ADAMKAYALAR
Kızkalesi’nden Hüseyinler köyüne giden üzeri asfalt kaplanmış antik Roma yolundan altı kilometre ilerlediğimizde ve sola doğru baktığımızda sarı ören yeri tabelası gibi standart olmayan bir levhayı görmemiz gerekir.
Bu sapaktan güney batıya yönelip taşlı patikalarından ve ekili alanlardan içgüdülerimizle yaklaşık iki kilometre kadar yürüdüğümüzde sağımızda antik dönemden kalan birkaç yapı görülür (Şimdi araçla gidilebilen ham bir yol var). Varılan yolun sonunda sağda biraz yüksekçe yerde, içlerinde hayvan barındırılan, çoğunun duvarları yıkık kemerli yapılar topluluğu hakkında bilgi edinilemez. Yapıların bulunduğu yerin rakımı yaklaşık 300 metre kadardır. Yolun bittiği yerde kayalara kırmızı boya ile işaretlenmiş okları takip ederek çetin bir inişe geçilir. Son derece kaygan, kayaya oyuk basamaklardan 50 metre daha aşağıya inip uçurumun üstündeki eğik düzlemdeki dar alanda Şeytan Deresini ve çevreyi saran vahşi, görkemli bir manzara vardır.
Kaya duvardaki oyma merdivenlerden yaklaşık yarım saat süren zorlu bir inişle kayalıkta makilerin yeşillendirdiği yamaç alanın kayalık zemininde dikkatle yürünmelidir. Bu dar düzlükte sağa yürüyüp biraz ilerlediğimizde karşımızda bir sur gibi dizilmiş insan kabartmalarını görürüz. Aniden karşınıza çıkan çarpıcı görüntüler insanı ürpertir. Dikkat edildiğinde eserlerin tümü Kızkalesi’ne yönlendirilmiştir.
Burada kaya yüzeyde bulunan insan kabartmaları “Adamkayalar” olarak bilinmektedir. Örneğini Kanlıdivane yakınındaki Çanakçı Köyü yakınındaki kabartmalarda gördüğümüz benzeri rölyeflerle karşılaştırabiliriz.
Yazı ile pek tarif edilemeyen Şeytan Deresisinin üzerindeki derin boğazın dik kaya kanyonunun yamaçları üzerindeki, antik adı ve tanıtımı hakkında kesin
bilgi edinilemeyen, Adamkayalar denilen insan kabartmaları I.ve II. yüzyıla tarihlenen Roma döneminin en ilginç kalıntılarından sayılır.
Toplam 13 tablodan oluşan bu muhteşem oyma yontular Roma soylularına aittir. Bazı kabartmalarda ölen kişilerin yemek sahneleri canlandırılmıştır. Üzüm yiyen kişinin yanında eli mızraklı ya da savaş baltalı haliyle temsil edilen bir figür yanında bol giysili başı örtülü kadın figürleri ve bir dağ keçisi resmedilmiştir
Birçoğu iyi işçilikle yüksek kabartma tarzında işlenmiştir. Bazılarının altında eskiden yazıtı olduğu rivayet edilir. Adamkayalar kabartmalarının yaklaşık 5-8 metre kadar üzerilerinde ve 2 metre yüksekliğinde kesme rektogonal taşlarla harçlı örülmüş, tanımlanamayan bir yapı daha vardır. Bu kadar zor bir konumda yapılmış olması gerçekten ilgi çekicidir.
Şeytan Deresi üzerinde görülen eserlerin ilginç bir tablo gibi kayalara oyulup resmedilmesi; insanoğlunun bastırılmaz arzularını ve hırsını simgeler. Adamkayalar ziyaretinden dönüş sırasında, kaya merdivenlere geldiğimizde, sağ tarafımızda kalan bir yapı vardır. Artık daha kolay fark edilen bu ikiz kaya oyma mezar odasına yaklaşmak için izlenebilecek bir yol yoktur.
Anadolu’da Afrodit Adına Kurulan İkinci Kent
KİLİKYA APHRODİSİASI
“Aphrodisias” denince ilk akla gelen, New York Metropolitan Museum adına Aydın-Karacasu/Geyre’de bulunan antik Aphrodisias kentinde 26 yıl boyunca kazı yapan Prof. Dr. Kenan Erim olur. Prof. Dr. Kenan Erim, 1990 yılı sonbaharında vefat etmiş ve özel izinle kazı yaptığı Geyre Aphrodisias’a gömülmüştür.
Ayrıca, MÖ VIII. yüzyıl Asur çivi yazılı tabletlerinde anlatılan Kıbrıs adasında da bir Aphrodisias antik şehri daha bulunmaktadır. Konumuz olan Aphrodisias ise Anadolu’da Afrodit adına kurulan 2. Aphodisias kentidir. Bulunduğu yöre nedeniyle bu kent Kilikia Aphrodisiası olarak anılmaktadır. Toroslar’ın güneyinde, Akdeniz kıyısında bulunan yat turizminin yeni yeni canlandığı yörede, 1980’li yıllarda yapılan bir tatil köyü vardır. Bu tatil köyünün içinde, antik bir kente ait arkeolojik kalıntılar vardır. Bu kalıntıların arasında, Bizans dünyasında hastalara şifa dağıtan Aziz Pantaleon’a ithaf edilen bir mabedin izleri özellikle dikkat çekmektedir.
Mersin ili, Silifke ilçesi, Taşucu-Ovacık beldesine bağlı Köserelik mevkii, arkeoloji dünyasında Kilikia Afrodisiası olarak tanınır. Silifke’ye 48 kilometre mesafede olan Aphrodisias, bugünkü Ovacık beldesine 7 kilometre mesafede olup, yöre halk arasında Köserelik / Gökada / Ada adı ile bilinmektedir.
Aphrodisias antik şehri, kuzeyindeki büyük alanla birlikte 1976 yılında Ankara sanayicileri ve iş adamlarının kurduğu yazlık konut kooperatifine satılmış ve 1984 yılında başlayan yazlık konut inşaatından beri de “Tisan Tatil Köyü” olarak tanınmaktadır. Doğusunda Akliman, kuzeybatısında Ovacık limanı bulunur.
Antik kent denize nazır geniş bir yarımada üzerinde kurulmuş olup, iki nefis koya sahiptir. Koyların birbirine mesafesi 400 metre civarındadır. Çift limana sahip olan yarımadanın batı koyuna, halk tarafından Korsan Koyu da denir. Açık denizden bakıldığında ne liman, ne de şehir görülemez. Çünkü önünde 3 kilometre boyunca geniş bir yarımada uzanır. 300 metre sağındaki küçük Yılanlı Ada ile doğusundaki Dana Adası, açık denizden koyların görünmesini engeller.
