,

Antik Kilikya Öyküleri (9. Bölüm)

güzeller.jpg

Olba Ülkesinin Efsanevi Kurucusu Aias Ve Güçlü Simgesinin Öyküsü
AİAS ve TRİSKELES

Çapkın Zeus, Irmak tanrısı Asopos’un kızı Su perisi Aigina’ya tutulur. Geniş kanatlı bir kara kartal kılığına bürünüp Aigina’yı kaçırır. Zeus’tan hamile kalan Aigina Aiakos’u doğurur. Aiakos’la Endeis’le evlenmelerinden Peleus ve Telamon doğar. Aiakos’un diğer karısı Psamathe ise Phokus’u doğurur.

Aias (A.Bozkurtoğlu 40×50 cm tuval üzerine karışık teknik )

Gençliklerinde Phokus’un atletik yarışmalarda hep zafer kazanmasını kıskanan Telamon bir yarışmada üvey kardeşini bir diskle yaralayıp öldürür. Bu olay sonunda adadan sürülen kardeşler Kıbrıs adasına, Salamis’e gidip bir krallık kurarlar. Herakles’le arkadaş olup birlikte I. Troya Savaşı’na katılırlar. Herakles Laemedon’un kızı Hesione’yi kurtarınca Telamon bu kızla evlenir. Bu izdivaçtan Teukros ve Aias doğar. Büyüyüp birer savaşçı olan iki kardeş son Troya savaşına katılırlar. Savaşta usta okçu Teukros pek çok kişiyi öldürür. Aias ise ünlü kahraman Hektor’u yaralar. Savaş sonunda bir bunalım sonucu Teukros intihar ederken, kardeşi çapulculuk seferindedir. Ve dönüşte babası, kardeşine sahip çıkmadığı için Aias’ı eve almaz, Adadan kovar. Bunun üzerine eskiye özlem duyan Aias yeni Salamis’i kurar, Kıbrıs kralının kızıyla evlenip çoluk-çocuk sahibi olur.

Truva Savaşı’ndaki Büyük Aias’ın Torunu Ayaş’da
İşte bu çocuklardan birisi evlenme çağına geldiğinde; geleneklerine göre yuvadan ayrılıp Anadolu’da kentler kurar. Kilikia’daki Olba – Kannytellis kentinin kurucusu da bu kuşaktan “torun” Aias’tır.
Özetle Akha’lar arasındaki büyük Aias’ın Troya Savaşı’ndan sonra evlendiğinde Kıbrıslı eşinden olan torunlarından biri olan Aias Kannytellis (Kanlıdivane) antik kenti içinde gördüğümüz Helenistik kule üzerine adını ve amblemini yazdırmıştır. Mitolojik kahraman Aias ve Teukros soyundan Kıbrıs’taki Salamis Kralı’nın küçük torunu Aias, Olba kentinin kurucusu oluyor.

Aias portresi ve Triskeles amblemi içeren Olba sikkesi

Kanlıdivane’deki Hellenistik Kızıl Kule’nin üzerinde adını, soyunu ve kalkanındaki triskeles amblemini görüyoruz. Kulenin güneybatı köşesinde yerden 11. sıradaki iri taşın üzerine kazıtarak tarihe giriş yapmış. (MÖ III. yüzyıl.) Obruğun güneybatı tarafında karşımızda gökyüzüne yükselen üç katlı kulenin harçsız sıvasız polygonal taşlarında 2300 yıldır dirençle zamana meydan okuyor. Bosajlı taş örgü düzeltilerek yazılan kitabede bu kulenin “Olbalı rahip krallardan, Tarkyoris oğlu Prens (Teukros oğlu Aias) tarafından Tanrı Zeus Olbius adına” yapıldığı kaydedilmiştir.
Günümüzün diline aktarırsak: “Ben Teukros oğlu Aias, bu kutsal yapıyı Olba’nın tanrısı Zeus için yaptırdım” Bu yazının üzerindeki triskeles amblemi ise dikkate değer. Üzerinden binlerce yıl geçse de buraların adı değişmemiştir: Ayaş.

