflarca tartışma konusudur.
Agenor’un kızı Europe, beyaz bir boğa kılığına giren tanrı Zeus tarafından kaçırıldığında Girit’e giderler ve Europe burada üç oğlan çocuk doğurur. Rhadamanthys Hades’te yargıç olur. Minos ile Sarpedon Girit adasına
kral olmak için birbirleriyle mücadele ederler. Herodot bu çatışma için şöyle yazmış: “Bir sivil savaş çıkmıştı; Minos kendinden yana çıkanlar sayesinde kazandı; Sarpedon’u ve arkadaşlarını ülkeden sürdü”.
Azra Erhat Sarpedon’un Girit’ten Miletos’la birlikte Anadolu’ya gelip, Milet şehrini kurduklarını söylüyor.
Yukarda değinildiği gibi, Fenikeli Agenor’un kızı Europe, tanrı Zeus tarafından kaçırılıp Girit’e götürülmüştü. Tanrı Zeus atalı sayılan bu soydan olan üç erkek çocuktan ikisi Minos ve Sarpedon, Girit’te yeşeren yeni uygarlığın sahibi sayılırlar. Ancak bu adaya iki kral çok gelmiş olmalı ki; Minos buraya egemen olurken, adadan ayrılmak zorunda kalan Sarpedon yeni ufuklara yelken açıp, yeni bir uygarlığın atası olmuştur. Lykia’yı yurt edinen Sarpedon buranın efsanevi kurucu kralı sayılır.
Biraz geriye dönersek Sarpedon’un Fenike’den kaçırılan anası Europe’yi bulmak için, dedesi Agenor, oğullarını onu geri getirmek için görevlendirmişti. Ancak gidenler geri gelmeyip, yeni yurtlar edinip, yeni kentler kurmuşlardı. İşte bunlardan birisi Sarpedon’un dayısı Kiliks’tir. Europe’nin peşine düşen Kiliks, Çukurova’dan geçerken buraları çok beğenmiş olmalı ki, başka bir yerlere gitmez, gidemez.
Herodot ülkenin Kiliks’ten sonra onun adıyla Kilikia olarak anıldığını yazar. Yukarıda değinilen Sarpedon’un yurt arayışı sırasında yaptığı mücadelede Kiliks ona yardımcı olmuştur: “Kiliks, komşuları Lykialılar’a karşı bir seferde Sarpedon’la ittifak kurdu ve zaferden sonra Lykia’nın bir bölümünü müttefikine bıraktı.” (Pierre Grimall, Mitoloji Sözlüğü – 1997). Yani ülkeyi paylaşırlar.
Mitograflar Troya Savaşı’ndaki Sarpedon ile Lykia’yı kuran Sarpedon arasında ilişki kurmaya çalışırlar. Ancak Diodoros şöyle bir şecere kurar: Europe’nin oğlu olan Sarpedon Lykia’ya geçer. Euandros adında bir oğlu olur. Euandros, Belloropontes’in kızı Deidameia (ya da Laodameia) ile evlenir. Bu evlilikten ikinci Sarpedon doğar. (yani torun Sarpedon). Ve bu Sarpedon Troya Savaşı’na katılır. Doğal olarak Akdenizli bir atadan gelen soy, Akdeniz kıyılarına yerleşir, dedesinin ülkesinin adını da kurduğu kentlerden birine verir.
Halikarnas Balıkçısı da “Lykia-Kilikia aynıdır” der. Bunu da şöyle açıklıyor: “Minoen çağına ait resimlerde, fresklerde ve çok renkli vazolarda, tanrı ve tanrıça heykellerinde, erkekler esmer ya da kırmızımtırak, kadınlar da beyaza boyanırdı. Renkleri böylece ayırmak, resim sanatıyla ilgili bir görenek değildir. Kadınlar evlerde gölgede iş görürdü. Dışarıda ise tamamiyle örtülü gezerdi. Onun için tenleri ağarırdı. Erkekler ise dışarıda, Girit ve Lykia’nın rüzgârlı ve güneşli havasında, hemen hemen çıplak gezdikleri için, yanardı. Akhaların idealleri sarışınlardı.
“Onun için Anadolulu Lykialılara ve Kilikialılara ve bir de Giritlilere esmer ya da kırmızı derili anlamına gelen ‘Phonikes’ derlerdi. …Phonikes ülkesi, eskiden Lykia’dan başlar, Kilikia ve Suriye’yi içine alarak Suriye taraflarında sınır bulurdu.”