Rudolf Heberdey tarafından 1891 yılında bilim dünyasına tanıtılan antik şehirde, 1967-70 yıllarında Alman bilgin Ludwig Budde araştırma yapmış ve 1987 yılında “St. Pantaleon von Aphrodisias in Kılikien” isimli kitabını yayınlamıştır.
MS 101-102 yıllarında yazılan Ps. Skylax adlı antik gemicilik kaynağında Cap Aphrodisias olarak adı geçen şehir, Orta Çağ’da da yerleşim yeri olarak kullanılmış ve Porto Cavaliere adı ile anılmıştır. Batı Koyu’ndaki 55 cm kalınlığındaki taş duvarlı yapı, “Şövalye Evi” olarak kabul edilir. Eski çağlarda Doğu Koyu’na Limni Aphrodisias; Batı Koyu’na ise Limni Etheros adı verilmiş olup, iki koy bir kanalla birbirine bağlanarak, gemilerin bir koydan diğerine geçmesi sağlanmıştır. Antik coğrafya kitaplarında bu limanların adı sık olarak geçer. Aphrodisias şehri MÖ 315 yılında Mısır egemenliğine geçmiş ve Mısırlı Amiral Polykletios gemilerini bu limanda demirlemiştir. Gökada’nın 1975 yıllarındaki eski mal sahibi Ahmet Selçuk’un bulduğu ve Silifke Müzesi’ne verilen, üzerinde, I. Ptolemaios’un eşi I.Berenike’ye ait rölyef bulunan, 3,2 cm büyüklüğündeki bronz yüzük; yarımadadaki Mısır kültürünün bir işaretidir.
Doğu ve Batı koylarının güneyinde yer alan 3 kilometrelik yarımada, Aphrodisias halkının yaşadığı, ambarlarının bulunduğu yer olup, ilk çağ korsanlarından korunmak için yüksekte ve denizden – karadan ilk anda görülemeyecek çanak şeklindeki bir plato üzerindedir. Şehir surları platonun kuzey ve güneyinde, yüksek bir çanak platoyu sarmalar. Güney suru 1.850 metre uzunluğunda olup üzerinde çeşitli aralıklarla 10 mazgal/kule bulunur. Kuzey sur ise, yaklaşık 2.000 metre uzunluğunda olup üzerinde eşit aralıklarla
10 mazgal vardır. Kiklopik taşlardan iyi bir işçilikle yapılan kale/surun bugünkü yükseklikleri 1.70 -3.60 metre arasında değişmektedir. Surun duvar kalınlığı ise 2.70-3.20 metre arasındadır. Sur çevresinde bugün motorlu arazi vasıtalarının gidebileceği patika yol vardır.
Aphrodisias Doğu Koyu’nun güneydoğusunda, denizden 7–8 metre yükseklikte, kıyıya 3-4 metre mesafede, MÖ VI. asırda yapılıp, MS IV. asırda kiliseye çevrilen mabet bulunmaktadır. 13.52 x 26.57 metre ebadındaki kiliseden günümüze, haç rölyefli bazı mermer sütunlar, korinth sütun başlıkları, iki sarkofaj ile kitabeli dört adet muhteşem mozaik taban sağlam olarak ulaşmıştır. Mozaikleri üç ayrı kişi yaptırmış olup, kilise Hristiyan azizlerinden ve hastalıklara derman olan Aziz Pantaleon’a ithaf edilmiştir.
Mabede girişte 16×6.5 metrelik dikdörtgen alan önce bir metre eninde Selçuk düğümüne benzer bir geçme renkli taşlardan meydana gelmiş mozaik ile çevrilmiştir. Daha sonra bu alanın içinde 4×9 metrelik tabii renklere uygun olarak çeşitli hareketlerde dokuz tip kuş figürü (keklik, yaban ördeği v.s.) ekmek sepeti ve kupa resimlerinden meydana gelen mozaik yapılmıştır. Bunların önündeki 4×2 metrelik alan köşe kartuşları ile baklava dilimi motifine bölünmüş, ortasına ise daire içine kitâbe yerleştirilmiştir.
Kitâbe metninde, “Armatör Paulos, iyileşmesi için söz verdiği adağını yerine getirdi” ibaresi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu mozaiği Armatör Paulos’un yaptırdığını anlıyoruz. İkinci mozaikli kitabe, cella kısmının önündedir. 6.5×3.2 metrelik alanı kaplar. Kitâbede: “Yine Olympios’un oğlu Paulos (hastalıktan) kendi kurtuluşu ve oğlunun kurtuluşu için bu mabede, bu mozaiği yaptırdı” ifadesi yer almaktadır. Cellanın sağındaki nefde üçüncü mozaikli kitabe yer alır. Mozaikler siyah-beyaz taşlardan yapılmış olup, 2.5×3 metrelik alanı kaplar. Dikdörtgen kitabe ortadadır. Metni şöyledir: “Dingörevlisi Yahya Theodoros’un oğlu Başdiyakon Theodoros’un oğlu Yuhanna, eskiden verdiği söz üzerine bu mozaiği yaptırdı”. Bu kitabeden de anlaşıldığı gibi, kilisenin bütün mozaikleri, bir kişi tarafından yaptırılmamıştır. Mozaiklerin tamamı adaktır. Gerçeğe uygunluk yönünden ve renk yönünden harikadır. Görülmeye değer güzelliktedir.
Dördüncü kitabeli mozaik, güney nefde olup,16×3 metrelik alanı kaplar. Mozaik üç gruptan teşekkül eder. Kitâbe metni şöyledir: “Serges Paulos Olympios’un oğlu, hastalıktan kurtulduğu için, şükran ifadesi olarak Aziz Panteleon için bu sütunlu holü yaptırdı.”
Panteleon Marmara Bölgesi’nden bir aziz olup, doktorluğun Hıristiyan âlemince piri sayılır. Türklerde ise bilindiği gibi Lokman Hekim karşılığıdır. Fresklerde elinde neşteri ile tasvir edilir. Mabet, MS V-VI. yüzyılda yangın geçirmiş olup, anlaşılamayan sebeplerden dolayı onarılamamıştır. Daha sonraki asırlarda güney nef, hamam veya sarnıca çevrilmiştir. Sıva izlerinden anlaşılmaktadır.
Aphrodisias Mabedi’nin mozaikleri, tahrip olmamaları için bugün kumla örtülmüştür. Mabedin girişinde solda bulunan sütun başlığı üzerinde haç işareti bulunmakta olup, kilisenin apsis kısmı daha fazla korunmuş durumdadır.
