,

Ben NEVİT KODALLI – 1. Bölüm

BEN NEVİT KODALLI
AKOB YAYINLARI
Yayın No: 1
Araştırma/Derleme Dizisi: 1
Araştırma/Derleme: Semihi Vural
Editör: İhsan Toksöz
Ön Kapak Fotoğrafı: Mustafa Eser
Arka Kapak: Yağlıboya Tablo: Ahmet Yeşil
İç Sayfa Resmi: Ömer Özgen
Kartpostallar: Hayrettin Ergun
Fotoğraflar: Bülent Akbaş – Mustafa Örünk
Katkıda Bulunanlar: Mustafa Örünk-Vahap Kokulu-Nihat Taner – Fazıl Tütüner
Danışmanlar : Vahap Kokulu – Mustafa Örünk
Kitap Tasarımı ve Grafik Düzenleme : Burçin Keseci
Yayıncı / Basımevi: Güven Ofset Ltd. Şti.
Birinci Basım
ISBN 978-605-67066-0-8
Bu kitabın yayın haklan Semihi Vural’a aittir.
********
ÖNSÖZ
1992 yılında İçel Sanat Kulübü’ne kültür ve sanat amaçlı kullanmak üzere devlet tarafından tahsis edilen, Kulüp tarafından onarılan ve işlevlendirilen binalardan birinin alt katında, Mersinlilerin bağışlarıyla, gönüllü kulüp üyelerinin özverileriyle, Mimar Ercan Atakan, İç Mimar Semihi Vural ve Ressam Mehmet Ali Meriç’in uzmanlıklarıyla şirin bir konser / konferans salonu kazanılmıştı. Sütunsuz, görüş alanı açık salona yüz on beş koltuk ve sahne sığdırılmış, koyu kahverengi renkteki ahşap tavan, aynı renkte sokağa açılan pencerelerin ahşap kapakları, boyanmamış ve doğallığı ortaya çıkarılmış kesme taşlardan örülmüş duvarları ile çok güzel, eskimsi bir görünüm elde edilmişti.
Opera, üniversite, konservatuvar yoktu kentte henüz. Yaratılan konser salon kentte tek konser mekânı gibiydi. Çok mutluydu herkes.
Sıra bu harika salona isim vermeye geldi. Anket yaptık. Anketten “Nevit Kodallı” ismi çıktı. Onu görmemiştik, tanışmamıştık, Mersin’de yaşamıyordu. Fakat ne yaptığını biliyorduk. O Mersinli ünlü bir besteci idi, çok bestesi vardı. Salon onun adıyla açıldı ve o günden bu yana binlerce etkinliğin: resitalin, konserin, söyleşinin, konferansın, panelin, toplantının, çalışmanın adresi oldu. Bir sanatçıya yaşarken verilen, onu yücelten bir simge-ödül oldu.
O salondan aldıkları esin ile aramızdan, çocuklarımızdan, Mersinlilerden müzisyenler, besteciler, yazarlar, ozanlar, fotoğraf sanatçıları, arkeologlar, korolar kültür hayatımıza kazanıldı. Kapısına “Nevit Kodallı Konser ve Konferans Salonu” tabelasını astık ve bu tabelanın hiçbir zaman sökülmeyeceğine inandık.
Gün geldi, salona adını verdiğimiz değerli şahsiyet emekliliğini geçireceği şehir olarak Mersin’i seçti ve Mersin’e yerleşti. Sanki aile büyüğümüz gelmişti. Saygıdeğer büyüğümüz, ustamız, hocamız, bilgi kaynağımız, dergilerimizde yazarımız, gezilerimizde ve doğa yürüyüşlerimizde arkadaşımız, toplantılarımızda söz söyleyenimiz, konserlerimizde ön koltukta oturanımız, yurtiçinden ve dışından ağırladığımız konuklarımızın yanına davet ettiğimiz gururumuz oldu. Günümüzde kulübümüz için bestelediği marşı okuyoruz hep birlikte, genel kurullarımızdan önce.
Bir ünlü besteci daha seçmişti Mersin’de yaşamayı: Selman Ada. Karşılaştıklarında Selman Ada eğilip Nevit Kodallı’nın elini öpmüştü. Ne kadar etkilenmiştim. Camide cansız bedeni yıkanırken Vahap Kokulu girip elini öpmüştü, ben öpemedim. Mersin Mezarlığı’nın girişinde kabrine çiçek bırakıyoruz her yıl, onun ismini sokaklara, geniş caddelere ve okula vererek anıyoruz.