Aias’ın Amblemi TRİSKELES 
Üç kollu çarkıfelek işareti, dini bölge başkenti konumundaki Olba’ nın simgesi olup, Olba, Lalasa ve Kenatis şehirlerinin oluşturduğu birliği, olasılıkla eyaleti betimlemektedir.
Kilikia’da otonom yönetilen ve para basma yetkisi olan Olba eyaletinin ilk dönem sikkelerinde sıkça görülen ‘triskeles’in, o eski dünyanın önemli amblemlerinden biri olduğu da kuşkusuzdur.
Tarih Öncesı Ege isimli kitabında, araştırmacı George Thomson, “… Büyük Attika klanları, kalkanlarının üstüne ata belirtkenliklerini (amblem) işlerlerdi. Örneğin Alkmaionid’ler triskeles’i …” diyerek bizlere önemli bir ipucu verirken; “… triskeles, kökeni belirsiz bir simge olan gamalı haçtır” diyerek biraz kolaycılığa kaçıyor.
Sadeleştirilmiş, simgeleştirilmiş bir nebula şeklindeki bu işaretin, numizmatik uzmanlarınca “horoskopları güçlü” Teuser Hanedanı’nın (Teukritler) simgesi olduğu görüşü ileri sürülmektedir. O halde Kanytellis’te (Kanlıdivane) Helenistik Kızıl Kule’de gördüğümüz bu amblem, mitolojideki biliciler soyunun ünlü kâhini Alkmaion ile de ilişkili olmalıdır. Bilicilik merkezi olan obruk ve çevre yerleşimindeki kule, büyük olasılıkla (astragalomancy yoluyla) astronomi ve astrololojik çalışmalar yapılan bir gözlemevi idi.
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in “6. Kıta Akdeniz” kitabından alıntılar yapalım: Kitapta yazarın Euripides’ten naklettiği dizelerde anılan triskeles, Kibele rahiplerinin de simgesiydi. Bu dizelerde şöyle denmekteydi: “Ey Kuretlerin ini, Girit’in kutsal yoklayıcıları, Zeus’un doğumunu görmüş olanlar ki, mağaranızda üç ayçalı (triskeles) Korybantlar…” (s. 67)
Ayni kitapta Cevap Şakir, Kallimachus’un Zeus ilahisinden şöyle naklediyor: “Durmadan çevrede dans edip silahlarını (kalkanlarını) çarpıştırarak savaş oyunları yaptı. Kuretler öyle ki, Kronos (Zeus’un babası) ağlayan çocuğun değil, çarpışan kalkanların sesini duysun…”
“Ey karanlık diyarı kartalların
Girit’te Zeus’un doğduğu kutsal mağarada
Orada icat ettiler benim için
Üç sorguçlu miğfer giyen Korybantlar
Çembere gerilen deriyi
Orada karıştı coşkun davul sesleri
Phrihgia kavallarının tatlı nefeslerine
Korybant’lar davulu Rhea anamıza verdiler
Bakkha’ların çığlıkları arasında
Gümbürdesin diye.”
Prof.Dr. Serra Durugönül’ün Triskeles yorumu şöyledir:
“Tekerlek veya disk olarak yorumlanabilecek olan bu sembol MÖ 5. ve 4. yüzyıllara ait Likya sikkelerinde görülür. Merkezi bir halka veya daireden oluşur ve buradan sağa veya sola yönelen çizgiler kıvrılarak çıkarlar. Yuvarlanan veya tekerlek benzeri güneş ile bağdaştırılır. Güneşi gökyüzünden görünüş şekli olarak eskilerin astronomi bilgisinde yansımıştır.
Bu da Büyük İskender’den sonra Likya sikkelerinde Triskeles gibi (onun yerine) başından ışınların çıktığı Helios’un betimlenmesiyle ispatlanabilir. Apollon (Işık Tanrısı) ile de bağdaştırılır. Girit’te belki de doğu etkisi ile canlandırılmış olan Işık Tanrısı’nın, sonradan Yunan çok tanrılı dininde Apollo ile özdeşleştirilerek ortaya çıkışından sonra bu şekilde sembolize edilmesi, batıdan doğuya Küçük Asya üzerinden yayılmış olan güneş sisteminin tanrısı Sandes’in sembolüdür”.
Şimdi yolumuzun düştüğü Akdeniz’in kıyısında gizemli bir koy var sırada. Bugün sıra sıra balık lokantalarıyla bir yeme içme merkezi durumuna gelen Narlıkuyu eskiden bir inanç iskelesiymiş. Kutsal suların denize karıştığı yerdeki antik bir hamamın kapısındayız. Deniz yoluyla gelen insanlar buradaki hamamda yıkanır, arınırlar ve inançlarına göre çeşitli tapınaklara yönelirlermiş.
Artık Narlıkuyu’daki lezzet duraklarından birinde keyifli bir mola vererek gönlümüzü, gözümüzü ve karnımızı doyurabiliriz.

Narlıkuyu’daki Mozaik Müzesi Poimenos Hamamı’nın Öyküsü
KHARİTLER – Üç Güzeller

Cennet-Cehennem ören yerindeki Cennet Obruğu’nu gezenler mağara dibindeki uğultulu suyu anımsarlar. Antik yazar Strabon bu suyu “Pikron Hidor” (Acı Su) olarak tanımlar. Bu yeraltı akarsuyu Narlıkuyu’da Akdeniz’e kavuşur. Bu koyda denize giren insan, tuzlu ve ılık deniz suyu ile serin tatlı suyun karışımını, vücudunda bir çember halkası tarzında iğnelenerek hisseder.

Üç Güzeller ( Asuman Bozkurtoğlu. 100×110 cm tuval üzerine karışık teknik)

Günümüzde balık lokantalarının kuşattığı koy ve çevresi 1960’lara kadar bir balıkçı iskelesi ve meydanıydı. Sahil bir plaj kumsalıydı. Denizden çıktıktan sonra şimdiki marketlerin bulunduğu yerdeki kuyu tulumbasından su çekilir, tasla duş alınırdı. Köşedeki market Jandarma’nın binasıydı.
Yukarıda anılan tulumbalı kuyunun yerinde antik dönemde bir çeşme olmalıdır.

Sihirli Sudan İçip Akıllanma
Nus Çeşmesi: Narlukuyu’daki şimdi tulumbalı kuyu.
Antik Çağda kutsal sayılan Korykos mağaralarına gidebilmek için ulaşım deniz yolu ile yapılırdı. İskeleden karaya çıkan kişiler, önce buradaki kutsanmış bir çeşmeden su içerlerdi. Ardından Poimenos Hamamı’nda yıkanıp paklandıktan sonra inançlarına göre çevredeki mabetlere gidip tapınırlardı.
Romalı yazar Varron (MÖ 116-27) su kaynağını Nus Çeşmesi olarak tanımlar. Sudan söz ederken biraz da abartır: “Çeşmenin suyunun giz dolu olduğunu, çünkü bu sudan içen insanların kendilerini daha güzel ve daha akıllı hissettiklerini” söyler..

Güzellerle Şenlikli Yıkanma
Poimenos Hamamı (Güzel Banyo Suyu)
Narlıkuyu’da denizden birkaç metre içerde küçük bir Mozaik Müzesi vardır. MS IV. yüzyıl sonlarına tarihlenen sanatsal değeri yüksek eski bir yapıdan kalan taban mozaikleri bir yapıda korunmaktadır. Kharitleri betimleyen mozaik tabanda, renkli doğal taşlar kullanılarak mitolojik bir öykü anlatılmıştır.
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde yeniden düzenlenen Poimenos Hamamı’ndan günümüze sadece taban mozaikleri kalmıştır. Mozaik tabanın çevresi geometrik biçimlerle zenginleştirilmiştir. Beyaz, siyah, altın sarısı taşlarla yöresel kuş ve çiçek şekilleriyle süslenmiş banyo odasında cennetin kızları dans etmektedir. Yörede yaşayanların bazıları bir yakıştırma olarak, Tarsus’taki Kleopatra Kapısı gibi, bu hamam yıkığına da Kleopatra Hamamı diyor. Mozaik üzerindeki kitabede sözü edilen Poimenos, Roma imparatorları Archadius ve Honurius’la iyi ilişkileri olan ve bugünkü İstanbul, Marmara Denizi’ndeki Prens Adaları’nın dürüst, onurlu yöneticisi imiş. Yazıtın çevirisi şöyledir :
“Ey konuk dost! Şimdiye kadar kayıp görülen – Güzel banyo suyunu – kimin yeniden bulup ortaya çıkardığını öğrenmek istiyorsan, bil ki o; İmparatorluklarla dostluk kuran, onların arkadaşı ve kutsal adaları yöneten Poimenos’tur.”
Narlıkuyu’da müzeye dönüştürülen Poimenos Hamamı’nın taban döşemesindeki mozaiklerde resmedilen kızlar, Klasik Mitoloji’de “Kharitler” olarak anılır; halk arasında ise “Üç Güzeller” olarak tanımlanırlar. Baş tanrı Zeus’un binlerce kızlarından en meşhurlarıdır. Anneleri Eurynome’dir.