Tarihi devirler içerisinde kesintisiz yerleşimin devam ettiği bölgede, sur duvarlarının tekniğinden anlaşıldığına göre MÖ 2. Bin sonlarında kurulduğu düşünülen Aphrodisias kentinde, çokgen taşlı duvar örgüsünün farklı tiplerini görmekteyiz. Farklı tiplerden dolayı buradaki sur duvarlarının dönemi için tek bir tarihi düşünmek zordur.Duvarların tamamı MÖ 2. Bin sonlarında olmadığı gibi, hepsi Helenistik Dönem’e ait değildir. Ancak Helenistik Dönem’e ait olabilecek duvar örgüsü daha fazladır. (Ahmet Tırpan – Bilal Söğüt. OLBA dergisi I– Batı Ovalık Kilikia’da Çokgen Taşlı Duvar Örgü Tekniği) Mabedin batısında, iki koy arasında, eski kanalın kuzey ve güney tarafında antik bir ev, silo ve işliklerin (?) temel izleri Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü elemanlarınca yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılmıştır. Bunların dışında; Taşucu – Boğsak karayolu kenarında, deniz kıyısında bir Bizans Hamamı bulunmakta ve hamamın tonozunun bir parçası sağlam olarak günümüze kalmış bulunmaktadır.Bu temellerin bulunduğu alan, kazıdan sonra korunmak amacıyla toprakla kapatılarak, üzerine Tisan Tatil Köyü yetkilileri tarafından futbol ve basketbol sahaları yaptırılmıştır. Yeşil alan olarak kullanılmaktadır!
Antik Kilikia Aphrodisias kenti bölgesinde sosyal tesisleriyle birlikte, 600 konutluk Tisan Tatil Köyü, yanında 70 konutluk Böke Dinlenme Kooperatifi ile Ziraat Bankası Teknik Elemanlar Kooperatifi, Merkez Bankası Kooperatifi vardır ve Ispartalılar Dinlenme Kooperatifi bünyesinde de bir motel inşa edilmiştir.
Araç gürültüsünden uzak, kuzeyi ve güneyi asırlık çam ağaçları ile kaplı antik Aphrodisias, günümüzde yat turizmine hazırlanmakta, berrak ve temiz denizi, plajı, antik harabeleri ile yerli ve yabancı turistleri beklemektedir. (Bu makale için verdiği belge ve bilgilerden dolayı Sayın Sadi Bayram’a teşekkür ederiz.)
Şimdi sıra Homeros’un İlyada’sında Kahraman Hektor’un Karısı “Kilikialı Gelin” Andromakhe’nin dramını anlatmaya geldi.
Troya’nın Bahtsız Kraliçesi Kilikia’dan Giden Gelin
ANDROMAKHE
Kilikia mitolojisinde pek çok kadının adı geçer. Ama bunlardan en ünlüsü Troya Sarayı’na gelin giden Andromakhe’dir. Başta İlyada olmak üzere pek çok eserde anlatılan bu bahtsız güzel kadını bulabildiğimiz ipuçları ile tanımaya çalışalım.
Anadolu’dan dünyaya ilk yazılı bilgileri veren, antik dönemin ünlü yazarı Homeros olmalı. Troya Destanı olarak tanımlanan İlyada adlı eserinde Kilikia ve Kilikialılar özellikle ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Ama bunların arasında en önemli kişilerden birisi, Kilikia’dan Troya’ya giden ve Anadolu’nun ilk kahramanı Hektor’la evlenen güzel gelin Andromakhe olmalıdır. Dünyada Andromakhe için pek çok eser yaratılmış ve o ölümsüzler arasında özgün yerini korumaktadır.
Toros Dağları sık ormanlıdır. Kilikia bu ormanlı bölgenin ülkelerini barındırır içinde. Kilikia’nın kralı Eeiton’un güzel kızıdır Andromakhe. Dardanos gibi onurlu bir soyla akrabalık kurmaktan kıvanç duyuyorlardı. Biricik kızlarını gelin verdikleri Priamos’un evine gönderirken zengin bir çeyiz hazırladılar. Damat Hektor, dürüst, yiğit bir insandı. Andromakhe ile Hektor birbirleri için yaratılmış uyumlu bir çift idi. Çevrelerine mutluluk saçan bu iki insan sarayda sevgi ve saygı görüyordu. Priamos’un sarayında Hekabe’den doğan on dokuz oğluyla, öbür karılarından olan otuz kadar çocuğu, gelinleri ve damatları ile düzenli bir yaşam sürmekteydiler.
Kahramanımız Hektor, Priamos oğullarının en büyüğü, en yiğidi, halkın gözbebeği, kentin koruyucusu ve efendisidir. Tatlı kadını Andromakhe ile mutlu yaşamları çocukları doğunca daha zenginleşmişti. Oğullarına şehrin efendisi anlamına gelen Astyanaks adını koydular.
Hektor, açık sözlü, açık alınlı, cesur yürekli ve sorumlulukları olan bir kişiyse; eşi Andromakhe de olumlu, erdemli, akıllı-uslu, uyumlu bir kadındı. Elli haneli konakta kayınvalidesine saygılı davranır, görümcesine ve eltilerine sevgi dağıtırdı. Günlerini çocuğuna bakmanın yanında, güzel kumaşlar dokuyarak, ev işleri yaparak geçirirdi. Akşam eve yorgun dönecek olan, büyük sevgi ve saygı duyduğu eşinin rahatını sağlamak için didinen Troya’nın hanımıydı. Bu mutlu çift bir bütünü tamamlayan bir şeyin iki yarısı gibiydiler. Ama mutlu günler uzun sürmedi…
Troya’ya saldıran düşman bu mutluluğun üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Şehir surlarından Boğaz’a uzanan ovayı zaten yıllardır amansız bir savaş kasıp kavuruyordu.
O gün Andromakhe, küçük Astyanaks’ı kollarında taşıyan dadısıyla batı kulesine çıkmıştı. Akhalar’ın çok ağır saldırılar yaptığını duyduğunda kalenin surlarına deli gibi koşmuştu. Tanrılar taraf değiştirmişti sanki. Troyalılar kırılıyordu o gün. Hektor bu durumda, bu korkulu drama çare aramak çabasıyla şehre tapınağa gelmişti. Tanrıları yatıştırabilirse belki kötü talihi değiştirebilirdi. Bu telaş arasında yine de Andromakhe’yi görmeden savaşa dönemedi. Onu çeşitli yerlerde aramış, sonunda batı kapısında bulmuştu.
O anda Hektor’un ellerine sarılan Andromakhe, ağlaya ağlaya yalvardı sevgilisine: “Ne olur gitme, beni yalnız bırakma!”
Eşinden başka kimsesi yoktu Andromakhe’nin. Kötü kaderi çok önce yazılmıştı onun. Kilikia’yı basan Akhilleusbabası Eeiton’un canınakıymıştı. Yedi ağabeyi de öldürülen Andromakhe’nin annesi de çıldırmıştı. Şehri, sarayı yerle bir edilmişti kraliçenin. Andromakhe, başına gelen bu yıkımların nedenini bilemiyordu ama sonucunu da tüm varlığıyla yaşamaktaydı. Ana yok, baba yok, kardeşler yok, yurdu yoktu. Bu yoklar arasında şimdi tek bağlandığı sevgili eşi Hektor’u da kaybetme korkusu sarmıştı benliğini.