Elinizdeki kitap onu anmak ve aramızdaki varlığının sürdürülmesini sağlamak için ince, duyarlı, uygar bir vefakârlık biçimi. Onun yazdığı elli üç (53) yazıyı bu kitapta okuyarak, onunla tekrar beraber olabileceksiniz.
Mersin’in değerli araştırmacısı, kültür yazarı Semihi Vural’a teşekkür borçluyuz Nevit Kodallı’yı tekrar yaşamımıza kattığı için. Mersin kültürüne, yazdığı ve yayınladığı kitaplarla uzun soluklu katkısını sürdürüyor Semihi Vural.
Teşekkürler sevgili Semihi Vural, ellerinize ve gözlerinize sağlık.
Fazıl Tütüner – Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği Başkanı
*******
İçel Sanat Kulübü Başkanlığına – Sayın Başkan Teoman Sungur
20 Ocak 2006 günü lütuflarınızla gerçekleştirilen 81. Yaş günümü kutlamak için önce size, sonra yönetim Kurulu üyelerine, özellikle resim sergisi için sayın Bülent Akbaş’a, Erkan Özaydın’a, Mustafa Eser’e inceliklerinize, düşünceliliğinize ve katılan dostlara, içten sevgi ve saygılarımla teşekkürler ederim…
*******
BEN NEVİT KODALLI “ Mersin Yazıları”
(Prof. Nevit Kodallı Mersin’i Tanımlıyor
*******
MERSİN’DE KÜLTÜREL HAYAT / İSK Bülteni Sayı: 5
Kuruluşundan itibaren Mersin’de kültür düzeyi diğer şehirlerimize göre hayli yüksek olmuştur. İstanbul ve İzmir’den sonra kültürel hayatta üçüncü şehirdir diye anılır Mersin… Bu düzey kuşkusuz saydığımız şehirlerin birer önemli liman şehri olmasından kaynaklanır. Liman şehirleri, dünyaya açılma, temas, karşılıklı ticaret gibi konularda daima diğerlerinden daha avantajlı olmuştur. Bu ilişkiler şehrin kültürüne yerelliğinin yanında birçok evrensel öğe de eklemiştir. Bu özelliklerin başında değişik dinlerin birlikte yaşaması gelir.
Benim çocukluğumda Mersin, şimdikine göre küçük bir şehirdi. Ahalisi başta Müslüman Türkler olmak üzere doğma büyüme şehrin yerlisi olan Yahudi, Katolik-Ortodoks, Hıristiyanlardan oluşuyordu. Herkes birbirine saygılıydı, bağnazlık yoktu, terbiye, adap hep Mersin’in özelliğiydi. Bu saygının, hoşgörünün, dostluğun en güzel örneğini Mersin’in Mezarlığı verir. Bilmem dünyanın bir başka yerinde böylesi var mıdır, ama Mersin Mezarlığı bana kalırsa bir laiklik anıtıdır. Orada Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi, Sünnisi, Alevisi yerde, sanki dostluklarını öteki dünyada da sürdürür gibi beraber yatarlar.
Mersin’de eskiden hiç bağnazlık yoktu. Tolerans bütün şehrin özelliği idi. Çocukluğumda hatırlarım, kısa şortlu, kolsuz buluzlu hanımlar, ellerinde raketler, o zamanlar şehrin merkezi sayılan Yoğurt Pazarı’ndan yürüyerek geçer, şehrin kıyısında kalan, şimdiki gökdelenin bulunduğu yerlere düşen “Çiçek Bahçesi’ne, tenis oynamaya giderlerdi. Kimse bunu yadırgamazdı, herkes huzur içinde idi.
HALKEVİ
Mersin’in diğer yörelere göre, müzikte ileri oluşu da bir başka özelliğiydi. Halkevlerinin açılması, bu şehre büyük bir hareket getirmişti. Mersinliler ilk tiyatroyu, ilk evrensel, yerel müzik türlerini orada tanımışlar ve alışmışlardı. Sanat, özellikle şiirde, müzikte Mersin’in yüksek potansiyelinin temelleri Halkevi’nde atılmıştır.
Bugünkü Kültür Merkezi binası, yani Ankara dışında 1947 yılında, Türkiye’de ilk kez “Madam Butterfly Operasının oynandığı Halkevi binası, o günlerin hala yaşayan tanığıdır.