Üç Güzeller. Antalya Müzesi. Foto: Nihat Ceyhun

Kharitler, güzellik, çekicilik, hoşluk ve neşeyi yansıtırlar. Söylencedeki üç huri kızını “letafet perileri” olarak dilimize uyarlayabiliriz. Resim, mozaik ya da heykel gibi sanat yapıtlarında sıkça rastladığımız bu üç genç kız, her zaman birlikte betimlenir.
Hesiodos Üç Güzeller’in doğumunu anlatışını, Azra Erhat’ın güzel Türkçesiyle okuyalım:

“Okeanos kızı Eurynome ile evlendi Zeus,
Güzelliği görenleri büyüleyen uyum tanrıçasıyla;
Üç kızı oldu ondan, Kharitler,
Üç Güzeller: Aglaie, Euphrosyne ve sevimli Thalia”.

Kharitler, tanrıların ve insanların kalplerinde hayranlık ve güzellik duygularının yaratıcısıdırlar. Çevreye hoş kokular yayarlar. Birlikte dans edip şarkı söylerler. Apollon’un törenlerinde de dostları ve arkadaşları olan müzik perileri “Müzler”le (Musalar) birlikte Apollon’un çaldığı lir eşliğinde dans eder, çevreye neşe güzellik ve coşku verirler, göklerin güzelliklerini yansıtırlar.
Özetle dünyada neşe, güzellik, hoşluk adına var olan ve hayranlık yaratan duygularımızı yöneten bu kızları, bizlere sanat eserini izlerken coşku veren, içimizde ışık yakan Kharitler’i tanıyalım:

Thalia (Talya)
Talya neşeli sofraları, ziyafet masalarını denetler. Neşenin ve kahkahanın yaratıcısıdır. Dionysos şenliklerine de katılır. Ayrı ayrı anılmasa da, sevimli Thalia ile aynı ismi taşıyan, Müzler’den güler yüzlü komedi tanrıçası Thalia, Apollon ile evlenip kutlamaların baş döndürücü vazgeçilmez onlusu, Korybantlar’ı doğurmuştur. Doğanın fışkırmasını sağlayıp insanlara tarımı öğreten tanrıça, ekinlerin, meyvelerin, çiçeklerin ve sürülerin koruyucusudur.
Euphrosyne (Öfrosina)
Öfrosina sevinç, gönül neşesi anlamına gelen adıyla insanın içindeki coşkulu neşeyi yansıtır. Sevinç ve güzelliği simgeler.
Aglaie (Aglia)
Agliya Kharitler’in en küçükleridir. Adı parlak, parlaklık, parıldayan, ışıldayan anlamına gelen Aglia bazı kaynaklara göre çirkin tanrı, topal demirci Hephaistos’la bir evlilik yapmışsa da bu olay pek yansıtılmaz. Çevresine ışık saçan, parlayan, hoş kokulu genç kızları simgeler. Kharitlerin yıkandığı Narlıkuyu’daki bu hamamda, Akdeniz’in köpüklerinden doğan aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit banyo yapar. Huri kızlarının katıldığı benzersiz vaftiz törenini Ozan Homeros (Od.VIII, 362 vd.) şöyle anlatıyor:
“Üç güzeller yıkadılar onu
Ve ovdular ölümsüz tanrıların bedenini parlatan yağlarla,
Güzelim rubalar giydirdiler, Gözlere şenlik.”…

Tapınmada Hoşgörü
Yukarıda anlatıldığı gibi, iskeleden karaya çıkan kişi – günümüzdeki kutsal ziyaretlerde olduğu gibi; Önce zemzem suyu misali bir su içip kutsanır, sonra yıkanıp, paklanıp ruhunu ve bedenini temizlerdi. Daha sonra inancına göre çevrede yer alan ancak bugün antik adları bilinmeyen yerleşimlerin, Hermes, Zeus, Dioskur veya başka tapınaklarına gider tapınırlardı.
Şimdi, bu kıyıdan görülmeyen ama bölgeye adını veren Kızkalesi’ne uzanıyoruz.

Sur Duvarı Üzerindeki Lahit Kimin?
KIZKALESİ PRENSESİ

İstanbul Kızkulesi için anlatılan “çakma” yılan sokmasından ölen kız hikayesi aslında gerçek bir Kilikia öyküsünden aktarılmıştır.
Kızkalesi’nden Mersin’e yola çıktığınızda, BP Mokamp’tan sonraki ilk sol dönemeçte durup, kuzeydoğuya baktığınızda yeşillikler arasında seçilen sur üstünde yükselen ilginç bir anıtmezar görülür. Burası Elaiussa Sebaste antik kentinin nekropol alanının uç noktasıdır. Bu nokta Kızkalesi antik kentinin sınırı gibidir.

Kızkalesi Prensesi (A.Bozkurtoğlu. 55x40cm tuval üzerine karışık teknik.)

Bu antik kentin nekropol alanındaki mezarlar 1960 yıllarında arkeolog-yazar Mahatchek ve ekibi tarafından incelenmiş ve rölöveleri alınmıştır. Bu ilginç mezar anıtın üzerindeki kabartmalar ve yazıt gezginler tarafından da görülmüş ve okunmuş anlatılmıştır. Anılan anıtmezar yaklaşık altı metre yüksekliğinde bir sur duvarının üzerine oturtulan değişik görünümlü bir lahittir. Bu lahitle ilgili yazı ve anlatılar, Kızkalesi söylencesi ile birbirine karışmaktadır.

