Tarihin Kaydettiği İlk Feminist Kadın
KRALİÇE PUDUHEPA
Puduhepa adını koruyucu tanrıçası İştar’a değil, Hepat’a borçluydu. Dualarından birine bakılırsa “Hepat”, Güneş Tanrıçası’nın Hurri dilindeki karşılığıydı. “Hattuşa Ülkesi’ndeki adın Arinna’nın Güneş Tanrıçası, Sedir Ülkesi’nde ise adın Hepat. Ve ben Puduhepa, baştan beri hizmetkârınım”.
Puduhepa, kimilerine göre Hillary Clinton’ı anımsatıyor biraz. Birkaç yıl önce internette dolaşan yazıda Hillary hakkında bir anekdot dolaşmaktaydı: Hillary bir gün memleketine gider ve bir benzinlikte durur. Benzinliğin sahibi, dans dersinden tanıdığı ve eskiden ona kur yapmış olan bir arkadaşıdır. “Benimle evlenmiş olsaydın”, der Hillary’e; Hillary başını sallar, şöyle der gülümseyerek: “Hayır dostum, seninle evlenseydim sen şimdi Birleşik Devletler Başkanı olurdun.”
Puduhepa ve babasının adları Hurrice’dir. Puduhepa kendini Hurri Tanrıçası Hepat’ın hizmetkârı olarak görüyor; ama aynı zamanda kendisini ‘Arinna’nın- Güneş Tanrıçası’nın sevdiği’ diye adlandırıyordu. Puduhepa’nın babası Bentip, antik Saros (Seyhan) Irmağı’nın kaynağı olan Kizzuwatna ülkesindeki Lawanzantiya’lı (Elbistan) bir rahipti. Araştırmacılar Puduhepa’nın soylu olup olmadığı konusunda hemfikir değil; ancak Hattuşa’da her düzeyde birbiriyle hısım-akraba olan egemen tabakası dikkate alınırsa, uzaktan da olsa akraba olması mümkündür.
Puduhepa büyük bir olasılıkla büyük ikna yeteneğine sahipti. Ve insanları kazanmayı çok iyi biliyordu. Puduhepa uzlaştırıcıdır, barış taraftarıdır. Komşu ülke yöneticilerine etkileyici mektuplar yazarak uzlaşma ve barış dileklerini anlatır. Bunlardan birini aktarmak ilginç olabilir.
Kadeş Antlaşması
MÖ 21.11. 1259 tarihinde Firavun II. Ramses’in huzuruna üç Hititli elçi çıkar. O dönemde Mısır’da altından daha kıymetli olan gümüş bir levha sunarlar. Bu gümüş tabletteki yazının altında Hattuşili ile Puduhepa’nın mühürleri yeralır. “Hattuşa Ülkesi Prensesi, yeryüzünün efendisi Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın gözdesi, Tanrıçanın hizmetkârı, Kizzuwatna ülkesinin kızı Puduhepa”. Kral ile aynı konumda olan bir kraliçe. Yazının özü şudur: “Büyük kral Mısır kralı ile büyük kral Hattuşa kralı arasında tüm zamanlarda savaş yapılması tanrılar tarafından yasaklanmıştır.”
Bu anlaşma devletler hukuku alanında dünyanın ilk antlaşmasıdır. Bugün New York’taki Birleşmiş Milletler Binası’nın duvarında asılıdır.
Bu levha mektuptan çok etkilenen firavun Ramses “ileri görüşlülükte” Hattuşili’den geri kalmamak için kendi ülkesindeki kadınların da önemli işler üstlendiğini vurgulamak ister. Cevaben Ana kraliçe Tuya ve büyük kral eşi Nefertari, Puduhepa’ya mektuplar yazarlar.
Barış Antlaşmasını takiben Hattuşili’nin büyük kızı Ramses’e gelin gider. Bu düğün ise Ramses’in yaptırdığı granit bir dikilitaş’ta anlatılır.
“Tüm varlığımızı ona verelim.
Özellikle de büyük kızımızı ona,
yaşayan tanrıya verelim ki,
bize barış getirsin ve yaşayabilelim.
Büyük Ramses.”
Levhadaki ifade Ramses tarafından biraz da çarpıtılmıştır. Aslında gelin olarak gönderilen öz kızları değil evlatlık imiş.
Tarsus’un efsaneleri çoktur. Ama birisi var ki o henüz yeni araştırılmaya başlandı. Donuktaş ya da Dönüktaş olarak anılan gizemli yapı için kısa bir gözlemin sonuçları aşağıya aktarıldı.
Tarsus’ta Gizemli Bir Mabet
DONUKTAŞ / DÖNÜKTAŞ
(Sardanapal’ın Mezarı mı?)
Mersin’in Tarsus ilçesinde bulunan dikdörtgen planlı, iç içe bölümleri bulunan Donuktaş adlı yapı yöredeki anıtların en eskisi olarak bilinmektedir. Halk arasında Dönüktaş, Donuktaş ya da Donukkaya olarak adlandırılan yapı, antik Tarsus kentinin dışında, bugünkü ilçenin Tekke mahallesindedir. Deniz seviyesinden 20 m yüksekte, Berdan Çayı’nın (Kydnos) sağında yer almaktadır.
Eski Kilikia
1852-1853 yılları arasında Kilikia bölgesine yaptığı seyahat sırasında yöremizi gezen Doğu Bilimci Victor Langlois’un 1861 yılında yayımladığı “Eski Kilikia” adlı eser M.Rahmi Balaban tarafından Türkçeye çevrilmiş, Mersin Halkevi yayınları kapsamında 1947 yılında, Yeni Mersin Matbaası tarafından basılmıştır.