Bizim mahallemiz Mersin’in seçkin mahallesiydi diyebilirim. Bu mahallenin içinde yetişmek kültür bakımından bizlere kolaylıklar sağladı. Atıf Yılmaz benim mahalle arkadaşımdı. Nuri Abaç bizim mahallenin çocuğu. Mersin’den çok sanatçı çıkması Halkevi’nin fevkalade çalışmalarındandır. Müzik resim, tiyatro kolları vardı. Çok güzel bir kütüphanesi vardı. Ben bu kütüphaneden çok faydalanırdım. Böyle bir Halkevinin olmasının, bizim üzerimizde çok etkisi olmuştur.
Benim çocukluğumda, Mersin Halkevi’nin küçük bir orkestrası, bir bandosu vardı. 23. Alay’ın hayli iyi olan bandosuyla, birlikte verdikleri açıkhava konserlerini bütün Mersinliler dinlerdi. Bugünün opera seyircileri, belki de o zamanın halk konserlerinin bir ürünüdür.
Nevit Kodallı’nın şu saptaması önemlidir:
Türkiye genelinde gözlenen kültürel içe kapanıklığa karşın, geçmişteki Halkevleri etkinliklerinde olduğu gibi; Mersin, yüksek düzeyli kültürel faaliyetleri, Ankara’dan sonra sürdüren tek Anadolu kentidir. Her yıl düzenlenen geleneksel şenlikler dışında, yaz veya kış, bütün yıl boyunca kesintisiz kültürel faaliyetlerle dolu günler yaşanır. Hemen her meslekten halk, bu etkinliklere büyük bir ilgi ve coşkuyla katılır, sanatçı ve kültür çevresiyle kaynaşırlar.
*******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “İki Anı ” başlıklı , (KATOLİK KİLİSESİ – SAATHANE) konulu yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “Bir Gezinin Anımsattıkları ” (UZUNCABURÇ ) başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*******
TANTUNİ KEBAB – YEMESİ SEVAB / İSK Bülteni Sayı 37
Her insanımızın yüreğinde çocukluğundaki Ramazan ve Kurban Bayramlarının tatlı anıları yaşar. Bu anılar, bizim kuşak ile bizden öncekilerde çok daha anlamlı ve değişiktir. Günümüzün çocuklarında, hiç sanmıyorum ki bayramların tadı ve özlemi bizimkiler kadar köklü olsun. Bizim zamanımızda bayram yerleri ancak yılda iki kez kurulurdu. Bunun için bayram özlemi, bugün neredeyse bütün yıl süren, bayram yerlerinin yerine geçen Lunaparklarda eğlenebilen yeni kuşaklarda hemen hemen hiç kalmamış gibidir. Bu özlemsizlik, bayramların önemini ve anlamını da zayıflatmaktadır.
Oysa bizler öyle mi idik? Bayramların gelmesini içimiz tutuşa tutuşa, heyecanla beklerdik. Bayram sabahını zor eder, yeni elbise ve kunduralarımızı erkenden giyer, büyüklerin ellerini öptükten, harçlıkları ceplerimize indirdikleri sonra doğru bayram yerine! Harçlıklar bir kere verildiği için, topladığımız paraları bayram günlerinin hepsine idare edecek şekilde ayarlar, harcardık.
Ben küçük yaşta Ankara’ya Konservatuvara gittim. Orada bayram günleri bayram yeri kurma adeti yoktu. Onun için ancak çat-pat alıp patlatarak eğlenmeğe çalışan Ankaralı çocuklara çok acırdım, çünkü bayram yeri zevkinden yoksundular. Mersin’de öyle miydi ya? Bizler rüzgar gibi, fırtına gibi sabahtan akşama kadar bayram yerinden ayrılmaz, son meteliğimize kadar tadını çıkarırdık.
Mersin’de, benim ilk hayal meyal hatırlayabildiğim bayram yeri şimdiki ileri ilkokulu ile Tarla Mektebi arasında kurulurdu. Sonraları, Halkevi binasının, yani Kültür Merkezinin yerinde kurulmaya başlanmıştı. Bayram yerinde bulunan dönme dolaplar, salıncaklar, telde kaymalar, kuklacılar, bazen cambazhaneler, baloncular, türlü türlü satıcılar, rengârenk yeni giysileriyle cıvıl cıvıl çocuklarla dolar taşardı. Bazen yurdun dört bir yanından şehrimize çalışmaya gelmiş insanlar, davul zurnayla halay çekerlerdi. Yaşlı bir adam, elinde boynuz şeklinde sanı madenden yapılmış bir boru çalar, bir yandan da aklımda kaldığınca “Faraş ala mahlek ma şufbibi aynak!” diye Arapça bir şeyler söylerdi. “Gel gör neler var, kendi gözlerinle gör gibi bir anlamı varmış bu sözlerin. Elindeki sarı borunun rengine uygun, üç ayak üstünde duran meyan şerbetçilerin güğümlerine benzer pırıl pırıl bir kutunun yan tarafındaki delikten müşterilere baktırır, üstteki rulo düğmesini çevirerek içindeki resimleri değiştirir, bir yandan da, “işde geldi Kemaal Baaşal, işde geldi Şahmeraaan!” gibi bazı Arapça sözlerle de değişen resimler üzerinde izahatta bulunurdu, “Yaa tamaaam” diye de seansı kapatırdı.