Kızkalesi Söylencesi
Kızkalesi için halkın dillendirdiği efsanenin ana fikri “kaderden kaçılmaz” inancıdır. Binyıllar önce bölgenin krallarından biri, “bir kız çocuğunun olması için” tanrıya yalvarır. Sonunda dileği yerine gelir. Sevgili kızı büyüdükçe güzelliği ve iyiliği ile herkesin sevgisini kazanır. Günün birinde kente bir falcı gelir. Saraya kabul edilen falcı istek üzerine kızın geleceğini anlatır: “Kızınızı bir yılan sokacak ve bu yazgıyı kimse değiştiremeyecek”.
Bu kehaneti ciddiye alan Kral kıyıya yakın adacık üzerine ak taşlardan bir kale yaptırır. Yılan sokması ile öleceği anlatılan kızını korumak için onu buraya adeta hapseder. Aradan günler geçer. Adaya gönderilen yiyecekler arasındaki bir üzüm sepetine gizlenen yılan kızı sokar ve ölümüne neden olur. Yazgı gerçekleşmiştir. Kaderden kaçılamaz…
Gizemli Ünlüler Mezarlığı
Kızkalesinin doğu tarafındaki Elaiussa Sebaste antik kentindeki Nekropol (Mezarlık) caddesinden söz etmek gerekir. Kentin tepe çizgisi boyunca doğudan batıya uzanan cadde üzerinde muhteşem anıt mezar yapıları sıralanır.
Duvar üzerindeki lahit – Kızkalesi prensesinin sandıkmezarı
İyi korunmuş haldeki yapıların batı ucunda altı metre yüksekliğindeki sur tipi duvarın üzerinde bir sandık mezar bulunmaktadır. Bu lahit mezarın yazıtı söylencede adı geçen Kızkalesi Prensesi’ne ait olabileceğini düşündürüyor. Artık biliyoruz ki kral baba, kızı için ayrıca nekropolde kızının “sağlığında” bir anıtmezar yaptırmıştır. Yazıtın çevirisi bir dramı yansıtıyor:
“Hijinos’un oğlu Plütinos, sağlığında Sebaste mezarlığında kızı için bir lahit yaptırdı. Öldükten sonra oraya yalnız kızı gömülecektir. Eğer başka bir kişi gömülürse bu kişinin ailesi maliyeye 600, belediyeye 300 dinar kefaret ödeyecektir.”
Talihsiz kız gerçekten yaşamış olmalı ki; adına yaptırılan altı metre yüksekliğindeki mezarında da rahat bırakılmamış, lahit kırılarak mezar soyulmuştur. Ruhu şad olsun. O artık ölümsüz. Öyküsünde yaşıyor. İki katlı bu anıtmezarın cephesinde şimdi görülmeyen (büyük olasılıkla çalınmış), Roma dönemine tarihlenen bir kabartma vardı. Görgü tanıklarının anlattığına göre bu kabartmada; “Ortada kanatlarını açmış bir kartal, ayaklarının altında bir yılan, kartalın sağ ve solunda birer çocuk olup çocukların birer kolları zincirlidir. Aynı zincir üzerinde birbirine bakan iki aslan vardır.” Gertrude Bell’in Kilikia gezisi sırasında çektiği 1905 tarihli bir fotograf ilgi çekicidir. Bugün oldukça iyi korunmuş görülen anıtmezar, nasıl oluyor da yüz yıl önce çok daha kötü durumdaydı? Anıtmezarın daha sonraki yıllarda bir restorasyon geçirdiği anlaşılıyor. Acaba anıtmezarı kim ya da kimler onardı?
Halk arasında “prensesin mezarı” olarak bilinen bu yapı olasılıkla öyküdeki kralın kızı prensesin mezarı olmalıdır. Dramatik ölümüyle ünlenen ve efsaneleşen prensesin öyküsü Kilikia sınırlarını aşıp Bizans’a kadar gelmiş, İstanbul’daki Kızkulesi’ne yakıştırılmıştır.

Kızkalesi

Kızkalesi olarak bilinen “deniz kalesi”; Korykos kentinin Akdeniz’den gelebilecek tehlikelere karşı karakol görevini de üstlenir. Bugünkü beldeye adını veren “Kızkalesi” bir ada kalesi, deniz kalesidir. Kara kalesinin karşısındaki deniz içindeki kale, bulunduğu ada üzerinde yayılıp yapılanır. Çevre surları üzerinde sekiz kulesi ve içinde sarnıç ve 5,80 m x 3,10 m ölçülerinde şapeli vardır.
Deniz kalesi Bizans döneminde 1104 yılında Amiral Eugenius tarafından yaptırılmıştır. Bugün görülmeyen iki kitabeyi J. Barbaro tesbit etmişse de 1852 yılında burayı gezen doğu bilimci V. Langlois yayınlamıştır. Kızkalesi olarak da anılan bu yapı, kıyıdan yaklaşık 200 metre açıkta bir adacığın üzerinde kurulmuştur.
Antik Çağ yazarlarından Strabon’un sözünü ettiği ve Romalılar döneminde korsanların kullandığı Crambusa bu adadır. 75 metre uzunluğundaki çokgen planlı kale yapısı Bizanslılar döneminden kalmadır. Ok yarıkları bulunan 192 metre uzunluğundaki kale bedeni üzerinde 8 tane, üçgen, dörtgen ve yuvarlak biçimlerde burçlar sıralanır. Üç katlı ana burç (bastion) adacığın
doğu ucunda yer alır. J. Barbaro’nun sözünü ettiği onarılmış ana burcun giriş kapısındaki iki yazıttan bugün sadece kapı üstündeki kalmış, diğeri kaybolmuştur.
Batıdaki sur boyunca uzanan iyi korunmuş bir galeri ile buradan denize ulaşılan bir kapı bulunmaktadır. V. Langlois, kalenin eskiden rıhtım olarak da kullanılabilen bir dalgakıranla kıyıya bağlanmış olabileceğini söyler. Yine bölgeyi gezenlerden Amiral Beaufort da bu dalgakıranın kıyıdan yaklaşık 100 metre ötesindeki ucunda, eskiden deniz feneri olarak kullanılmış olabilecek, bir kule yıkığından söz eder. Bu yuvarlak yapı BP Mokamp sınır ucunda denizle buluşan noktadadır.
Kale ile ilgili gerçek bir öykü ise Cem Sultan’ın bir süre burada tutsak edilmesi ile ilişkilidir. Kalede bir süre tutsak edilen Cem Sultan buradan Rodos şövalyelerinden Pierre d’Aubusson tarafından alınarak Rodos’a götürülmüştür.
Kızkalesi ve Narlıkuyu ile bağlantısı nedeniyle, Korykos Mağaraları olarak anılan Cennet-Cehennem’e, özellikle Cehennem’e bir göz atıp, dünya mitolojisinde ini burada olduğu belirtilen Typhon’u yani Tayfun denilen afet yaratığı tanımaya çalışalım.