Tüm sevgisinin yoğunlaştığı insan Hektor’du artık. Yiğit savaşçı Hektor işte bu savaş arasında Athena Tapınağı’na geldiğinde, Andromakhe ona şöyle yakardı:
Sen bir babasın Hektor, Ulu anamsın benim, kardaşımsın
Arkadaşısın sıcak döşeğimin. Burada kalede kal, acı bana.
Yetim koma yavrumuzu, Dul koma karını.
Bu sözlere ne desin Hektor? Ne yapsın? O koca bir kentin sorumluluğunu yüklenmiştir. Ve yine o bilir ki; “Kutsal İlyon bir gün yok olacaktır”. Uğruna dövüştüğü tüm çevre de yıkılıp gidecektir. Bunların hiçbiri umurunda değildir. Tek üzüldüğü Andromakhe’dir. Yalnız Andromakhe’ye destek olamayacağına, onu güvencesiz bırakacağına dövünür.
“Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa,
dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi”
Hektor böyle söylerken kollarını küçük oğluna uzatır. Çocuk babasının başındaki at yelesinden sallanan tolgasından korkarak annesine döner. Bu heyecanlı buluşma bir anda küçük bir ortak mutluluğa dönüşür. Karı koca gülüşürler yavrularının bu korkusuna. Hektor tolgasını çıkarıp yere koyar. Çocuğu alır bağrına basıp sever, öper. Tanrılara bir dilek sunar; Kendisi ölürse de Andromakhe’nin mutlu olmasını ister.
“Ey Zeus, ey öbür tanrılar,
Benim oğlumun Troyalılar arasında
Babası gibi kendisini göstermesini nasip edin.
Babası gibi güçlü ve mert olmasını,
İlyon’da bütün gücüyle hüküm sürmesini.
Kanlı savaşlarla savaştan dönerken o,
Babasından çok daha üstün bu desinler.
Mutlu olsun anasının yüreği.”
İnsan yurdunu, yuvasını, anasını, babasını, kardeşini neden sever? Onlar varken güven içinde yaşar insan, doğal olarak. Bu duygudur insana mutluluk veren. İşte Hektor da Andromakhe’ye öyle bir destek olmuş ki, ana, baba, kardeş ve yurt yokluğunda bile Andromakhe güven ve mutluluk duyuyor. Ama Hektor da ölürse! Ya Astyanaks, henüz memedeki çocukları, bütün bu varlıkların yerini nasıl tutacak? O annesini yeterince mutlu edebilecek mi? İnsanın içinde bunu başarabilecek bir güç vardır: Homeros bu güce “Menos” demiş. Hektor aslında Anadolu’nun ilk ulusal kahramanıdır.
Troya Savaşı Batı dünyasının Çanakkale Boğazı’ndan Mezopotamya’ya kadar uzanan Küçük Asya’ya bilinen ilk saldırısıdır. Uygarlık ve zenginlikte batıyı çok aşmış olan Anadolu’yu ele geçirmek için ilk savaştır. İşte Priamos oğlu Hektor, Anadolu’nun bu kutsal kalesini sonuna kadar cansiperane korur.
İlyada’da savaş ortakları kısa geçildiği halde, savunmada Anadolu’nun hemen her tarafından güçler katıldığı görülür. Eserde altmış dize tutan bir anlatımda, önce Toros Bölgesi‘ndeki kentler ve ordu komutanları sayılır. Trakya’dan Akdeniz’e kadar uzanan yaygın bir bölgenin adı geçer. Yunanistan’ı yüceltmek, Anadolu’yu küçümsemek amacı ile hazırlandığı açıkça belli olan bu metin bile Troya Savaşı’nın Anadolu boylarınca ne kadar benimsendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Günler geçer. Hektor ile Akhilleus arasında teke tek mücadeleler olur. İlyada Destanı’nın en dramatik sahnesi, kahraman Hektor’un ölümüdür. Tanrılar Hektor’un ölümüne karar vermişlerdir. Hektor yiğitçe dövüşerek can verir. Troya surlarından çığlıklar yırtar ortalığı. Andromakhe odasında mekik dokurken duyar bu vaveylayı. Çılgın gibi dışarı fırlar. Canından çok sevdiği insanın bir araba arkasına bağlanmış, toz toprak içinde sürüklenen ölü bedenini görünce düşer bayılır. Yetişen yardımcıları tarafından içeriye odasına alınır Andromakhe. Hektor’un cenaze töreninde ozanlar arasında görürüz Andromakhe’yi. O da ağıt yakar sevgili kocasına:
Erkeğim benim, göçüp gittin genç yaşında
Gittin, evimizde dul bıraktın beni.
…Ama bana kaldı gene en büyük acı
Ölüm döşeğinde uzatmadın ellerini bana.
Şöyle güzel bir söz söylemedin ki…
Gerçekten de çilesi bitmez Andromakhe’nin. Euripides’in Tragedyası’nda ve daha sonra daha güzel çok daha insanca bir tip olarak,
18. yüzyıl Fransız şairi Racine’nin eserinde canlanır. Yiğit ve bilinçli bir kadın, şefkatli bir ana tipindedir. Jean Anoilh’in Troya Savaşı Olmayacaktır isimli piyesinde de Andromakhe ilginç, çekici bir kadın olarak canlanır, sahnelenir.
Pek açık anlatılamasa da Hektor’u öldüren Akhilleus ve bu savaşta yeralan yiğitlerden Büyük Aias ve Teukros aynı atadan, aynı soydan gelir. Ve Andromakhe’nin de bu soydan gelmesi kaderin bir cilvesi olmalı.
Babası ve annesi öldürülen Andromakhe’nin, Troya prensi Hektor’la evlendikten sonra mutluluğu kısa sürmüştür. Troya savaşında Hektor’un ölümüyle oğlunun da Yunanlılar tarafından öldürüldüğünü görmesi, bahtsızlığını büsbütün artırmıştır. Kahraman kocası da savaşta can vermiştir. Troya’ya giren azgın Yunanlılar, bu Asya şehrini yakıp yıktıkları ve sağ kalanları da esir olarak götürdükleri zaman, bahtsız Andromakhe, Akhilleus’un oğlu, Neoptolemos’un hissesine düşmüştü. Babasının ve kocasının, yedi kardeşinin katili olan birisinin oğluna metres olmak ne kadar acıdır.
Bu bahtsız kadının hayatını eserlerinde canlandıran tragedya yazarları sayesinde Andromakhe’nin adı çeşitli sanat yapıtlarında yaşatılmaktadır. Öte yandan, J. C. Watson tarafından 1877’de keşfedilen bir gök cismine Andromakhe’nin adı verilmiştir.