Esas konumuza gelelim: Bir başka yanda da önünde yanan bir maltiz üzerine tersine çevrilmiş bir sac içerisinde küçük parçalar halinde ciğer veya et çevire çevire sac kavurması yapan bir adam: “Tantuni kebaaab, yemesi sevaaab!”, “Kebaab ekmek beş kuruuuş!” diye bağırır müşteri toplardı. Arada bir de işler iyi gittiği için “Keşkeem kündee bayram olsa!” diye ünler, yüreciklerimizi sızlatırdı. Öyle yal N’olurdu sanki hergün bayram olsa? Çocukluk işte! ille de bayramın son günü bu sözler bize daha da dokunaklı gelirdi.
Sonra aradan yıllar geçti. Belki 20 yıl kadar önce Mersin’de gezerken, küçük bir kebapçı dükkanında bir yazı gördüm, Tantuni Kebap!” “Aa”, dedim içimden, “herhalde çocukluğumuzdaki Tantunicinin ya kendi, ya da çocukları gene bu kebabı yapmaya başladılar!” Bu adı o zamana kadar bayram yerinden başka bir yerde hiç duymamıştım. Sonra zamanla Tantuni Kebab’ın Mersin içinde emin adımlarla yayıldığı görüldü. Sonra da şehrimizin sınırlarını zorlamaya başladı ki, birkaç yıldan beri Ankara’da, İstanbul’da “Tantuniciler” belirdi.
Allah çok uzun ömür versin, artık canlı bir Mersin tarihi olan bacanağım Sayın Vahap Nane Bey’den sordum, öğrendim. O Tantunici çok eski tarihlerde Küçük Hamam’ı işleten Hamamcı Yahya’nın üvey oğlu imiş, esas adı Ahmet’miş. Lâkabı da “Tanta”. Küçük Hamam’da bohça getirir götürürmüş, esas işi buymuş. Hani, Ahmedoş, Mehmedos gibi terkipler yapanız ya, Tantuni de “Tanta”nın bu şekilde kullanılışıymış. Kendisi Mahmudiye Mahallesi’nin berduşlarındanmış. Özellikle Kurban Bayramlarında, herkes yemediği için bedava ciğerleri toplayıp, bayram yerinde anlattığım gibi pişirirler, yolunu bulurlarmış. Galiba sonra da Tanta seyyar kebapçılık yapmış. Ve böylece, Mersin’imizin eski bayram yerlerinde Tanta Ahmed’in ellerinde doğan “Tantuni Kebab” artık yurdumuzda gastronomi repertuvarına bir Mersin spesiyalitesi olarak girmiş bulunuyor. Yarın, bir gün, dış ülkelerde de “Tantuni” ye rastlarsak hiç şaşmayalım!
*******
MERSİNİN DELİLERİ – Toplumun Renkli insanları / İSK Bülteni Sayı 38
Bir Fransız fıkrası: Gazeteciler Fransa’da bir tımarhaneyi geziyorlarmış Gazetecilerden biri oradaki delilerden birine “İçerde kaç kişisiniz?..” Diye sormuş. Deli “250 … ya peki siz dışarıda kaç kişisiniz?” soruyu soruyla yanıtlamış. Aslında yanıt doğru….
Neyzen Tevfik. “Kaçırıncaya kadar çok zahmet çektim-Ama kaçırdıktan sonra da pek rahat ettim.” Demiş.
Burada, deliliğe övgü yazacak değilim. Ama eski Mersin’imizin delileri o günlerde şehrimizin nerdeyse folklorik düzeyde en renkli simaları idi. Bunlar gerçekten deli mi idiler? Yoksa işi deliliğe vurup aldıkları bahşişlerle idare mi ediyorlardı bilinmez. Bu insanlar geçerken çocuklar onları kızdırır, taşa tutarlar, büyükler de zavallılara zalimce şakalar yaparlardı. Ben gördükçe buna pek üzülürdüm.