Bu kaynak eserde Donuktaş hakkında bilgiler vardır. Özüne dokunmadan sayarsak; 1836 yılında Çukurova’da İbrahim Paşa, Tarsus’un Fransız Konsolosu Gillet’e ordusundan uzman bir ekip vererek Donuktaş’ta araştırma kazısı yaptırır. Victor Langlois Kilikya’da bir Gezi kitabında şöyle anlatıyor:
1- “Jille ortadaki mikaba, (kare biçimli yapı) barut koyarak patlatmak istedi ise de patlamadı. Sonra kazı yaparak beyaz mermerden bir parmak buldu. İhtimal ki içerde bir heykel vardı. Jille, 1839 da Dönüktaş’ın sırrına vakıf olmaksızın terk etti.” Yazının devamında ise; “Buraları dolaşan gezicilerin hepsi, Dönüktaş’dan bahsetmişlerdir. İlk evvel sefir Barbarro 1545 de yazdığı eserinde buraya (Dönüktaş) ‘bir saray idi’ der” demektedir.
2- Pollakos, “zelzeleden yıkılmış bir binanın alt katıdır” der
3- Tarsus’ta günlerce kalarak incelemede bulunmuş olan Mc Ketner, “… ne olduğu malum değil, yalnız Jülliyen Aposta’nın kemiklerinin İran’dan Tarsus’a naklonularak muhteşem bir mezar yapıldığını, Yunanlı Pagan Tarihçi Zosimos’u nakletmektedir.” der.
4- Karaman ilinin yalnız sahillerini dolaşan ve Tarsus’u ziyaret eden
Amiral Beaufort, yalnız Mc. Ketner’in sözlerini kayıt ile yetinmiştir.
5- Tarsus’ta Fransa Konsolosu Gillet’nin gezdirdiği, 1836 yılında Kazanlı iskelesinden Tarsus’a gelen, Anadolu’nun büyük bir kısmını adım adım dolaşan Fransız gezgin Charles Texier Paris’te yayınladığı “L’Asie Mineure” (Küçük Asya) adlı eserinde Donuktaş hakkında, “Burası belli ki Kilikia’da pek çok olan kâhinlerden birinin meskeni idi” diye yazmıştır.
6- İngiltere hükümeti tarafından Dicle ve Fırat havalisini incelemekle görevlendirilen General F. Rawdon Chesney aynı sene içinde Dönüktaş’ı ziyaret etmiştir. General Chesney, Tarsus Fransız Konsolosu’na bu hususta şöyle bir mektup yazmıştır: “sağlamlığı ve taksimatlarının sadeliği itibariyle Dönüktaş gördüğüm âsârın (eski eser) en fevkalâdesidir. Zannederim ki burası mezarlık olarak yapılmıştır. ‘Dorider’ mabedidir”. Sonraları, “Fırat Vadisinde Araştırma” adlı eserinde ise: “Dönüktaş ihtimal ki bir Jüpiter mabedidir” diyor.
7- Dönüktaş’ta Suriye sanatının etkisi pek açık görülmekte olup, General Chesney’in her iki iddiası da yanlıştır. L. Delaporte (1874-1944) Tarsus Fransız Konsolosu’nu sözlü bilgilendirmiş ve bu bilgi içeriği konsolos tarafından Fransız Dâhiliye Nezareti’ne telgrafla şöyle bildirilmiştir: “Dönüktaş Kahramanlar devrinde yapılmış bir mezardır”.
8- Dönüktaş’ı tetkike memur Raoul Rochet, Akademinin bir komisyonu namına: “… mahalli ananeye (yerel geleneklere) Yunan sanatı ilavesiyle yapılmış bir mezardır” diyor.
9- Hollanda’nın Tarsus Konsolosu Barker, 1835’de yazdığı “Kilikia” adlı eserinde; “Donuktaş bir kral ailesi mezarıdır. Fakat Serdanapal’ın mezarı değildir. Çünkü Serdanapal Ninova’da yakılmıştır.” demektedir.
Görüldüğü gibi Dönüktaş üstüne olan fikirler böyle karışıktır. Yerel bir söylenceye göre: “Dönüktaş eskiden bir hükümdarın sarayı olup Gözlükule üzerindeymiş, Hükümdar burada kızı ile yaşıyormuş, zamanın Peygamberi bu hükümdara darılarak sarayına tekme vurmuş. Saray ters dönerek yuvarlanmış ve bugün bulunduğu yere düşmüş. Ve hükümdar ile kızı altında kalmış.”
Tarsus yöresinde çok rastlanan, Roma dönemine ait bir metal para üzerinde (sikke) Dönüktaş’ın kabartma resmi vardır.
Bu anlatılanlar bir yana, Donuktaş anıtsal yapısı, Langlois’nın yanlış tanısı nedeniyle arkeoloji literatüründe ‘Sardanapal’ın Mezarı’ olarak geçer. 2000 yıl önceleri Strabon’da ayni şekilde yazmıştır: “9. Sonra Kalykadnos yakınındaki yerle aynı adı taşıyan Zephyrion’a ve denizden biraz yukarda bulunan ve Aristobulos’a göre Sardanapallos tarafından kurulmuş olan Ankhiale’ye gelinir. O Sardanopallos’un mezarının burada olduğunu…” (Strabon. S..202-C672)
Gayet kalın dış duvarların uzunluğu 115 m, yapının genişliği dıştan dışa 43 m, yüksekliği 7 m, kalınlığı 6.60 m’dir. Bu özellikleri taşıyan yapının MÖ II. yüzyıla tarihlenebilen bir Roma mabedi olduğu tartışılmaktadır. Prof. Dr. Nezahat Baydur’un yaptığı arkeolojik kazı çalışmalarından, bu yapının tapınak olduğu savına varılmıştır.