Aziz Pavlos’un Anısına Yapılan Görkemli Miras
ALAHAN MANASTIRI
Hz İsa’nın havarilerinden Tarsus’lu Aziz Paulus ve yine Tarsus’ta yaşamış Hıristiyanlığın öncülerinden Barnabas, 441 yılında yeni dini yaymak için Kilikia, Konya, Kapadokya ve Antakya’ya maceralı yolculuklar yapmışlardır. Bu azizlerin gezileri sırasında konakladıkları hemen her yerde; bu arada Binbir Kilise olarak anılan Karaman’ın Karadağ çevresinde ve Mut çevresinde anılarına tapınaklar yapılmıştır.
Yöredeki kültürel izler için en akılcı değerlendirmeyi araştırmacı gezgin yazar İrfan Unutmaz yapıyor:
“Bütün bu sözel, yazılı ve fiziksel kalıntıların, Anadolu’nun bin yıldan bu yana son sahipliğini yapan bizlerin eline emanet edilmiş belgeler olması, hangi dinden olursak olalım, bize medeniyetin son 1000 yılının mirasını koruma ve kollama görevi yüklüyor. Çünkü Pavlos’un sözünü ettiği “asıl kurtuluş” göklerde değil; aklın ve bilimin yardımıyla geçmişi koruyup geleceğe sağlıklı bakabilmekte… Kimliğimizle renklendirdiğimiz bu coğrafyayı çoğumuzdan fazla adımlayan Aziz Pavlos’a sadece bu nedenle çok şey borçluyuz.”
Aziz Pavlus ve Barnabas, yeni dini yaymak için yaptıkları maceralı yolculuklarla dönemin ilk “kültür turistleri” olmuşlardı. Bu azizlerin gezileri sırasında konakladıkları yerlerde onların anısına yapılan ve günümüze gelen en görkemli tapınak Alahan Manastırı’dır.
Evliya Çelebi’nin “Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor…” diye anlattığı Alahan Manastırı, Mut’un 20 kilometre kuzeyindeki sapaktan 2 kilometre tırmanılan bir tepe üzerindedir. Orta Toroslar üzerinde 1200 metre yüksekliğinde, Göksu vadisine hakim bir yamaç üzerinde yayılan kompleks bir yapıdır.
Hristiyanlığın yayılma yıllarında dağlık bölgelerde mağara ve kaya oymalarda bir yaşama biçimi gelişmişti. MS 440-442 yıllarında yapılmış oduğu sanılan Alahan Manastırı kompleksi, Batı Kilisesi (Evangelist Bazilika), Manastır, Doğu Kilisesi, kaya oyma keşiş odaları ile çevresinde – içlerinde kiliseyi yaptıran Tarasis’in lahdi de bulunan, mezarlardan oluşmuştur. Lahdin kiatabesinde şöyle yazmaktadır: “Burada çok mümtaz, Flavius Severinus ve Flavius Cadalaippu’un konsüllüğünden sonra İndictio’nun 15. yılının 13 Şubat’ında mukaddes oruçların ilk haftasının Salı günü ölmüş olan, hatırası mukaddes kurucu Tarasis … yatıyor”
İstanbul’daki Ayasofya ile ortak mimari özellikler taşıyan yapı kompleksinde, kiliselerin yapımındaki taş işçiliğinde, usta ellerden çıkmış motiflerle bezeli zengin süslemeler görülür.
Yapı kompleksinde batıda bir bazilika, doğuda büyük bir kilise bulunmaktadır. Kiliselerin doğusundaki geniş avlunun güneyinde dinsel törenlerin yapıldığı dehliz ile iki yapı 115 metre uzunluğunda kolonlu kemerli bir galeri-terasla bağlanmıştır. Kuzey tarafı ise dağa yaslanmaktadır. Galerinin ortasında kalabalık kabartma süsleme ile her yanı işlenmiş büyük bir niş yeralır. Aynı galeride apsisli bir vaftizhane bulunmaktadır. Vaftizhanenin karşısında Alahan Manastırı’nın en görkemli yapıtlarından kaya mezarlar oyulmuştur.
Batı Kilisesi (Evangelist Bazilika): İyi durumdaki Doğu Kilisesi’nin aksine Batı Kilisesi harap durumdadır. Her iki kilise de korent başlıklı iki dizi sütunla üç nefe ayrılmıştır. Narteksten ana mekâna geçit veren kapının söveleri ve hatılı kabartmalarla süslüdür. Aziz Pavlus ve Aziz Pierre figürlerinden başka bir çelengi taşıyan altışar kanatlı Cebrail ve Mikail’in simgesel yaratıkları ezişi, kükreyen aslan, kartal ve öküz sembolleri, İncil yazanların tasvirleri, üzüm salkımları, asma yaprakları ve balık motifleri zengin bir şekilde betimlenmiştir. Estetik ve gerçekçi bir üslupla ustalık sergiler.
Doğu Kilisesi: Terasın doğu ucunda, revaklı yolun sonunda daha geç dönemde yapıldığı anlaşılan kilise, külliyenin en sağlam yapısı olarak günümüze ulaşmıştır.
Önündeki avludan üç giriş kapısı bulunan üç nefli kilisenin üst örtüsü yıkılmıştır. En önemli özelliği kubbeli bazilika şeklinde planlanmış olmasıdır. Orta bölümdeki ana nef ilginç bir görünüm sergiler. Paye ve kolonlarla desteklenmiş dört kemerin üzerinde yükselen bir kule yer alır. Kule yukarıda sekizgene dönüşür ve bunun üzeri kubbe ile kapatılmıştır. Buradaki kubbe İstanbul Ayasofya’da olgunluğa ulaşan kubbe tekniğinin ön örneklerindendir. Kapı sövelerindeki süsler dikkati çeker. Çok düzgün kesme taşlardan inşa edilmiştir. Bizans dönemi Anadolu yapı sanatının eşsiz örneklerinden biridir.
Alahan’ı ilk gören Avrupalı Fransız Leon de Laborde’dir. 1826 tarihinde Alahan’ı ziyaret eden Laborde, el çizimi resimlerini, “Eglise Alahan -1847” isimli eserinde yayımlamıştır. 1893 yılında Headlam, geniş bir araştırma yapmış, bunları “Ecclesiastic Sites in İsauria-1893” adıyla yayımlamıştır. Bir başka araştırmacı, M. Gough ise incelemelerini “Early Churches in Cilicia- 1955” adıyla yayınlamıştır. Son kapsamlı çalışma 1955 yılında İtalyan P. Verzone tarafından yapılmış, araştırmalar Türkçe ve İtalyanca yayınlamıştır. “Alahan Manastırı – Mükerrem Usman”.
GÜLNAR
Beydili – Meydancık Kale
KİRŞU
Meydancık Kale arkeoloji alanı Gülnar’ın 10 kilometre güneyinde, Emir Hacı köyü sınırları içinde, çam ormanları ile örtülü bir alanda yayılır. Arkeolojik sit, doğu batı yönünde uzanan 700 metre yükseklikteki bir tepenin üstünde, uzunluğu 750 metre, genişliği 150 metre olan deveboynu biçiminde bir düzlüktür.