Korykos Mağaralarındaki Cehennem Zebanisi
TYPHON – (Tayfun)

Bu bölümde günümüzde yıkıcı fırtına, felaket anlamında kullandığımız Tayfun’un öyküsü anlatılıyor.
Typhon, (Tayfun) (Çince) büyük rüzgâr anlamına gelmektedir.

Typhon (A.Bozkurtoğlu. 100×110 cm.tuval üzerine yağlı boya)

Klasik mitolojide Typhon, Tartaros ile Gaia’nın oğlu korkunç bir ifrittir. Zeus dünya ve gökyüzü üzerinde krallığını sürdürürken, Titanların (devler) durumundan memnun olmayan Gaia, Typhon’u Zeus’a karşı savaşması için gönderir.

Kıllarla kaplı çirkin bir vücudun omuzları üzerinde yükselen yüz tane yılan ve ejder başı vardır ki, bunlar ağızlarından ateş püskürmektedirler. Sesleri de korkunçtur. Buna rağmen Zeus onu cesurca karşılar, attığı güçlü yıldırım ve şimşeklerinin gücü ile Typhon’u yener. Geçici bir süre hapsettiği Cehennem çukurundan çıkarıp, Etna yanardağının altına hapseder. Etna’daki volkanik etkinliklerin sebebi de Tayfun’un haykırışlarıdır.

Mersin’den batıya doğru gidildiğinde, Akdeniz’in kıyısı boyunca uzanan topraklar Lamas Deresi’nden sonra daralır, dağlar kıyıya yaklaşır. O ölçüde de kıyı dantelleşir; sahil boyunca uzanan antik yol, coğrafyanın izin verdiğince bu dantelin kıvrımlarına girer; körfezleri, koyları dolanır. Çevrede bilinen ve yeni keşfedilen birçok yeraltı ve yerüstü mağaraları ve obrukları vardır.
Korkularını öykülerde ölümsüzleştiren eski çağ insanlarının ürettiği hayali kahramanlar, zamanla inanç sisteminin bir parçası olup günümüzdeki mitoloji bilimini yaratmışlardır.
Antik bir yerleşim yeri olan “Korykon Antron”, şimdiki Cennet-Cehennem ören alanındaki Cennet Çukuru başındayız. Burada bir Zeus Mabedi vardır.
Aşağıya, Cennet Çukuruna (obruğa) inerken önce küçük bir Meryem Ana Kilisesi dikkatimizi çeker. Açık çatıyı kubbe olarak mağaranın doğal yapısı örter. Yürüdüğümüz taş döşeli kaygan patika yol, mağaranın sonuna doğru 200 metre daha inmeye devam eder. Mağaranın dibine yaklaştıkça duyduğumuz homurtu ile ürpertimiz artar. Burada mitolojik Cehennem ırmağı Stiks ile bağlantılı görünen yeraltı suyu akar. Antik dönem yazarı Strabon bu dereden Pikron Hidor (acı su) olarak söz eder.
Homeros’a göre Typhon’un ini buradadır. Hesoidos ise, Ekhidna canavarının orada kapalı olduğunu yazar. Strabon, Typhon’un Kilikia’da, Arimalılar’ın ülkesinde olduğunu anlatır. Efsaneye göre Kilikia bölgesinin dağlık kesimindeki Arima ülkesindeki bu dağların altındaki mağaralarda iki ejder yatmaktadır. Kendinden önce yaşamış yazarlara dayanan Strabon’a göre, “…Ve onlar (Arimler), Homeros’un Typhon’un ininin bulunduğu Arimler ülkesinde…” dizesinde ‘bu yerin ormanlık olduğu ve şimşek çektiği ve Arimlerin burada yaşadığı’… kayıtlıdır.
Pindaros, “Typhon Kilikia’nın ünlü mağarasında yaşardı. Şimdi ise onun kıllı göğsünü ağırlığı ile ezen Sicilya’nın ve Kyme kıyılarını oluşturan kayalar altında yatmaktadır, bir zamanlar Arimler’in arasında bulunan Zeus, elli başlı Typhon canavarını öldürmüştür” ifadesini kullanır.
Kallistenes’e göre, “Bölgedeki Arimma Dağları’na isimlerini veren Arimler, Kalykadnos Dağı çevresinde ve Korykos Mağarası yakınındaki Sarpedon Burnu’nda yerleşmişlerdir”.
Yunanlı tragedya yazarı Aeskhilos bir oyununda Prometheus’u şöyle konuşturur :
“O Toprakana’dan yani Gaia’dan doğan Tartaros’un oğlu Typhon ki, Kilikia Korykos Mağaraları’nda yaşayan yüz başlı bir devdir. Bu dev taşkın gururuyla, şom çenelerinin arasından yıkıcılık fışkırarak ve Gorgon gözlerinden şimşekler yıldırarak tanrılara karşı ayaklanır. Fakat taa göklerden inen heybetli bir şimşek çakar, yüreğini paramparça eder. Geçici olarak Korykos’ta cehennem çukuruna kapatılır. …Ondan sonra Typhon, yanmış ve kül olmuş bir durumda Etna Yanardağı’nın altına serilir. Ama söylenceye göre bir gün gelecektir ki, Typhon ağzından ateşten bir dolu püskürtecek ve bir alev ırmağı akıtarak kalkacak ve zengin Sicilya ovalarını yakacaktır.”