Mitra Tapınağı mı?
Donuktaş’la ilgili olasılıklar arasında en çok ilgiyi çekeni bir Mitra Tapınağı olma olasılığı. Çünkü Mitra dini Hristiyanlık öncesi Tarsus’ta o dönemin dünyasında hızla yayılmış ve MS 4. yüzyıla kadar etkisi devam etmiş bir inanç sistemidir.
Donuktaş’ta daha önce yapılan kazı çalışmalarında çok sayıda kandil bulunmuş olması da buranın bir tapınak olma ihtimalini desteklemektedir. Tapınak olduğu kesinleşmiş olsa da çelişkili tarihlemeler söz konusudur. Yapının çok eski dönemlerde bir Pers tapınağı olarak inşaatına başlanmış ve bitirilememiş olduğu kabul edilebilir. Çok sonraları Jüpiter mabedine dönüştürülmüş olması da akla uygun düşer. Roma İmparatoru Kommodus’un bu anıtsal yapıyı onartarak anısına sikke bastırması bunu açıklayabilir. Kaldı ki Kommodus MS 190′ dan sonra kendini Herakles ve eski Tarsus tanrısı Sandon ile özdeşleştirmişti. Bu tapınağın üzerinde (olasılıkla 526 yılındaki Kilikia depremiyle yıkılmadan önce) 20 m. yüksekliğindeki sütunlardan söz edilir. Bu anıtsal tapınak Didim’deki Apollon Tapınağı ile benzerlikler sergiler.
Bu düşünceler tapınağın binlerce yıllık tarihini sergilemektedir.
Zamanı Betonla Durduran Mabet: Donuktaş
“Türkiye Arkeolojisi ve İstanbul Üniversitesi / 1932 – 1999” kitabının Tarsus Donuktaş bölümü yazarı Prof Dr. Nezahat Baydur’un yazısından alıntılar: “Kazı öncesi durumu ile 5054 metrekarelik bir alanı kaplayan ve bir tapınak görüntüsü olduğu kuşku götürmeyen bu anıtsal yapı, kuzeydoğu güneybatı yönünde uzanan bir dikdörtgen biçimindedir.
Duvarlar Roma betonundandır. Harç olarak, konglomera (yığışmış kum taşı) parçaları kullanılmıştır.
Yapının 20 basamaklı kaide üstüne oturduğu saptanabilmiş ve 11.57 metre yükseklikteki bu kaidenin dar yanlarının 50.70 metre, uzun yanlarının 106.80 metre olduğu ortaya konmuştur. Günümüzde ayakta duran 6.50 metre genişlikteki beton duvarların üstünde, duvarın ortasını işgal eden kireç taşından yapılma duvarın 3.20 metre yükseldiği anlaşılmıştır.
Tapınağın ana mekânını çevreleyen beton duvarların üstündeki kireç taşı bloklardan yapılma duvar, çevredeki sütun çemberinin bulunduğu alanı örten çatıya kadar yükselmektedir.
Doğu ile batı arasında önemli yol üstünde bulunan Tarsus’taki tapınakta, teknik açıdan (beton kullanımı) Küçük Asya yapılarında eşi görülmeyen ve başkent Roma yapılarını örnek almış alan anıt, Yunan-Roma tapınak mimarisinin en büyük ve en görkemli örneklerinden biridir.”
Donuktaş yapısı özel ayrıntılar sunuyor.
1- Dıştan bakıldığında kanyon tarzında yükselen duvarlar konsollarla desteklenmektedir. Yaklaşık beş metre aralıklarla çıkıntı yapmış, yine dökmetaş ile berkitilmiş konsollar ilgi çekicidir.
2- İçten görünümde de yine kanyon tarzında yükselen duvarlar; bu kez eş kademeler şeklinde üst üste dökme beton bloklar halinde yığılma görüntüsü arzeder.
3- Donuktaş yapısı içinde bir başka gizem ise nereye ulaştığı bilinmeyen tünellerin olması. Söylencelere göre bu tünel galerinden birisi, Tarsus’un merkezindeki antik yola bağlanıyormuş!
Tapınağın Geçmişinden Bir Giz: Ayasofya’daki Güzel Kapı
İstanbul Ayasofya Müzesi’nde Tarsus Donuktaş’tan sökülüp götürülen “güzel kanatlı” bronz kapılardan söz edilir.
Bizans tarihinde önemli bir akım olan İkonoklazma (tasvirkırıcılık) döneminde (726-842), Ayasofya’daki bütün figürlü resimler yok edilir. Bu dönemde, antik çağa ait bir binadan alınmış, tunçtan çok güzel bir çift kapı kanadı, kilisenin güney tarafındaki girişine (iç narteksin güneyinde) yerleştirilmiştir. Kapı, İmparator Theophilos (829-842) tarafından, Tarsus’ta bulunan ve MÖ II. yüzyıla tarihlenen bir tapınaktan getirilmiştir. Bu kapı Bizans’ın Tarsus’u yeniden almasının anısına, Donuktaş mabedinden sökülüp deniz yoluyla İstanbul’a getirilmiş ve yapımı süren Ayasofya kilisesine montajı yapılmıştır. Kapının göbek levhalarına IX. yüzyıl monogramları çizilidir. Bir kanadın üzerinde “Mikhail Nikator” (Muzaffer Mikhail) yazısı bulunmaktadır.