Sarpedon (A.Bozkurtoğlu. 50×40 cm. Tuval üzerine karışık teknik)

Bu coğrafyaya ait antik haritalarda Silifke’nin adı Seleukeia, Göksu nehrinin adı Kalykadnos, İncekum Burnu’nun adının da Sarpedon Burnu olarak yazıldığı görülür. İşte antik coğrafyacı Amasyalı Strabon da Silifke yakınlarındaki şimdiki İncekum Burnu’nu şöyle anlatıyor:
“Şimdiki Seleukeialıların önceden yaşadığı yer olan Holmi’ye gelinir; fakat bunlar Kalykadnos üzerindeki Seleukeia kurulunca oraya göç ettiler. Sarpedon olarak adlandırılan burnu meydana getiren kıyıyı dolaşınca Kalykadnos’un döküldüğü yere gelinir. … Fakat bazıları şimdi Arrami denen Arimleri Syria’lı olarak kabul ederler, bunlar aynı zamanda göçe zorlanan Troya’daki Kilikialılar’ın, tekrar Syria’da yerleştiklerine ve Syria’nın şimdi Kilikia denen kısmını kendileri için zaptettiklerine inanırlar. Kallisthenes’e göre, bölgedeki Arima dağlarına isimlerini veren Arimler Kalykadnos dağı çevresinde ve Korykos mağarası yakınındaki Sarpedon burnunda yerleşmişlerdir.”
Troya savaşında Sarpedon ve Lykia’lı yiğitleri, Hektor’un yanında, emperyalist güçlere karşı Anadolu’yu korumak için çarpışırlar. Troya savaşında izlediğimiz Sarpedon Kiliks’in kardeşi ile karıştırılmamalı. O torun Sarpedon olup Anadolu’nun savunmasında şehit düşer.
Şimdi de arkeolog Prof. Dr. Fahri Işık’tan bir alıntı yapalım:
“Dardanel ağzında Hektor ile birlikte Troyalılar’ın yanında Akha Helenlerine karşı Anadolu halklarını kucakladı ve o uğurda can verdi onlar. Sarpedon’un Hektor’a karşı haykırışında “birlik ve beraberlik” bağlamında günümüz Anadolusu için de alınacak çok büyük dersler vardır. Azra Erhat’ın o güzel çevirisinden okuyalım:

“Nereye gitti senin eski gücün
Ordusuz, yardımsız koruyacaktın şehri hani
Kayınlarınla, kardeşlerinle tek başına
Ama şimdi göremiyorum onların hiçbirini
Sinmişler aslan karşısında köpekler gibi
Biz nasıl döğüşüyoruz baksana bize
Biz ki yardımcınızdan başka bir şey değiliz
Ben ta uzaklardan geldim yardıma, anaforlu
Ksantos’tan geldim, uzak Lykia’dan
Sevgili karımı, yavrumu kodum orada
Yoksulların göz dikeceği bir sürü mal, mülk kodum
Savaşa sürüyorum Lykialılar’ı gene de, kendim de öndeyim işte bak”

Azra Erhat: “Sarpedon, savaş ortaklarının en ünlüsü, en insanıdır, onun dramı Hektor’unkinden aşağı kalmaz” der. Yiğitçe savaşan Lykialılar’ın önderi ve oğlu için tanrı Zeus da Sarpedon için kaygılıdır:

Çok yazık, insanlar arasında en sevdiğim Sarpedon’a!
Menoitiosoğlu Patroklos’un elinden ölmek onun kaderi.