Hatırladığım rahatlamışların en eskisi DELİ BAKİ! İyi bir aileden öğrenim görmüş bir kişiymiş. Bir sevda macerasından sonra tırlattığı söylenirdi. Çorapsız ayaklarında bir çift nalın, elinde bir değnek, değneği boru gibi ağzına götürür. “Daa dit dat dat dara dat- Da t dara dat dat diiit dar diye bir borazan havası tutturur, ayağındaki takunyalar yürürken “tırrink tirrink – Tırrınk tirrink” sesleriyle sanki tempo tutar, yağmur çamur demeden, sabahtan akşama kadar şehrin sokaklarında dolaşır dururdu.
Çocukluğumuzda şimdiki tarihi Kışla’nın yerinde bir piyade alayı ve alayın da iyi bir bandosu vardı. Bu bando zaman zaman caddelerden yürüyerek marşlar çalar, halka bir çeşit gezgin konser verirdi. Biz çocuklar bandoya bayılırdık. O kadar hoşumuza giderdi ki daha fazla dinleyebilmek için uzun süre arkasından izlerdik. Herhalde hepimizin ilk çok seslilikle tanışması bu sayede olmuştur. Bandonun bir şefi vardı. Önden gider, bandoyu yönetirdi. Yalnız anlamadığım yürürken arada bir havaya zıplar, bazı hareketler yapardı. Bunun Avrupa ve Amerika bando şeflerinin yürürken yaptıkları bir gösteri geleneği olduğunu sonradan anladım DELİ BAKİ’yi bir iki kez bu askeri bandonun en önüne geçmiş, uygun adım, ama bu kez “Daa dit dat” sız ciddi yolda yürürken gördüğümü de anımsarım. Kim bilir, belki de zavallının şuur altında bir bandocu olamamanın kompleksleri yatıyordu…
İkinci renkli deli: KEL CEMİL. Zamanında kellik geçirdiği için adı böyle. Kışları, şimdiki Büyük Hamama paralel sokakta bulunan genel evlerde su taşır, hizmet edermiş. Yazları da Gözne yaylasında çarşıda hamallık ederdi. En çok kızdığı geçerken çocukların (hatta büyüklerin) zort çekmeleri. Kırrrr diye bağırmaları. “Kel Cemil’in hanı vaar” diye seslenmeleri idi. O zaman zavallı delirir, felaket söver sayardı. İş kıvamına gelince adamcağızı çürük domates yağmuruna tutarlar, kasketini kaldırıp yumurta koyar ve kırarak böylece eğlenirlerdi… Sonra da aralarında para toplayıp gönlünü alırlardı.
Öğrenciliğimde Ankara’dan, konservatuar yaz tatiline girdiğinde Mersin’e gelip, Gözne’ye ailemin yanına gittiğimde otobüsten inince Kel Cemil valizimi alır, çarşıdan evimize doğru yürürken gene zortlar. Kırrrr, “Kel Cemil’in hanı vaarrr” avazeler başlar, o zamanlar adet olduğu üzere giydiğim beyaz keten pantolon atılan çürük domateslerden nasibini alır, kıpkırmızı keserdi.
Kel Cemil, bir yandan hamallık ederken bir yandan da genellikle öğleden sonraları boynuna dümbeleğini asar. Yukarı Gözne’ye çıkar, mahalle arasında gezerken bed bir sesle dümbeleği eşliğinde “Kirpiikleerin ook oolmuuş, yeter kalbiimee fuurmaal” diye bir türkü tutturur, seyyar hanendelik ederek evlerden verilen paralan alırdı.. Tabii bu arada mahalledeki çocuklar “zort!.. kırr” törenini ihmal etmezlerdi. Bir gün yeğenim Kip, küçükken ona çeşme başında rastladığında “Kel Cemil bey amca” demişti. Kel Cemil, alçak bir sesle ciddi ciddi ”Cemil amca de yeter, Cemil amca de yeter “ diye ikazda bulunmuştu, hala anımsarım.
Bir başka deli de DELİ KADİR’di!.. Çok uzun boylu bir adam düşünün, kocaman kocaman ayaklarıyla yalınayak gezer, ama boynunda yakasız gömlek olsa da mutlaka bir kravat bulunurdu Çok saf biriydi. Çoğu kez yanında saçı başı birbirine karışmış anası Esma ile birlikte gezerlerdi Aslında Mersin doğumlu idi ama Deli Kadir’i “Akarcalı! Köylü” diye kızdırırlardı. O da yanıt olarak kravatını gösterir, “Baaak.. ben köylü değilim, kıravatım vaar” derdi. Kravatsız gezmemesinin nedeni “medeniyet yuları” ve köylü olmadığını göstermek içindi. Kendisine “Ne zaman evleniyorsun Kadir?” sorusuna, “yarın! “kiminle” denildiğinde “Anşayla” yanıtını verirdi. Eline bir kâğıt parçası tutuşturulup “Bak sana sevgilinden mektup gelmiş, al oku “denildiğinde hemen kurulmuş makina gibi “Kadiyim Kadiyiml. güzel Kadiyim! sana kıyavatlar alacaam! sana gömlekler alacaam!” gibi bir terane tutturur, herkesi eğlendirirdi.