Kapı ile ilgili olarak Kasım/Aralık 2010/42 sayılı Tarsus’ta çıkan “Aratos” dergisinde Ayşe Yetmen’in yazdığı Ayasofya ve Tarsus’un Güzel Kapısı makalesinden alınan aşağıdaki bilgilendirici satırları okuyalım:
“Kapılarıyla ünlü Ayasofya’nın adından en çok söz ettiren de kuşkusuz çıkıştaki kısmen zemine gömülü M.Ö. II. yüzyıldan kalma Tarsus’tan getirilerek burada kullanılan devasa büyüklükteki bronz kapıdır.
Tarihçiler, Tarsus’un güzel kapısına ilişkin olarak, ‘Kilikia zaferinden sonra Tarsus ve Mopsuestia’nın kapılarını getirildiğini belirtirler.
Güzel Kapı, Beautiful Gate ya da Splendid Door; Tarsus’tan, bir pagan tapınaktan İmparator Theophilos (829–842) tarafından İstanbul’a getirtilen ve Ayasofya’ya armağan edilen bronz kapının tarihteki adıdır. Sanat Tarihçiler M.Ö. II. Yüzyılda yapılan kapı için, ‘Tuncun böylesine oya gibi işlendiği daha eski bir örneği görülmemiştir’ der.”
Donukkaya ve Stonehenge
Dünyanın en çok turist çeken yerlerinden birisi, İngiltere Salisbury´deki Stonehenge´dir. Kimlerin, ne zaman ve ne amaçla yaptıkları hâlâ kesin olarak bilinmeyen Stonehenge, gerçekten de çarpıcıdır ama acaba dünyada tek midir? Belki veya değil. Bir adayımız var; Tarsus´daki Donukkaya veya Dönüktaş ya da Donuktaş… İsminin kökeni şimdilik bilinmiyor. Bir dikdörtgen şeklinde, uzun kenarları dıştan 115 m, içten 87 m, genişliği 42 m, yüksekliği ise 8 m. Stonohenge gibi, neden yapıldığı bilinmiyor. Birkaç kazı yapılmış, Asurbanipal´in mezarı olduğu söyleniyor. Kral burada Persler tarafından öldürülmüş ve gömülmüş. Ama bu pek geçerli bir iddia değil çünkü böylesine görkemli ve ünlü bir kralla ilgili birşey bulunmuş değil ve bazı uzmanlara göre Donukkaya, Asur döneminin çok öncesinden kalma.
Kazılarda sadece Roma döneminden kalma birkaç silah ve kemikler bulunmuş. Duvarların yapısı garip çünkü dıştan baktığınızda duvarların üstünün temelinden geniş olduğu görülüyor yani temelde 5 m kalınlığı olan duvar, tepede 8 m’ye kadar genişliyor. Veya altta bir dikdörtgen temel var, üzerine daha geniş bir dikdörtgen konulmuş. Yapının içinde enine bir dikdörtgen daha var ama ne duvarlara ne de içerdeki yapıya inen veya çıkan bir bağlantı yok. Yani ne merdiven kalıntısı var ne de başka birşey. Ama daha da garibi, Donukkaya’nın dışarısı ile de bağlantısı yok yani kapısı da yok. Sonraki yüzyıllarda birileri duvarın bir yerini yıkıp, bir giriş açmışlar.
Donukkaya’nın Yedi Uyurlar mağarasına yakın olması bir başka ilginç olay.
Sonuç olarak Donukkaya çok ilginç bir yer. İngilizler kadar fırsatçı olsaydık herhalde Donukkaya turistlerle dolup taşardı. İsmi bile tartışmaya açık. Dönüktaş ne demek? Nereye dönük? Uzaya mı? Gizem turizmi bunları çağrıştırıyor. Ve düşündürüyor. Unutmayalım ki Eric Von Daniken’in rehberliğinde yapılan turist grupları dünyanın gizemli yerlerini dolaşarak milyarlar kazandırıyor ve üstelik Türkiye’ye geliyorlar.
Asurbanipal/Sardanapal’ın Mezarı Olsun!
Eric von Daniken gibi yazarımız olsaydı eğer, bu kadar bilinmezi barındıran Donuktaş’ın öykülerini birleştirip – hayal bu ya; Burası – soru işaretleriyle, “Sardanapal’ın, Asurbanipal’in mezarıdır” denseydi, Donuktaş’ın çevre temizliği yapılıp dünyaya açılabilseydi, bir görsel çekim merkezi yaratsaydık ne olurdu acaba?
Tarsus’u Anadolu’ya Açan :
KİLİKYA’nın KAPISI
Gülek Boğazı
Gülek Boğazı ve yöresini anlatmadan önce Boğaz’ın açıldığı, yaşadığımız toprakları kısaca tanıtmak gerekir.
Adana ve Mersin illerinin tamamını kapsayan toprakların adı tarihi içinde, (Cumhuriyet dönemine kadar) Kilikia olarak anılmıştır.
Bölgeyi bir taraftan deniz diğer taraftan ise sadece birkaç noktadan geçit veren Toros dağları çevirmektedir.
En önemli geçitlerden biri de “Kilikia Kapısı” diye adlandırılan ve Pozantı yolu üzerinde bulunan dar bir geçittir. Hitit mitolojisinde bu geçidi Hititlerin denize doğru ilerlemesini sağlamak için bir boğanın boynuzlarıyla açtığı anlatılır.