Kuzey yönü dışında, üç tarafı dik ve yüksek kaya duvarla doğal olarak korunmuştur. Denize dik uzaklığı 15 kilometre olup, 35 kilometrelik bir karayoluyla Aydıncık’a (Kelenderis), 65 kilometrelik bir yolla da Silifke’ye (Seleukia) ulaşılır.
Tarihçe: Coğrafi konumu ve zengin sedir ağaçlı ormanları ile antik çağlarda hep bir yerleşim yeri olarak kullanılan Meydancık Kale’de 1971 yılındanberi Arkeolog Alain Davesne başkanlığında Fransız arkeoloji grubu arkeolojik kazılar ve araştırmalar yapmıştır. Elde edilen bulgulara göre, bu eski yerleşim merkezinin geçmişteki yaşantısı şu dönemlerle özetlenebilir:
1- Luviler Dönemi: Bölgesel bir kral kenti (MÖ VII.- VI. Yüzyıl.)
2- Persler Dönemi: Askeri ve idari yerleşim yeri (MÖ V.- IV. Yüzyıl).
3- Helenistik Dönem: Mısır kralı Ptolemaios’ların askeri garnizonu (MÖ III.- II. Yüzyıl).
Bu dönemden sonra terkedilen kale kent, Geç Roma ve Bizans dönemlerine ait yerleşim izleri taşır.
Anıtsal Ana Giriş: Gülnar’dan itibaren bir karayolu, çam ve sedir ormanlarının içinden geçerek, Meydancık Kale’nin hemen yakınındaki doğal bir su kaynağına varır. Kaynağın sağından, arkeolojik sit’in kuzey ucundaki giriş yerine varır. Burada taş döşemeli yol eski bir yokuşu tırmanarak, kalenin ana girişine ulaşır. Burası çeşitli dönemlerden kalma dev dikdörtgen taşlardan (Kyklop) harçsız olarak örülmüş bölümlerden oluşmuştur. Ana burçta yapılan kazılarda, temelin oturduğu ana kayaya inilmiştir. Girişi oluşturan duvarlardan ikisi büyük olasılıklan Yeni Babil Dönemi’ne, (MÖ VII. yüzyılın sonları) tarihlenmektedir.
Saray Yapısı: Güneyde, düzlüğün ortalarında, Saray diye bilinen, aslında Helenistik dönemde yapılmış olan bir binanın (MÖ 334-330) “Yönetim Yeri” olarak kullanılmış olabileceği düşünülebilir. Meydancıkkale Hazinesi – Silifke Müzesi
Saklanmış Hazine: 1980 yılında yürütülen arkeolojik kazılar sırasında, Saray olarak tanımlanan yapının, odalarından birisinin döşeme seviyesinin altına inilmiştir. Burada duvarlara açılmış oyuk içinde, ikisi ağız ağıza ve bir üçüncüsü de onların yanında gizlenmiş durumda üç toprak kap içinde saklanmış bir hazine bulunmuştur. Ptolemaios’lardan kalmış olabileceği düşünülen bu hazine
Makedonya, Selefkos ve Mısır Pteolemaios Hanedanı (MÖ 305 – MS 30) krallarının darbettirdiği, Helenistik Dönem’e ait üç küp içinde 5215 gümüş sikkeden oluşuyordu.
Bu efsane hazine koleksiyonu, orijinal toprak kaplarıyla şimdi Silifke Müzesi’nde sergilenmektedir. Böylesine kapsamlı ve zengin para miktarının burada saklı bulunması, bu yerleşim yerinin zamanında ne denli bir öneme sahip olduğunun kanıtı sayılmalı. Hazine, bir baskın ya da tehlike anında sorumlusu tarafından ileride tekrar alınmak üzere, acele saklanmış olmalıdır. Sahibinin bilemediğimiz önemli bir olay sırasında hayatını kaybettiği, başka bir sırdaşı olmadığından hazinenin yüzyıllardır burada saklı kalmış olabileceği olasıdır.
Kaya Oyma Sarnıç: Saray yapısının hemen yanında kayaya oyulmuş dev bir sarnıç yer alıyor. Kesme kuyu biçimindeki sarnıç 15 metre derinliğindedir.
Pers Kabartmaları: Meydancık Kale sit alanının en belirgin zamanı Pers Dönemi’dir. Persler’den kalan yapılar, sayıca daha fazladır. Bir yazıttan anlaşıldığına göre, bu dönemde kent surları yeniden yapılmış, ana giriş kapısı sağlam bir duvarla korunmuştur. Alanda çok sayıda, Pers stili yontulmuş ve işlenmiş blok taşlar bulunmaktadır. Helenistik Dönem’de başka amaçlarla kullanıldığından, taşlar ihtiyaca göre yeniden işlenmiş ve böylece biçimleri ve üzerindeki kabartmalar “tanınamaz” biçimde zarar görmüştür.
Anıt Mezar: Sit alanı düzlüğünün ortalarında, doğudaki dik kaya duvarın eteğinde bulunur. Buraya kaya duvarın arasından geçen dik bir patika ile inilir. Çevresi kazılıp, temizlenerek yapı ortaya çıkarılmıştır. Pers öncesi döneme, MÖ VI. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen mezar kompleksi iki ana bölümden oluşmuştur. Üstü dev blok taşlarla “iki yanlı” biçimde örülü bir mezar odası ile bunun önünde uzanan sundurmanın (portico) her iki ucunda, insan biçimli sütunlar üzerine oturmaktadır. Burada ilginç olan şudur: Atina’nın Akropolis’inde bulunan Erectheion Tapınağı’nın (MÖ 421-405) Portico’sunda kullanılan karyatidlerde (kadın biçimli sütun) yontu inceliğine ulaşan bu yapı türünün, yaklaşık yüz yıl önceleri Kilikia’da bu yapıda kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Bu insan sütunlar şimdi Silifke Müzesi’nde ilginç bir atmosferde sergilenmektedir. Önceleri açılmış ve boşaltılmış olan anıt mezar, MÖ
V. yüzyılın sonlarında başka bir uygarlıkta ikinci kez yine mezar olarak kullanılmıştır.
Kaya Oyma Mezar Odası: Sit alanının ortalarında batıdaki dik kaya duvarın içine oyulmuş, oldukça yıpranmış bir mezardır. Bu mezarın önemi “Aramik” dilde yazılmış olan kitabesidir. Kitabede, bu yerin adı “Kirşu” (KRŞ) olarak geçmektedir.