Kadir’in meşhur bir hikâyesi vardır. Bir keresinde tanıdıklardan biri Kadir’i Yoğurt Pazarında görmüş, evindeki tamirat için aldığı iki boy su borusunu Kadir’e “Al bunları bizim eve götür, bırak” diye teslim etmiş. Akşam eve döndüğünde boruları eşine sormuş, gelmediğini öğrenmiş.. Birkaç gün sonra Kadir’i yolda görmüş, boruları sormuş, “Didin ya Aaam, eve götür deyi, ben de götürüp bıraktım!” “Nereye eve?” deyince “Fındıkpınarı’nda eve aaam!, sizin ev orda ya!” yanıtını almış. Kadir’in bildiği, 45 km. uzaktaki Fındıkpınarı yaylasındaki yazlık ev!.. Vurmuş sırtına koca iki boruyu, yayan yola koyulmuş. Kim bilir kaç saatte Mersin’den Fındıkpınarı’na varmış, kış günü evin önünde kimse olmadığını görünce yandaki bakkala teslim edip gene yayan geri dönmüş…
Yıllarca önce bir yaz Fındıkpınarı’ndaydım, o zamanlar daha öğrenci olan yeğenlerim Dr. Mehmet Nane ve Dr. İsmet Nane ile çarşıda Deli Kadir’i gördük. Bu sefer yalınayak değildi, ayağında yemeni, bir teki kırmızı öteki teki mavi renkte çorap giymişti. Tabii gene kravatlı!..
Mehmet Nane “Kadir ağa, niye çoraplarının biri kırmızı, öteki mavi?” diye sorunca Kadir, olanca sevecenliğiyle “Böyle taha güzel ağam!” demişti! Eee… renklerle zevkler tartışılmazdı! Hele rahatlamış birisi için!…
Mersin’de başka deliler de vardı ama önemli değillerdi. Nüfusunun az olduğu, herkesin nerdeyse birbirini tanıdığı o dönemlerde Mersin’imizde ne televizyon, ne radyo, ne tiyatro, ne opera vardı. Delilerin davranışları halkın en büyük eğlencesi yerine geçerdi. Bugün şehrimizde kimse kimseyi tanımıyor bile, öylesine kalabalık!… Fıkranın başındaki delinin yanıtı gibi, dışarıda belki eskisinden çok daha fazla rahatlamış insan var. Ama her halde renklilikleri eksik ki, gürültünün arasında farkedilmiyorlar bile…
*******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “MERSİN’İN SOKAKLARI VE MERSİN’E SAHİP ÇIKMAK” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*******
TÜRK KOMPOZİTÖRLERİNİN DUAYENİ – CEMAL REŞİT REY / İSK Bülteni Sayı 40
21 Ekim 1995 günü, bütün Türk Kompozitörlerinin duayeni Cemâl Reşid Rey’in ölümünün 10. yıldönümüdür. Bu her yanıyla büyük insan, henüz çocuk yaştayken 1910’larda, Avrupa’da ailesinin yanında müzik eğitimine başlamış, piyano ve kompozisyon dallarından sağlam bir teknikle mezun olmuş, 1920’lerin başlarında yurda dönerek İstanbul’da hocalık yapmağa başlamış, 1925–26 yıllarında Devletçe Avrupa’ya müzik eğitimi görmeleri için yollanan Necil Kazım Akses, Ferid Alnar, Ulvi Cemal Erkin gibi gençlere örnek olmuş, gitmeden ilk eğitimlerine yardım etmiş, 10 yıl önce aramızdan ayrılışına değin sayısız değerli öğrenci, sanatçı yetiştirmiş, çağdaş ve evrensel Türk Müziği repertuarına birçok değerli eserler kazandıran bir ulu kişidir. Bu türün ilk Türk yaratılarını veren gene O’dur. Avrupa’da ilk kez bir Türk kompozitörünün basılan eseri yanılmıyorsam 1923 tarihli, şan ve piyano için 72 Türk Halk Türküsü” Rey hocaya aittir.