Romalı Septimius Severus’un, Pescenio Nigro’yu 194 yılında Issos’ta yenmesinden sonra Kilikia Kapısı’na bir zafer takı inşa edilir. Zafer takının üzerinde de bir Quadriga (dört atlı araba) anıtı yerleştirilir. Bundan dolayı Kilikia’da her beş yılda bir “Severa Olympia Epineikia” adı altında oyunlar düzenlenmekte olduğunu biliyoruz..
Gülek Boğazı ve Kalesi
Adana’ya 116 km, Tarsus’a 62 km uzaklıktaki Gülek Boğazı eski dönemlerde Kilikia Kapısı olarak bilinmektedir. Coğrafi konumu nedeniyle tarihte önemli
olaylara sahne olmuştur. 1833 yılında Anadolu’ya sefer yapan İbrahim Paşa, oldukça küçük olan boğazı, toplarını geçirebilmek için genişletmiştir. Gülek Beldesi’nden orman yolundan yaklaşık 3-4 km. mesafedeki kaleye ulaşılır.
Gülek Beldesi’nin kuzeydoğusundaki kale, geçmişdönemde Kilikia’nın önemli kapılarından birini denetlemek ve güvenliği sağlamak için yaptırılmıştır. Pozantı yolunun 25. kilometresi civarındaki antik adı bilinmeyen Çavuşlu Köyü Gözetleme Kulesi vardır. Bundan başka eski ve yeni Anakşa kaleleri de, Torosların en önemli geçidi olan Gülek Boğazı’nın girişindedir. Gülek Boğazı ile Tekir yaylası arasındaki Kızıltabya ve Aktabya denilen savunma yapıları ilçenin önemli turistik mekânlarındandır.
Toroslar’ın Anlamı
Halikarnas Balıkçısı Toros Dağları’ndan söz ederken: “Dikkat edin, bu adı iyi araştırmak gerekir” der. “Çok eski arkaik zamanlarda Atinalılar, Giritliler’e düşmandı. … Bu olaydan bir efsane uydurdular. … Ayrıca bu olayın altında birtakım tarihi gerçekler gizlidir. Zeus’un boğa kıyafetine girerek ‘Avrupa’yı doğudan kaçırdığı efsanesiyle Toros, yani Boğa Dağları’nın adı arasında büyük ilişkiler vardır. Çukurova’nın göverileri, Adana ufukları boğa türünün gelişmesine en uygun ortam olduğu için bu yerleri çevreleyen dağlara Toros (Tauros-Boğa) Dağları denmiştir. Zaten bu dağlara Türkçe’de ‘Binboğa’ Dağları denir ki, bu da Toros sözünün Türkçe’ye çevirisidir.… Ama Toroslar’a, Toros adının verilmesinin nedeni sadece bu değil; eskiden beri eski Girit’in koskoca Ege ve deniz uygarlığını yaratanların Anadolu’dan adalara göçen Anadolulular oldukları biliniyordu.” (Halikarnas Balıkçısı. Hey Koca Yurt. S. 268-270) Sözlük anlamı Toros=Taurus=Boğa olarak geçse de, bazı kaynaklara göre eski Yunanca’da Taurus, “Beyaz Boğa” anlamına gelmektedir.
Yeryüzünün çoğu yarımadaları kuzey-güney doğrultusunda oluşmuşken, Küçük Asya doğudan batıya doğru uzanır. Kuzey ve güney kıyılarına paralel olan (Taurus=Beyaz Boğa adı – belki de Tanrılar tanrısı Zeus söylencesinden gelen) Toros sıradağları Ege Denizi’nin verimli ovalarına yaklaştıkça genişler ve alçalır. (Bozkurt Güvenç. Türk Kimliği, s. 59.)
Kimler Açtı Bu Yolu
İsa’dan 2000 yıl önce Kilikialılar Gülek Boğazı’ndaki kayaları parçalayıp, Anadolu ile Suriye arasındaki başlıca gidiş-geliş yolunu ve geçidini açtılar. “Kilikia Pylai” Helen dilinde Kilikia Kapıları anlamındadır.
Gülek Boğazı 1.Dünya Savaşı’na kadar Anadolu ile Kilikia-Suriye arasında tek geçitti. Gülek Boğazı Tarsus kent merkezine 62 kilometre mesafededir. Buraların en yüksek noktasını Kale Dağı oluşturur. Bunun tepesinde Bizanslıların Gülek Kalesi vardır. Gülek Kalesi büklümünden geçince iki doğal kaya duvar arası dar bir boğaza girilirdi. Otoyol yapılmadan önce 10 metre genişlikte ve 85 metre uzunluğunda idi. 1990’lı yıllarda bu güzergâhta otoyol yapılarak yol iyice genişletilmiş, altı şeritli hale getirilmiştir.
Haçlı seferlerini yazan yazarlar geçide, “Porta Judae” adını vermişler, Arap coğrafyacıları ise “Dark Al- Salame” olarak adlandırmışlardır. Türkler ise bu geçidi eskiden beri “Gülek Boğazı” olarak adlandırmışlardır.
Tarihçi Ramsay’a göre Gülek Boğazı’nın kaya duvarları o kadar yakındı ki, 1833te Anadolu’ya sefer yapan İbrahim Paşa toplarını geçirmek için bu kayaların bir kısmını açıncaya kadar, yüklü bir deve ancak geçebilirdi.