Kirşu Kalesi: Anıtsal ana giriş kapısındaki duvara yerleştirilmiş olan taştaki, yine Aramik dilde yazılmış kitabeden, bu yerin MÖ VI. yüzyıldaki isminin “Kirşu” olduğunu öğreniyoruz. Şimdiye kadar elde edilen bulgulara dayanarak, bu yerleşim yerinin şu özelliklerini saptamaktayız:
Kirşu, etrafı surlarla çevrili bir kale idi. Kirşu’da bir “saray” vardı. Bu “Kalekent” Pirundu Kralı Appuashu’ya aitti. Babil Kralı Neriglissar (MÖ 560-556) Kirşu kalesini alarak yakıp yıktı (MÖ 557).
Tarihçe: 1956 yılında D.J.Wiseman tarafından yayımlanan “Yeni Babil Tarihi”nde, Babil Kralı Neriglissar’ın Pirundu Kralı Appuashu’ya karşı MÖ 557-556 yılında giriştiği savaş anlatılırken, Kirşu adında bir kentten söz edilmektedir. Bu kent Meydancık Kale kazılarına kadar hep başka yerlerde aranmıştır. Appuashu’nun ya da Pirundu Krallığı’nın başkenti olan Ura’nın, bugünkü Ura (Olba) ile aynı kent olabileceği, ya da Mut (Claudiopolis)’un eski adı olabileceği, varsayımları üzerinde durulmuştur. Wiseman, Ura kentinin Kirşu’dan 64 kilometre uzakta bulunduğunu yazıyor. Üstelik Ura komşu ülkelerle, özellikle Ugarit Krallığı’yla deniz ticareti yapan bir kent olarak da bilindiğine göre, Ura’nın ne bugünkü Ura (Uzuncaburç’un mahallesi) ve ne de Mut olmadığı ortaya çıkmıştır.
Çok açıklıkla Ura, Kirşu’dan 64 kilometre uzaklıkta bulunan, Selefkos Nikator’un krallığı sırasında, (MÖ 296-280) Holmi (Taşucu) halkını getirerek yerleştirdiği ve yeni bir düzenleme ile kendi ismini vererek, adını Seleucia (Selefkos kenti) adını koyduğu, bugünkü Silifke’nin Selefkos’tan önceki kent olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Yani Ura Silifke’nin yerinde idi ve çeşitli dönemlerde “Hyria” ve “Harrua” gibi isimlerle anılmıştı. (Celal Taşkıran – İSK Bülteni. Kasım 1992)
Zeyne’de Meftun Bilge
ŞEYH ALİ SEMERKANDİ
Şeyh Ali Semerkandi Türbesi, Gülnar-Mut karayolunun 26. kilometresindeki Zeyne, bugünkü adıyla Sütlüce kasabasındadır. Yabancı isimlere olan “bilgisizce tepkimiz” ne yazık ki bir Türk ve Müslüman bilgesinin adını taşıyan Zeyne gibi 1000 yıllık bir yerleşimin de ismini Sütlüce olarak değiştirivermiştir. Zeyne Türbesi olarak bilinen Şeyh Ali Semerkandi Türbesi, bir Anadolu Beylikler Dönemi eseridir. Eskiden kendisi bir kaza merkezi iken şimdi Gülnar sınırları içinde kalan Zeyne de (Sütlüce), Şeyh Ali Semerkandi’nin Camii ve Türbesi bulunmaktadır.
Ferman
Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Ali ve evlatlarının berâtının yenilendiğine ve bütün vergilerden muaf olduklarına dair ferman.
Tarih: Abdülmecid Dönemi. Hicri: 06.07.1255 / Miladî: 15.09.1839 Konusu: Yabanâbâd Kazası’na tabi, Şeyhler köyünde yer alan Sığırcıksuyu’na mutasarrıf Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Ali ve evlatlarının berâtının yenilendiğine ve bütün vergilerden muaf olduklarına dair.
Yazı çeşidi: ferman. Dîvânî hat ile yazılmıştır. 19 satırdır. Tuğra ve tezyinatı: Altınla çekilmiş tuğra siyah tahrirlidir. Kaynak: Osmanlı Arşiv Belgeleri http://www.seyhalisemerkandi.com/
Cami avlusunun biraz ilerisinden kaynayan “Düden” suyu geçiyor. Kesme taştan kemerli bir kapısı olan mescidin içinde ve mescitten günümüze kalmış olan, ahşap direkli, ahşap çatılı mescit kısmına yapılan eklentide mezar odaları yer alır. Asıl mezar yeri geniş bir bahçe içerisindedir. Yapı gurubunun aslında bir külliye şeklinde olması gerekirken; günümüze sadece “türbe” ayakta kalabilmiştir. Külliyeye sonradan modern bir cami ilave edilmiştir. Türbe yapısının Vakıflar Müdürlüğü’nce restorasyonu yapılmış, ziyaret edilebilir durumdadır. 1960’larda yerinde inceleme yapan İbrahim Hakkı Konyalı, 1965’ de yayınladığı kitabında buradan söz ederken şöyle demektedir.
“Kesme taşla yapılmış mabedin içten içe uzunluğu 10×11.5 metredir. …Taş mihrabı hafif stelaktidlidir. Bu 1421 yılında yapılan bir cami kitabesidir. Yaptıranın adı, Ahmet Paşa oğlu Musa Bey olarak açıklanmıştır. Mescid, türbe, zaviye ve kabristandan teşekkül eden bu külliye Ahmet Paşazade Musa Bey’in yaptırdığı caminin sağındadır. Mescidin içten içe uzunluğu, 8.85×12.80 metredir. Üst kısmında hiçbir yerde görmediğimiz süsler vardır.”
Baba adı Yahya Şirvan olan Şeyh Aliyy-i Semerkandi, 1432 yılında Sultan İbrahim İbn-i Karaman zamanında bölgeye gelmiş ve 1455 yılında ölmüştür. Şeyh Ali Semerkandi için bir de efsane anlatılır: Gençliğinde çobanlık yaptığı sırada kızgın bir yaz günü, öğle sıcağında geçer öykü:
Efsanedeki ağaç ve pınar.
Susuzluktan yanmış durumdaki sürüsü için, yoldan geçen bir Türkmen genci, bilgeyi sert sözlerle eleştirir. Düştüğü duruma ve acı sözlere üzülen Semerkandi, tanrıya yalvararak, dua eder ve elindeki tli
asayı kayalara saplar. Dua kabul olmuştur. Sopanın girdiği yerden su fışkırıp, bir pınar kaynar… Günümüzde de Türbe yakınındaki, ulu çınarın altındaki mesire yeri çevreye hayat vermektedir.
Evliya Çelebi ve Kasaba-i Zeyni Şerif
Bu kutsal alan için ilk bilgiler 1746 yılında burayı gezen Evliya Çelebi’ye ait. “Kasaba-i
Zeyni Şerif” başlığı altında şunları yazmış:
“…onu (tılsımlı kaleyi) geçip ona bir top menzili yakınında akan Kurtsuyu’na geldik.