Eserleri arasında, halkı çok sesliliğe ve evrensel müziğe alıştırmak için yazdığı “Lüküs Hayat’ opereti, 60 yılı aşmasına karşın hâlâ sahnelerimizde halkımızın beğenisini kazanmakta, O’nun “10. Yıl Marş,” artık Cumhuriyetimizin müziksel bir sembolü olmuş dillerde ilk günün heyecanıyla dolaşmaktır. Cemâl Reşid Rey’in kompozitörlüğü ve hocalığı kadar değerli bir hizmeti de, yıllarca yokluklar içinde “İstanbul Flarmoni Orkestrası’nı kurması, uzun yıllar İstanbul halkına sürekli senfonik konserler sunmasıdır.
Bu konserlerle İstanbul halkı, Cumhuriyetimizin müzik felsefesi doğrultusunda evrensel müzik eserlerini dinlemeğe alışmış, Ankara’dan sonra o gün atılan bu tohum, bugün salonları hınca hınç dolduran genç-yaşlı dinleyicilerin yetişmelerine temel teşkil etmiştir.
İstanbul Flârmoni Orkestrası, daha sonraları kurulacak olan İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasına, Devlet Opera’sı açılmadan Belediyeye ait İstanbul Operası orkestralarına ana kaynaklık ederek fonksiyonunu tamamlamıştır. Bu hizmetlerine karşı kadirbilirlikle İstanbul halkı bir güzel konser salonuna “Cemâl Reşid Rey” adını vermiştir.
Ben Cemal Hocayı ilk kez ya 1940, ya da 1941 yılında öğrenci iken Ankara Devlet konservatuvarında görmüş ve tanışmıştım. 1930 lu yıllarda yazdığı, Hocam Praetorius idâresinde, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası konserinde çalınan, Orkestra için “Enstantaneler” adlı eseri için gelmişti. Esere hayran kalmıştım. Bugün de her çalınışında aynı hayranlığı duyarım.
Cemâl Hocayla daha yakından tanışıp, dostluk kurmam 1954 veya 1955 yılında, İstanbul Flârmoni Orkestrasıyla, benim Yaylı Çalgılar Orkestrası için “Sinfonietta’ mı seslendirdiği sırada oldu. O tarihten bu yana kendisine daima saygı duyduğum gibi kendisinden de hep dostluk sevgi ve teşvik gördüm. Her yeni eserimin ilk seslendirilişinde Hoca’dan bir tebrik telgrafı daima beni beklerdi. O zamanlar babadan kalma, Osmanbey’de Şair Nigâr sokaktaki sonradan yıktırılan o tarihi nefis konakta, kardeşi rahmetli Ekrem Reşid Rey’le birlikte unutulmaz müzikli saatlerimiz sohbetlerimiz olmuştu.
Cemâl Hoca, çok geniş kültürü olan bir insandı. Fransız edebiyatını derinlemesine bilirdi. İstanbul’a sonsuz hayrandı. Şehri ondan dinlemek veya birlikte gezmenin çok daha başka bir tadı vardı. İnceliğinin sonu yoktu. Fakat bu inceliğine rağmen yeri gelince de özellikle alaturka müzikte en sert yanıtı vermekten geri kalmazdı.
Rahmetli Ulvi Cemâl Erkin hocadan duyduğum bir olayını anlatayım. Musiki Muallim Mektebi 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarına dönüştüğünde, öğretim üyesi olarak Atatürk dış ülkelerden birçok değerli yabancı hoca getirtmişti. Bunlardan biri de şan hocası Max Klein idi. Birgün konservartuardayken Schubert’in ünlü Lied’i “Eri Konig“i getirmiş, piyano’da kendisine eşlik etmesi için Cemâl Reşid Hocadan ricâ etmiş. Lied’e Hoca, çok parlak bir şekilde eşlik etmiş ve parça bitmiş.
Eri König’in piyano partisi hayli zordur. Türkiye’de böyle virtüozca piyano çalanla karşılaşmayı ummayan Klein, Cemâl Hocaya: “Bravo! Hayret! çok iyi çaldınız!..” demesi üzerine Hoca “Baksana sen buraya! Ben bu Lied’i bütün tonlardan hem de ezbere çalarım!” diye geçmiş piyanonun başına, ayrı ayrı 12 tondan başlamış çalmaya!..
Klein, utancından eşekten düşmüş karpuza dönmüş tabii!..