Gümüş Dağları
Fenikeliler ve Mezopotamyalılar Toroslar’a Gümüş Dağları diyorlardı. Gümüş ve boğa sözcükleri özdeşleşmiş gibidir…
Boğa Betimlemeleri
(Gümüş) Boğa = Fırtına (Gök) tanrısı
Hitit tanrılarının isimleri Hattice, Hurrice, Sümerce olmasına karşın söz konusu tanrının işlevi ve niteliği değişmemektedir. Örnek vermek gerekirse, Hitit panteonunun baş tanrısı olan Fırtına Tanrısı’nın Hattice adı Taru, Hurrice adı ise Tesup’tur. Fırtına Tanrısı Taru, metinlerdeki tasvirlerde ve sanat eserlerinde dağlar üzerinde durmaktadır. Hititler, dağları kutsal sayıyorlar ve onlara tapıyorlardı.
Anadolu’da Hititler’e ait “Boğa ile Fırtına Tanrısı”nı ilişkilendiren çeşitli tasvirlere rastlanır. Hitit sanatında boğanın en büyük tanrı olan Fırtına/Gök Tanrısı’nın simgesi olduğunu görüyoruz. İlk Hitit yazılı kaynaklarında da boğa, Tanrıyla özdeşleştirilmektedir. Anadolu’da arkeolojik kazılar sonunda, Hitit sanatına ait pek çok boğa betimli eser gün yüzüne çıkarılmıştır.Burada verilen fotoğraflar Ekrem Akurgal’ın “Anadolu Kültür Tarihi” adlı kitabından alınmıştır: Gümüş kakmalı tunç boğa heykelciği.(1. Foto) Yükseklik: 52 cm. Hititler’de Gök/Fırtına tanrısını simgeleyen bu yapıt, Hattili ustalar tarafından üretilmiştir. (MÖ 2100 – 2000).
2. Foto : Horoztepe buluntusu boğa betimi; Yükseklik 41 cm.
(J.G.Macgueen – Hititler ve Hitit Çağında Anadolu) Horoztepe’de bulunan Hatti sanat ürünü ikiz boğa heykelcikleri. Bu boğalar, Gök Tanrısı’nın arabasını çeken Serri (gündüz) ve Hurri (gece) adlı kutsal boğalardır. (M.Ö. 2100-2000)
3. Foto: Hitit maden sanatının başyapıtları arasında ön sırayı alan Gümüş Boğa ritonu. M.Ö. 2. bin yıl boğalarının karakteristiğinde ve döküm tekniği ile yapılmıştır.
4. Foto: Tokat’ta bulunmuş pişmiş topraktan boğa başı.
İbrahim Paşa
Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1832 yılında Belen’de, Serdarı-ı Ekrem Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu yenince Adana ve çevresini ele geçirdi. Bu bölgenin yönetimi oğlu İbrahim Paşa’ya verildi. İbrahim Paşa kuvvetleri İskenderun, Adana, Tarsus ve Silifke’yi egemenliği altına aldı.
İbrahim Paşa Gülek Boğazı çevresindeki hakim mevkilere kışın da ikamet edilebilecek kaleler ve güvenli tabyalar inşa ettirdi. Boğazın etrafındaki dört tabyadan söz edilse de ayakta kalan ikisi rahatça görülebilir. Ayrıca Tarsus’tan Pozantı’ya giden yol üzerinde yaptırılan hanlar ve kışlalardan kalan izlere rastlanır.
Bölgeyi yaklaşık sekiz yıl kadar bağımsız bir eyalet gibi yöneten İbrahim Paşa, bölgenin ekonomik ve toplumsal yapısını düzene sokmuştu. Topluma yaptığı hizmetler 180 yıl sonra da (bugün) unutulmamıştır. Günümüzde; “Akşama hürmet, sabaha niyet, kollarına kuvvet, keselerine bereket ve ağalarına servet” dileyen duası kalmıştır.
Gülek Boğazı’nda Yolculuk
Fotoğrafta 1929 yılında Bursa-Adana seferini yapan 154 BURSA plakalı el yapısı tahta kasa otobüs görülüyor. Dönemin en zorlu yolunun en kritik ve kötü 10 kilometresini aşmak üzere. Fotoğrafı çeken Maynard Owen Williams’ın (1888-1963) belirttiğine göre “burası yolun iyi bir bölümü” ve devamını “Toros dağlarında iki aracın yan yana geçemediği dünyanın en kötü yolu” olarak tanımlıyor.
Gülek Boğazı’ndaki Yazıt
Büyük İskender’in MÖ 333’teki Asya seferi kayıtlarında “Büyük İskender, bu dar boğazı gördükten sonra, güzel talihinden dolayı sevindi” ibaresi yer almaktadır. Belki de bu nedenle Gülek Boğazı’ndaki yazıta halk İskender Kitabesi adını vermiştir.
Gülek Boğazı’ndaki yazıt yaklaşık 5 kilometre uzunluğundaki yolun sonunda, ana kaya kütlesinin batı eteğindedir. Söz konusu kaya kütlesinin tepesinde etrafı düzeltilmiş bir çıkıntı yer almaktadır. Latince olan bu yazıtın tercümesi şöyledir: “İmparator Caesar Marcus Aurelius Antoninus sadık, mutlu, yenilmez Augustus (Caracalla), bu yolu dağları delerek yaptırdı” Altta yer alan iki satır Yunanca yazıtta ise Kapadokya Bölgesi ile Kilikia Bölgesi’nin sınırını belirten “Kilikia’nın Sınırı” yazısı bulunmaktadır. (Arkeolog Filiz Kerem, Mersin Ören yerleri, Kaleleri, Müzeleri. S.79. Mersin Valiliği yayını).