Etrüks duvar freski

Antik dönem yazarı Pomponius Mela ise söyle demektedir : “İşte Typhon denilen dev burada oturmaktadır. Bu mağaraya giren hayvan yaşamazdı.”
Halikarnas Balıkçısı ise : “Bu mağaranın 80 metre kadar doğusunda, bin kez daha heybetli bir başka mağarada Zeus maskesi altında gizlenen otokton (yerli) tanrıdan daha korkunç bir varlık oturuyordu. Korykos mağarası bir cennetse bu ikinci mağara hakkıyla layığıyla bir cehennem sayılabilir” diye yazmaktadır.
Bu mağaraları gezen ve tanıtan yazarlardan Victor Langlois, ‘Korykon Mağarası, Şeytan Deresi adındaki vadide bulunmuştur’ demektedir.
Ören yerindeki Zeus Mabedi de iyi korunmuş durumdadır. Antik Çağ’da bu tapınakta ve mağarada Tanrı Zeus’a tapınılırdı. Cennet Mağarası’nın kaya duvarındaki bir yazıtta, “Aous” yazılıdır.
Mağara dibindeki yeraltı suyunun bir kolu Narlıkuyu körfezinden denize ulaşır. Söylencedeki ölüler ülkelerinin tanrısı Hades’in Cehennem geçitlerinden birisi, bu mağaranın ağzındaymış gibi gelir insana. Sanki mitolojik üç başlı köpek olan Typhon’un oğlu Cerberus da öte yakada Hades’in karanlıklar ülkesinin giriş bekçiliğini yapıyordur…
Mitolojide Olimposlu tanrılar ile Titanlar arasında çıkan savaşta Titanlar, yani devler yenilir. Zeus’un son rakibi Typhon’un, gövdesi kıllı ve tırnak gibi kabuklarla örtülüdür. Her bir gözü yalım püskürten, geçtiği yerleri yakıp yıkan öylesine bir azmandır işte. Kalçasından yukarı iri yılan boğumları vardır. Boğumların başa doğru çekilmesiyle kulakları yırtan korkunç bir ıslık sesi duyulurdu. Bütün vücudu iğrenç kıllarla kaplı idi. Göğe alevli kayalar fırlatırken korkunç sesler çıkarırdı. Suriye’de, Kasios Dağı’nda Typhon ile Zeus kavgaya tutuştuğunda büyük bir gümbürtü kopar. Zeus Typhon’a yıldırımlar fırlatırken bir taraftan da orak gibi eğri çelik kılıcı ile kollarına bacaklarına vurmaktadır.

Alevler saçan yüz başlı canavar Bütün tanrılara karşı ayaklanan Ölüm fırlatırdı korkunç ağzı / Gözleri ateşle parlardı. (Foto) (Azra Erhat – Mitoloji sözlüğü. 1989: 316-317)

 

Typhon bir ara boğumlarıyla, dev bir ahtapot gibi Zeus’u kavrayıp sarıp onun sinirlerini ve pazularını koparıp, gücünü yok etti. Sonra bir hayvan postuna sardı, Zeus’u sırtına atıp, denizlerden geçirerek Kilikia’daki Korykos Mağarası’na getirdi. Mağaraya hapsedilen Zeus’un başına ejder Delphyne’yi nöbetçi koydu. Bu bir yarı ejder, yarı kadındı.
Daha sonra Typhon’un düşmanları Hermes ve Aigipan Zeus’un kesilen güçleri, sinirleri ve pazularını çalıp geri verdiler. Zeus kuvvetini yeniden kazanınca kanatlı atların çektiği arabasıyla Typhon’un peşine düştü. Yeniden güçlenen tanrı Zeus bu kez Typhon’u yendi ve Cehennem çukuruna hapsetti. Zeus onu daha sonra Sicilya adasında Etna Yanardağı’nın içine kapattı.
Cehennem Kuyusu, Cehennem ya da Arasat diye adlandırılan bu kuyu Cennet Çöküğü’nün 75-80 metre kuzeyinde kayaların arasında bulunmaktadır. 128 metre derinliğindeki çukur torba gibi, alt tarafına doğru genişlediğinden içine inilemez.
Zeus ile Typhon öyküsünün çeşitli anlatımları vardır. Yehova ile Rahab, Hint mitolojisinde Indra ile ejder Vrtra, gibi. İran’da ise, iyi ve kötünün mücadelesi, Azhi Dahâka (ejderha, yılan-adam) ile Traetaone arasında geçer.
Öykünün aslı Hitit kaynaklarında görülür. Hitit İlluyanka Efsanesi Yunan mitolojisine bulunmaktadır. Efsanenin Anadolu’dan geldiğini yer adları açığa vurmaktadır. Typhon’un oturduğu yer Mersin yakınlarındaki Korykos Mağaraları’ndan Cehennem Çukuru’dur.
Görüldüğü gibi Typhon figürü, klasik mitolojinin önemli kaynaklarına göre, Amasyalı Strabon’un Arimler yurdu dediği yerde, Mersin’in antik kentlerinden Korikos’ta doğmuştur.
Şimdi tekrar sahile inip Korykos’tan ayrılıp doğuya, daha önce izini sürdüğümüz Aias’ın (Ayaş) yurdu Elaiusia Sebaste’ye yöneliyoruz.

Kleopatra’nın Yaşadığı Ünlüler Sarayı
AKKALE

Mersin – Silifke karayolunun 45. kilometresinde Tırtar köyünü biraz geçince, denize doğru yat limanına inen yolun sağ başında, denizle anayol arasında kalan alanda bir yapılar topluluğu yayılır. Ana yoldan ilk toprak sapakta ayrılıp durmalıyız. İyi korunmuş, I. ve III. derece arkeolojik sit alanı içinde olan yapılara, patikadan sağa doğru 300 metre kadar yürüyerek ulaşılır.

Kleopatra (A.Bozkurtoğlu 60×33 cm tuval üzerine karışık teknik.)

Bu ören yerinde araştırma yapan sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice anlatıyor: “Denizden gelebilecek tehlikelere açık olmasına karşın, ana binanın yüksek kemerli yan kanat girişleri ile kuzey cephede alçakta açılmış olan pencereler burasının bir kale olmadığını belli eder. Yine bu yapılar topluluğu bütün heybetli görünüşüne rağmen bir kale olamaz. Akla en yakın olan, Akkale kompleksi, Akdeniz’in güzel ve çekici köşesinde antik şehirleri birbirine bağlayan Antik Yol’un kenarında geniş ufuklara hâkim, dağ ve deniz manzaralı yerde, etrafı çeşitli bitkilerin yetişmesine uygun topraklarla çevrili bir arazi ortasında yükselen bir “saray” olmalıdır. Büyük sarnıçları Lamas Nehri’nden akvudükler ve kanallarla taşınan temiz sularla doludur. Beşik tonozlarla örtülü büyük mekânları, “anıtsal döner merdiveni” ve etrafı teraslarla çevrili üst katının varlığı bu görüşü açıkça ve kuvvetle desteklemektedir.” (Eyice, Semavi – Silifke ve Çevresinde İncelemeler: Elaiussa Sebaste (Ayaş) Yakınında Akkale” – 1981: 865-886)
Özetle, Akkale bir kale olmayıp – büyük olasılıkla Kleopatra’nın da kullandığı, bir saray yapısıdır.