Kurt Nehri, Demaz (Toros) dağlarından gelip Mut Nehri’ne yani Göksu’ya karışır. Bu nehri geçerken seyishane güçlükle geçti, … şiddetli (akan) nehirdir. Oradan yarım saat seyrek ağaçlı ormanlar aşıp, Zeynî Şerif Kasabası’na vardık.”
Zeynî Şerif kasabası: Silifke Sancağı’nda 150 akçe şerif kadılıktır ve nahiyesi 38 köydür. Bin guruş hâsıl olur. 200’den fazla toprak örtülü, bağlı bahçeli, mamur ve şirin kasabadır. Ve bir cennet bağına benzer bir türbenin içinde Hazret-i Şeyh Ali-i Semerkandî ,7 nefer; muhterem evlatları ki, Resulullah’m temiz soyundandır, bir altın âlemli kubbe içinde medfunlardır. Zeynî tarikatındandır, 300’den fazla dervişi vardır.
Söylenceye göre Zeyne’de yaşamış kutlu kişinin asasını vurup da su çıkardığı doğal havuz ŞARLAK ve tarihi ulu çınar ağaçlarının altından kaynayan sulardan Şükran Pınarı5-6 km. aşağıda Göksu nehrine kavuşur.
“Bir gece orada konuk olup zikir halkasında tevhîd-i erreye girip fukaralarıyla kucak kucağa olup mest olup zevk ü safalar ettik. Oradan sabahleyin Çelebi (ev sahibimiz) (bey)efendiden izin alıp, kılavuzumuz: (yerel rehberimiz) olan suhtelere tembih edip, “Bu ağayı başkasına kıyas etmen. Hatırını sayıp bir hoş götürün” deyip vedalaştık.”
Buradan çeşitli bilgiler veren İ.Hakkı Konyalı; “Mescitde, türbelerde, sandukalarda burasını yaptıranın, yatırların adlarını ve ölüm yıllarını gösteren hiçbir kitabe bulamadık” der.
Şeyh Ali Semerkandi’nin yalnız olmadığını biliyoruz. Yedi kişiydiler. Ancak onlardan birini, yine efsane olmuş Şıh Omar’ı yani Şeyh Ömer’i analım:
ŞEYH ÖMER
Gülnar-Ermenek karayolunun 10. kilometresinden sola sapıldığında 3 kilometre sonra Şeyh Ömer köyüne varılıyor. Köyün yamacındaki 6 oluklu çeşme 1963’de onarım görmüş. Yanında iki kademeli üzüm-zeytin ezme yeri, selik var. Şimdi adı Ilıpınar. Köyün eski adı buradaki bir yatırdan geliyor.
Türbenin güneyinde Roma devrine ait kaya oyma üzüm ezme yerleri ve mezar kalıntıları gözleniyor. Yamacın aşağı kesimlerinde değirmen kalıntıları var. Adılı
kavak’ta dere içinde bulunan kaya mezar 2×2.5×1.5 metre ölçülerinde. Kaynaklara göre aslı Buharalı olan Şeyh Ömer altı arkadaşıyla birlikte öğrenim için Konya’ya gelir. Burada eğitim ve öğrenim görür. Öğrenim sonunda arkadaşları çevre köylere yerleşirler. Şeyh Ömer de günümüzde adını taşıyan köye gelir, yerleşir.
Gülnar çevresinde onun yaşadığı günlere ait bir efsane anlatılır:
Günlerden bir gün Selçuklu devletinin Atabeyi Mübarizeddin Ertokuş Bey Anamur’un Mamuriye Kalesi’ni almak için sefere çıktığında yolu bu köye düşer. Şeyh, beyi ve askerlerini konuk eder. Askerlere bir tencere yemek, atlara da bir tas arpa ile bir tutam saman koyar. Bey bunu görünce öfkelenir. “Bre adam, bizimle eğlenir misin? Bunca kişi bir tencere yemekle doyar mı, bir tas arpa, bir tutam saman bunca ata yeter mi?” diye haykırır. Şeyh Ömer sesini çıkarmaz. Askerlere karınlarını doyurmalarını, torbalarını doldurmalarını söyler. Askerler de atlar da verilenle tıka basa doymuşlardır. Yiyecekleri tükenmek bilmemiştir.
Bey, Şeyh’in kerametine şaşar, onu da sefere çıkarmak ister. Şeyh arkadan yetişeceğini söyleyerek başka bir yoldan kaleye gider. Gün kararıp akşam olunca, çevredeki öküzlerin, keçilerin boynuzlarını mumlarla donatır, hayvanları kaleye sürer. Kaleden bir ışık karmaşası görenler çevrenin kuşatıldığını sanır. Şeyh de tek başına cenge girip kaleyi 1228 yılında fetheder! Artık geri dönme zamanıdır. Anamur’dan sabahleyin yola çıkan Şeyh Bozyazı ilçesini geçtikten sonra ilçenin doğusunda Atabeyi Ertokuş Bey ve ordusu ile karşılaşır. Kalenin fethinin gerçekleştirildiğini bildirerek, Anamur ‘un Mamure Kalesi’nin anahtarlarını Kumandan Ertokuş Bey’e teslim eder. Bu duruma Ertokuş Bey iyice şaşırır. Şıh Ömer’e biraz daha saygılı davranması gerektiğini düşünür.
Kalenin anahtarını alan Ertokuş Bey ordunun burada konaklamasını ister. Burası etrafı düz bir alanla çevrilmiş, orta yerinde ise yüksek tepe bulunan bir yerdir. Bu tepe, denizi yukarıdan kuşbakışı görmekte ve kontrol etmektedir. Asker dinlenir. Ertokuş Bey buraya bir kale yapılmasını ister. Şıh Ömer’in ermişliğine ve yanında bulunan softalarına izafeten kalenin adını “Softa” olarak koyar.
Softa kalesi, Bozyazı ilçesinin doğusunda ve denize hâkim yüksekçe bir tepe üzerindedir. Mübarizeddin Ertokuş Bey, Şeyh Ömer’in anısına kalede bir cami, köyünde de bir türbe (anıt mezar) yaptırır.
Anıt Mezar Anamur yolu üzerindeki Anıt Mezar sekizgen planlıdır. Düzgün kesme taşlarla örülen mezar yapısı, sade bir mimari üslupla yapılmıştır Türbenin, doğu, batı ve güneye bakan taş işlemeli üç penceresi vardır. Günümüzde kubbe beton yapıdadır. Eski hali hakkında bilgi bulunmamaktadır. Kitabesi de olmadığından türbede yatan kişi hakkında bilgi yoktur. İçinde orijinal kaynaklı hiçbir eşya yoktur. Bahru’l-Ulum adlı Kur-an tefsirinin yazarının türbesi olduğu söylenmektedir. (Kaynak: Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü arşivi)