Halk arasında “İskender Yazıtı” olarak bilinen bu yazıt, içinde de geçtiği üzere, aslında İmparator Caracalla’ya aittir. Pozantı’dan Gülek Boğazı’na ulaşan yolun MS 3. yüzyıl başlarındaki Parth seferleri nedeniyle artan doğu seferleri sırasında, Tuna boylarındaki lejyonları Fırat boylarına sevk edebilmek amacıyla genişletilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Üzerinde kaynağı bulunamayan şu yazı var: “Ulu Tanrım sana hamdüsena olsun bu boğazdan geçmemi nasip ettiğin için”
Kilikia Kapıları’ndan geçip sahile indiğimizde; yolculuğumuz batı yönünde devam edecek. Mersin’den sonra il durağımız Soli Pompeipolis antik kentinin yer aldığı Viranşehir/Mezitli olacak.
Solili Doktor ve Gökbilimci Hemşehrimiz Homeros’un Kâtibi
SOLİLİ ARATOS
Günümüzde Mersin kent merkezi içinde kalan Soli/Pompeipolis antik kenti ve antik limanı görülmesi gereken benzersiz bir dünya kültür mirasıdır.
Antik Çağ’ın doktor, felsefeci ve gökyüzü araştırmacısı olarak bilinen Aratos büyük olasılıkla Soli’de doğmuş olmalıdır (MÖ 310). Kayıtlarda Makedonya’da (MÖ 245) öldüğü yazılı olsa da on dokuzuncu yüzyıl gravürlerinde Soli kentinde görülen bir anıt mezardan V. Langlois de söz eder. Mezar, altında tiyatronun da olduğu bilinen höyüğün kuzeybatısında, şimdi üzeri otlarla kaplı özel mülkiyete ait bir tepecik görünümündedir.
Victor Langlois bu mezarı şöyle tarif ediyor: “Bu çayda (Liparis) 4 x 6 metre ölçülerinde dikdörtgen bir lahit vardır. Bu mezar Pompeipolis’den (yürüyerek) 10 dakika mesafede olup denizden uzak değildir…”
Aratos’u bizlere tanıtan Amasyalı Strabon Anadolu ile ilgili kitaplarının sonuncusunda, (XIV. V.8) Soli’den söz edip kısa bilgi verir ve buradaki entelektüellerden de söz eder, “ … nazım tarzında yazılmış olan ‘Phaenomena’ adlı yapıtın yazarı Aratos vardır.”
John Lamb, Phaenomena üzerine yorumlarında şöyle diyor: “Aratos’un doğum yeri olan Soli kenti Tarsus’a 20 mil mesafede önemli bir Kilikia kenti idi. Aratos Kilikia’da o kadar iyi tanınıyor ve seviliyordu ki, Soli paralarının üzerine resmi basılmıştı ve kent içinde onun adına yapılmış bir anıt vardı.” Bir biyografi yazarı ise onun Tarsuslu olduğunu ve Tarsensis diye bilindiğini belirtir ama genel görüş, Soli’de doğduğu ve Solensis adıyla çağırıldığı şeklindedir.
Aratos astronomik şiirlerinin yanı sıra tanınmış bir stoacıydı. Atina’da stoacılığın kurucusu Zenon ile beraber çalışmıştır. Aratos’un ilk hocası Ephesoslu Menekrates’tir. Olasılıkla hocasının kentine gidip eğitim görmüş olmalıdır. Daha sonra Atina’ya gitmiştir. Atina’da Kıbrıslı Zenon’dan Stoacı felsefeyi öğrenmiş, bu arada Makedon Antigonos hanedanının krallarından Demetrios Poliorketes’in oğlu Antigonos Gonates ile tanışmıştır. Antigonos Gonates Aratos’u M.Ö. 277 yılında Makedonya’daki sarayına davet etmiştir. Stoik Felsefeye meraklı olan Makedonya kralı II. Antigonos Gonatas’ın sarayında hekim ve ozan olarak hizmet veren Aratos, Selefkos kralı Antiokhos’un sarayında da çalışmış ve himaye görmüş ve ünlü eseri Phaenomena’ı burada yazmıştır.
Aratos orada Antiokhos’un üvey kız kardeşi Phila ile olan evliliğini kutsamış, Antigonos’un Keltler’e karşı kazandığı zaferi, bu savaşa ithafen yazdığı bir Pan İlahisi (Hymn to Pan) ile onurlandırmıştır.
Homeros’un Kâtibi
Aratos Antiokhos’un sarayında Homeros’un ünlü destanı Odysseia’yı yazıya geçirmiştir. Sonunda tekrar Makedonya’ya dönerek yaşamını bu kentte sürdürmüştür.
Phaenomena (Fenomen)
Aratos’un MÖ 277 dolaylarında kaleme alınan bu öğretici manzumesi gökbilimle ilgilidir. Antik dönemin Yunan ve Roma dünyasının en tanınmış, en önemli gök atlası idi. Bu eserin yakın dostu Antigonos’un isteği üzerine kaleme alındığı biliniyor. Zamanındaki yeryüzü olayları ve gökyüzü cisimleri hakkındaki bilgileri ve hava değişikliklerini haber veren belirti ve bulguların bir çeşit dökümüdür. Altılı ölçüyle yazılmış didaktik şiiri “Phaenomena” Aratos’un günümüze eksiksiz ulaşan tek yapıtıdır.