Son firavun
Kleopatra
MÖ 69’da İskenderiye’de doğdu. Aslen Yunanlı olan Kleopatra babası 11.Ptolemaios’un vasiyeti üzerine kardeşi ile evlendi. Kleopatra babasının ölümü üzerine 18 yaşında iken tahta çıktı. Halkın kendisini kabullenmesi amacıyla Mısır  dinini benimsedi. Kardeşi tarafından iktidardan uzaklaştırılıp sürgüne yollandı. Kleopatra iktidara yanında Büyük Roma İmparatoru Sezar (Julius Ceaser) ile geri döndü. (Kleopatra bir halı içinde Sezar’ın sarayına girmiş
ve bu büyük kralı kendine aşık etmişti.) O dönemde Sezar’dan bir çocuğu oldu ve minik Sezarius’u alıp Roma’ya gitti. Kleopatra`nın en büyük hayali iki imparatorluğu birleştirip Büyük İskender’in hayali olan, bilinen tüm dünyaya sahip olmaktı. MÖ 44’de Sezar’ın ölümüyle bu hayallerini ertelemek zorunda kaldı.
Sezar’ın öldürülmesi üzerine Roma senatosunca oluşturulan üçlü yönetimden (triumvirlik) aldığı yetkiyle Markus Antonius MÖ 41 yılının sonbaharında Part seferine çıkmadan Anadolu ve Doğu Akdeniz’in güvenliğini sağlamak istedi. Yahudi Kralı Herodes’in ülkesi Judea’ya gitti. Herodes MÖ 47’de Roma’ya kaçmış, burada Markus Antonius’un dostluğunu kazanmış ve onun yardımıyla Romalıların dostu, yandaşı ve Yahudilerin kralı olarak tekrar tahta çıkarılmıştı. Herodes bölgede Markus Antonius’un vergi toplayıcısı ve Partlara karşı yandaşı olarak bölgenin en zengin ve önemli krallarından biriydi. Ancak Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın da en büyük düşmanıydı.
Herodes’in ülkesi Judea’dan ayrılarak Kilikia’nın başkenti Tarsus’a gelen Antonius, Kapadokya Krallığı’nın sınırlarını genişletip, I. Arkhelaos’a verdi. Böylece Elaiussa Sebaste çevresi toprakları da, Roma’ya daha sadık olan I. Arkhelaos’a bağışlanmış oldu.
Bunun bir nedeni ise; Roma ile sıkı ilişkiler sürdüren Arkhelaos’un annesi güzel Glaphyra’nın Romalı Antonius’un sevgilisi olmasıydı.
Mısır tahtında oturan Kleopatra ile anlaşmak için Tarsus’ta buluşmak isteyen Antonius aslında Kleopatra hakkında kendisine iletilen çeşitli söylenti ve suçlamaların hesabını sormak üzere, onu Tarsus’a çağırmıştı. Antonius Kleopatra’nın mor ipek ve atlastan yapılmış yelkenlisini Tarsus’ta karşılamış ve ilk andan itibaren çok etkilenmişti. W. Shakespeare, Kleopatra’nın Tarsus’a gelişini şöyle anlatır:
Bakın anlatayım ben size olanları:
Üstünde yattığı gemi, yaldızlı bir taht gibi,
Pırıl pırıl yansıyordu sularda
Döğme altındandı geminin pruvası
Yelkenler kıpkızıl ve öyle kokuluydu ki,
Sarhoş oluyordu esen yeller içlerine doldukça.
Gümüştendi geminin kürekleri,
Lavta sesleriyle batıp çıkıyordu suya
Su şıpırtılarıyla sarhoş olup hızlanarak.
Kendisine gelince diller anlatamaz onu.
Sırmalı tenteler altındaki köşkünde,
Gerçekten güzel düşlerin,
Yarattığı Venüslerden daha güzeldi.
Bu buluşma tarihçilerin de edebiyatçıların da üzerinde çok durduğu bir olaydı. Daha sonraları da birçok sanat eserine konu olmayı sürdürdü. Antik Çağ yazarlarından Plutharkos Kleopatra’yı aşk tanrıçası Afrodit’e, Antonius’u da şarap ve zevk tanrısı Dyonisos’a benzeterek, bu buluşmayı iki tanrının dünyanın iyiliği için buluşması olarak niteler.
Tarsus’ta görkemli bir buluşma gerçekleşti. Antonius Kleopatra ile bir hafta süren bir gala yaşadılar. Ancak Tarsus’ta uzun süre kalmayıp Strabon’un dediği gibi kraliyet ikametgâhı olarak Elaiussa Sebaste’yi seçerek, Ayaş’taki görkemli sarayda, Akkale’de yaşamayı tercih ettiler. Antonius, daha sonra evlenecek olduğu kraliçeye Dağlık Kilikia’nın büyük bölümünü armağan etti. Antik yazar Strabon, gemi yapımı için uygun sedir ormanları olan yerlerin verildiğini, Yerel yönetici Kraliçe Aba ile Kleopatra’nın bir antlaşma yaptıklarını söyler.

Kleopatra Akkale’de
“…Antonius “Ak Köy” denilen yerde Kleopatra’nın gelmesini bekledi… Sonunda Kleopatra limana girdi…” (William Shakespeare)
Kendisini bekleyen Antonius’a deniz yoluyla giderken Tarsus’tan sonra Soli/Pompeipolis limanı gibi çeşitli yerlerde mola verildi. Ancak kayıtlarda bulunan yukarıdaki tanım Akkale için en yakın olanıdır. Elaiussa Sebaste’nin yakınındaki Akkale Sarayı’nın önündeki limana gelen Kleopatra’nın kraliyet kadırgasındaki konukları için Kapadokya Kralı Arkhelaos muhteşem bir karşılama töreni hazırlamış olmalı.
Bölgenin kendinden önceki üst düzey yöneticileri gibi Kleopatra da Tarsus’ta sürekli oturmayıp, kraliyet ikametgâhını deniz kenarına, Elaiussa Sebaste’ye taşımıştır. Strabon V. Kitap, 6. Bölümden okuyalım: “Amyntas’ın ve daha önceleri Kleopatra’nın da yaptığı gibi Arkhelaos kraliyet ikametgâhı olarak buraya yerleşti”…