Ve Zeus Lykialı tanrı Apollon’u çağırıp, cenazeyi memleketine götürmesi için görevlendirir. Bu olayı mitoloji yazarı Şefik Can çok güzel özetlemiş:
“Zeus sevgili oğlunu, ecelin elinden kurtaramayacağını anlayınca, ne yapacağını şaşırdı. Oğlu yere serildiği zaman, teessüründen kanlı gözyaşları döktü. Gerçekten de muharebenin en şiddetli zamanında, semadan kan yağmuru yağmıştı. Onun naaşı başında çetin savaşlar oldu. Zeus’un emri ile Apollon, Sarpedon’un cesedini yıkadı, ambrosia ile kokuladı, ona ölmezlik libası giydirdi ve onu Hypnos (uyku) ile Thantalos (ölüm) kendi yurduna Lykia’ya getirdiler.”
Belki de Troya savaşı sonrasında, antik dönemlerde işte böyle bir kahraman ve kutsal kişinin adı Silifke’nin bu bölgesine verilmiş olmalı. Sarpedon körfezi olur da onun adına bir kutsal mekan yapılmış olamaz mı? Bunu destekleyen bir sözü Strabon yazıyor; Kitap V. Bölüm 19, son cümle: “Sarpedon Artemisi’nin tapınağı ve kehanet ocağı da Kilikia’dadır“. Victor Langlois da bu konuya değinir; “… Liman iskelesinin doğusunda Strabon’un sözettiği burun vardır ki, Gipert Haritası’nda Lisan Burnu diye yazılıdır. Bu burun Lisi krallığı olan Sarpedon sülalesinin ülkesinin sınırı idi. Burada kâhini ile meşhur bir mabet vardı…”
Mezgit Kale: Yöre halkı tarafından “Korkusuz Kral Anıtı” da denilen yapı aslında bir anıt mezardır. Akdeniz’e yönlendirilmiş yapısıyla hakim bir tepede yer alır. Rektogonal kesme taşlarla işlenmiş yapının güneye bakan ön yüzünde 4 adet korent tarzı başlıklı sütunun taşıdığı çatı saçağı üzerinde temiz işçilikli üçgen alınlık oturur. Bu alınlığın ortasında şimdi boş olan bir niş vardır.
Her kolonun orta kısmında bir taş konsol görülür. Aynı tip konsollar mezar odası içinde de izlenir. Çatı, kiremit tarzı kesme taş levhalarla kaplanmıştır. Mezar anıtının arka tarafında, ortada bir kalkan ile bir yanında kılınç ile diğer yanında bir akrep rölyefi ustalıkla işlenmiştir. MS III. yüzyıla tarihlenen mezar anıtının önemli bir kabartması da batı yüzünde sağ alt köşe podyum taşında iri bir “Fallus” rölyefidir.
Burada yatan kutlu kişi, Troya savaşında şehit düşen, torun Sarpedon olmalıdır. Anıt üzerine betimlenmiş İri Fallus – Kılınç – Kalkan – Akrep sembollerine dikkatlice bakıldığında, yörede yaşamış, üstün kahramanlıklar göstermiş ünlü yöneticinin anısına yapılmış olduğu anlaşılır. Bu işaretler onun namını ve ölüm zamanını belirten simgeler olmalıdır.
Tanrı (Zeus) Apollon’u çağırdı yanına ve oğlu için son dileğini iletti:
“Sevgili Apollon, hadi git şimdi
Al götür oğlum Sarpedon’u kargı yağmurunun altından
Sil gövdesinden kara kanı”

“ … Çabuk götürüp bıraksınlar onu semiz Likya toprağına
Kardeşleri, akrabaları onu orada gömer
Bir mezara, yazılı bir taşın altına”

Böylesi bir kahraman için yaptırılan anıt mezara ne yazılabilir? Üstün Kahraman kral Sarpedon Akrep burcunda vefat etti.
Ya da;Korkusuz Kral Sarpedon: Ölümü sonbaharda…(olasılıkla) sonbahar gün dönümünde (21 Ekim)…Bunu bir kitabe halinde yazmayı hayal edersek:

TROYA SAVAŞINDA BÜYÜK KAHRAMANLIKLAR GÖSTEREN
KORKUSUZ KRAL SARPEDON BURADA YATIYOR
BÖLGEYE BOLLUK VE BEREKET GETİRDİ
TANRININ RAHMETİ ÜZERİNE OLSUN
BÖLGE HAKİMİ AZİZ SARPEDON EBEDİ İSTİRAHATGAHI

(21 Ekim MÖ 67 tarihini vurgulayan bir imge ile)

 

 

Biyografik Bilgi

scroll to top