Phaenomena’da Baş Tanrı Zeus’a adanan bir ön yakarıştan sonra (1-8) kutuplara kısaca bir değinilir. Aratos ayrıca bu eserinde kuzey ve güney yıldızlarının keşfedilişini (26-453), gök cisimlerinin yörüngelerini (462-556), yıldızların doğuşunu batışını (559-732) şiirsel bir dille anlatmaktadır.
Kaynakları ve Etkileri :
Phaenomena biçim olarak İskenderiye okuluna bağlıdır, ama Aratos’un stoacı yanı da şiire güçlü bir ciddiyet katar. Eserin ilk 757 dizesinde Aratos öğretmeni Knidos’lu Eudoksus’un (MÖ 408(!)-355) astronomi konusundaki bir yıldız haritası olan, düzyazı yapıtını şiir formuna geçirmiştir. Hava koşullarını inceleyen 758-1154. dizeler ise Pseudo Theophratus’un “De signis tempestatum” isimli eseriyle büyük benzerlik gösterir. Şiirin bu bölümünde ayrı bir başlıkla, ancak yine eserle bağlantılı olarak hava durumuna dair göstergelere yer verilmiştir. Şiirin bu bölümündeki bazı yanlışlar oldukça eleştirilmiş ve değiştirilmeye zorlanmıştır. Ancak Aratos’u eleştirip yanlışını bulanlar yanılırlar. Çünkü Aratos kendi döneminin gök haritasına göre durumu güncellemiştir. Yani Aratos o dizeleri yazdığında gözlem yaparak durumu doğru saptamıştır.
Kısa sürede benimsenen şiir üzerine birçok yorum yapılmıştır. Günümüze ulaşan en ünlü yorum Hipparchus’ un (MÖ 190-120) yorumudur. (MÖ 150). Şiir Romalılar arasında da büyük bir ilgi görmüştür. Lucretius ve Vergilius’u da etkilemiş, Ataks’lı Varro, Cicero, Caesar, Germanicus ve Avienus tarafından Latinceye çevrilmiştir. Bu çevirilerin hepsi ve Cicero’nun çevirilerinin bazı parçaları günümüze ulaşmıştır.
Aratos şiir biçeminde ağırbaşlı Hesiodos’u, dilinde ise Homeros’u örnek alır. Bu nedenlerle şiirinde büyük ölçüde yalın bir anlatı göze çarpar. Ancak şiir konusu nedeniyle uzman olmayan kişilerce kolaylıkla okunup anlaşılmaz.
Aratos’un şiirinin XV. yüzyıla ait bir el yazması, Rönesans ve Reform döneminin en büyük ustalarından, ünlü Alman Gravürcü-Ressam Albrecht Dürer’i de etkilemiş, o ünlü “Gökyüzü Haritası” tablosunu (1515) yaratmasına esin kaynağı olmuştur. Bu tablo Cennetin ilk resimli tasviridir. İçinde yer alan yıldızlaşan tanrıları, Ortaçağ, hatta Arap görünümleri yerine ilk kez klasik görünümleriyle betimlenmişlerdir.
İncil’e Geçen “Zeus’a Yakarış”
Phaenomena’nın girişinde Tanrı Zeus’a seslenen ön yakarıştan, tanrıyı tanımlamada kullanılan bazı dizeler Aziz Pavlus tarafından alıntılanarak İNCİL’de kullanılmış ve büyük ün kazanmıştır (Resullerin İşleri 17-28).
İNCİL’DEKİ İLÂHİ BİLİNMEYEN TANRI’YA
İşte bilmeden saygı gösterdiğiniz bu Tanrıyı sizlere bildiriyorum. Dünyayı ve onda bulunan her şeyi yaratan Tanrı, göğün ve yerin Rabbi olduğundan, elle yapılan tapınaklarda yaşamaz.
Sanki bir şeye gereksinmesi varmış gibi O’na insan elleriyle hizmet de sunulamaz. Herkese yaşam, soluk ve daha başka her şeyi veren O’dur. Her ulusa bağlı insanları tek atadan yaratmış, ve yeryüzünün her yanında yaşamalarını sağlamıştır.
Onlara ilişkin saptanmış tarih dönemlerini ve yaşam sınırlarını O çizmiştir; böylece Tanrı’yı arasınlar, araştırarak O’nu bulsunlar diye.
O hiç birimizden uzak değil. (Resullerin İşleri 17-28)
Phaeonomena Astrolojinin de İncil’i
Adları antikçağ mitolojisinden miras kalan takım yıldızlar, gökyüzünü, aralarında uzlaşmışcasına 88 bölgeye ayırırlar. İlk uygarlıklardan bu yana, gökyüzü gözlemcileri en parlak yıldızları daha kolay işaretlemek için bunları gökyüzüne çizdikleri şekillere göre biraraya getirmeye çalışırlar. Böylece mitolojik kahramanlar, hayvanlar veya nesnelerle özdeşleştirilmiş takım yıldızları doğar. Takım yıldızlarına, mitolojiden alınmış adlar verme düşüncesinin, Aratos’tan kaynaklandığı sanılmaktadır. Bu nedenle Stoacı Aratos’un Phanenomena’sı Astrolojinin de İncil‘i kabul edilir.
İşte günümüzde bilmeden farkına varmadan kullanılan Kutsal Kitap İncil‘deki duası, kullandığımız takvim ve hergün karşımıza çıkan astroloji, yani yıldız falı hep Aratos’un yazdığı eserlerden kalmadır.