AKKALE

Akkale yapı topluluğu Akdeniz’in kıyısını izleyerek antik kentleri birbirine bağlayan antik yolun hemen kenarında, geniş ufuklara sahip çok güzel ve çekici bir konumundadır. Kompleks şu yapıtlardan meydana gelir:
1- Ana yapı; Akkale, cephesi denize bakan, içinde tonozlu büyük salonlar olan, iki belki de üç katlı bir yapıdır. “Anadolu’da Ev ve İnsan” kitabında Prof. Dr. Metin Sözen de bu yapıya değinir. Deniz tarafına açılan çok yüksek tonozlu giriş holleri bunun kale olamayacağını gösterir. Yukarı katla bağlantı geniş çaplı bir helezonlu merdiven veya rampayla sağlanmıştır. Kuzey Afrika Roma villalarıyla benzerliği açık olan bu büyük bina, yukarıda açıklandığı gibi büyük bir olasılıkla Roma döneminde Kapadokya Kralı Arkhelaos’un yaptırdığı “saray” olmalıdır. Bizans döneminde de kullanılmıştır.
2- Bunun doğusunda haç biçimli planlı, yine iki katlı olan kutsal bir “türbe” görünümlü küçük bina,
3- İkinci binanın hemen güneyinde, iki uzun “dehliz” halinde, bir alt ana yapı,
4- İlk bakışta asla kendini ele vermeyen, ilk yapıldığı günkü kadar sağlam görünen, üstü örtülü, kapalı bir “su sarnıcı”. Stratejik önemi büyük, yüksek potansiyeli ile çevresine büyük hizmet verecek bir “Yerebatan Sarayı”…
5- Sarnıcın batısında, dar bir yol ile bu yol kenarında bir “çeşme”,
6- Bir “Hamam” yıkığı,
7- Büyük yapının güneybatısında kısmen kayadan yontularak oluşturulmuş, bir zeytin ve üzüm ezme yeri, “helik”,
8- Tüm bu yapı topluluklarının en güneyinde, deniz kıyısında, küçük bir “sarnıç” vardı.
9- Denizin kıyısında küçük bir “liman” bulunmakta idi.
Şimdi tam bu Akkale yapı kompleksinin önünde, dünyaya turizm hizmeti vermesi planlanan modern bir “yat limanı” var. Ancak, tanıtıcı bir tabelası bile bulunmayan bu değerli yapı kompleksinin herhangi bir bekçisi olmadığı gibi, bileni, tanıyanı, koruyanı da yoktur.

Akkale Sarayı’nda Dramatik Serüvenler
Arkhelaos Elaiussa Sebaste’de emsalsiz bir saray yaptırdı. Anıtsal görkemli taç kapıların gölgelediği muhteşem yapıda o güne kadar görülmeyen döner merdivenler vardı. Markus Antonius ile Yahudi Kralı Herodes politik ilişkiler içindeydi. Bunu pekiştirmek için karşılıklı kız alıp vermeler yapılıyordu. Arkhelaos’un kızı genç Glaphyra, aynı addaki Glaphyra’nın torunuydu. Ve Yahudi Kralı Herodes’in Mariamme’den olan oğlu Aleksandros’a istenmişti. Bu ziyaret için Kral Herodes, Arkhelaos’un kızını istemeye gittiğinde onun Elaiussa Sebaste’deki sarayında misafir olmuştu. Düğünleri de bu sarayda yapılmıştı.
Kudüs’e kocasının yanına gittiğinde Glaphyra, Yahudi soylu prensesleri hakir gördüğünden şimşekleri üzerine çekmişti. Bu kin nedeniyle Salome onun aleyhine çalışmış, onu kayınbabası ile sevişmekle itham etmişti. Arkhelaos kızı ve damadını Herodes’in gazabından kurtarmaya çalıştı ama başaramadı. Herodes’in ilk karısı Doris’ten olan büyük oğlu Antipatros, kardeşleri
Aleksandros ve Aristobulos’u MÖ 7’de idam ettirdikten sonra, Glaphyra babasına geri gönderildi.
Mauratenia Kralı II. Yuba ile evlenen Glaphyra, kısa bir süre sonra tekrar babasının yanına döndü.
Glaphyra üçüncü evliliğini eski kaynı, Aleksandros’un kardeşi Arkhelaos ile yaparak bir daha Kudüs’e gelin gitti. Yahudiler bu evliliği kadının ilk kocasından çocukları olduğundan ahlâk dışı buldular. Zaten Glaphyra kısa süre sonra öldü. Onun adına Tarsus yakınlarında bir kutsal kasaba (=kome) kuruldu.
Arkhelaos MÖ 36’dan MS 14’e kadar krallığı elinde tuttu. Bir süre sonra politik hatalar yaptı. Bu nedenle İmparator Tiberius’u kızdırdı. MS 14’de Roma’ya çağrıldı, Senato’da kınandı. MS 17’de çökmüş bir insan olarak Roma’da öldü. (Necla Yazıcıoğlu Yavi. Kleopatra kitabı tanıtım yazısından) .
“…Yarı çıplak zarif bedenleriyle ağır zırhlar içinde korunan Batılı savaşçıların üzerlerine yalın kılıçla dalan kadın savaşçı Amazonlar, Doğu’nun simgesi değil miydi? Kilikia’da Olba Kraliçesi Aba, Suriye’de Palmira Kraliçesi Zenobia ve Mısır Kraliçesi Kleopatra, Doğu monarşilerinin birer yıldızı değiller miydi?” (Necla Yazıcıoğlu Yavi – Cleopatra kitabı – Kendi yayını – İstanbul 167 s. 2 x 14 cm)

Kleopatra Elaiussa Sebaste kentindeki bu sarayda kaldığı süre içinde bildiğimiz bir dostluk ilişkisi ise Olba Kraliçesi Aba ile olmuştu. Roma ve Mısır donanması için gerekli olan sedir ağacı kerestesi için bir barış antlaşması yapmışlardı. Ülkesi için kan dökmeden Roma adına Kleopatra ile anlaşan Kraliçe Aba, Olba ülkesinin bilinen tek kadın yöneticisidir.

Biyografik Bilgi

scroll to top