Evet, 21 Ekim 1995 ! Bu ilk büyük kompozitörümüzün, sanat adamımızın ölümünün 10. Yıldönümü!.. O’nu anarken aziz hatırası önünde bizler şükran duygularıyla eğiliyoruz.
Ama bakalım, renkli basınımız, ondan aşağı kalmayan, birbirinin aynı, gerçek kültürle bir ilgileri olmayan bir yığın özel renkli TV’lerimiz, hatta TRT’miz, Devlet Senfoni Orkestralarımız, Korolarımız, Kültür Bakanlığımız bu önemli günde, ulusça bir şükran borcu olarak Cemâl Reşid Rey’i anmayı akıl edebilecekler mi?! Cumhuriyetimizin 72. yıldönümünde, müzik kültür düzeyimizin, çağdaşlaşmamızın, evrenselleşmemizin, kadirbilirliliğimizin ne durumda olduğunu bir kez daha açık seçik görmüş olacağız.
*******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “Paralellik (HALKEVİ- SANAT KULÜBÜ) ” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*******
TARTÜFLEŞENLER -(Moliere’in eserlerindeki sahtekâr tip) / İSK Bülteni Sayı 44
Şu günlerde yurdumuzda bir insanlık komedyası oynanıyor ki değmeyin gitsin!… Dün savurduğu akla mantığa uymaz sözleri sanki söylememiş gibi davrananlar, birbirlerine söğüp sayanlar sanki onlar değilmiş gibi kol kola gezinenler, geri zekâlı kimselermişiz gibi acaba bizlerin yuttuğumuzu mu sanıyor olalar?… Bu insanlık komedyasının baş oyuncuları, ta 1946 da başlayan bu dümeni siyaset olarak hâlâ görmeğe devam ederlerken aklıma hep Moliere geliyor… Özellikle “Le Tartuffe’ü…! Üşenmedim, açtım, bir kez daha piyesin Fransızcasını tadını çıkara çıkara okudum.
Yüzyıllar geçiyor olsa da değişen bir şey yok… Paris’te, Palais Royal’da piyesin ilk oynanışından bu yana 328 yıl geçmiş, eser hâlâ dipdiri… Tıpkı Sophocles’in 2300 küsur yıl önce yazdığı Oedipus, Antigone trajedileri gibi… Çünkü ele aldıkları, zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla insan…. Bunun için de yıllara, yüzyıllara rağmen geçerliliklerini koruyabilmekte, günümüzün insanına, toplumlara seslenebilmektedirler.
Kısaca bilgi vermek gerekirse, Moliere 1622 de Paris’te doğmuş, Jean Batiste Poquelin adı altında bir halı tüccarının oğlu olarak kilisede vaftiz edilmiş. Büyüyünce hukuk öğrenimi görmüş, Orleans şehrinde lisansını almış.. 1643’te bir hanım tiyatrocu olan Madeleine Bejart ile tanışması sonucu baba mesleği halı tüccarlığını bırakmış, Moliere adı altında tiyatroculuğa başlamış, oyunculuğunun yanında insanlığa birbirinden güzel eserler vermiştir. Ele aldığı konularda insanların çarpık ve ahlaksız yanlarını, zaaflarını en güzel şekilde işlemiş, bu yüzden yıldırımları üstüne çekmiş, başı sık sık derde girmiştir. Hastalık Hastası, Kibarlık Budalası, Pinti, Don Juan, Kadınlar Okulu, Zoraki Tabip, Scappin’in Dolapları vb. şaheserlerinde saf insanları kandıran, hukukçuları, sahte Allah adamlarını, kibarları, pintileri, doktorları vb. konu edindiği için eserlerinin oynanması yasaklanmış, (Üç yüz yılı aşmasına rağmen hâlâ yurdumuzda maalesef görülüyor) sahte din madrabazlarının marifetiyle kilisece aforoz edilmiş, 17 Şubat 1673’te sahnede fenalaşıp, evinde vefat ettiğinde, gece gizlice dinî tören yapılmadan defnedilmiştir.
Moliere bir düzen düşmanı, bir din düşmanı mıydı? Tersine… Eserlerinde dine, hukuka, insanlığa daima saygılı fakat bunları yozlaştıranlara, kendi çıkarlarına uyduranlara karşı insanları uyarmaya çalışmış, fincancı katırlarını ürküttüğü için yasaklamalara, koğuşturmalara, kilisece afaroza uğramıştır. İşte Le Tartuffe de bu amaçla yazılmış, uyarıcı bir eserdir. Kısaca konusu:
Bir evin beyi ve annesi çok dindar insanlardır. Bey bir gün sahte dindar Tartüfe rastlar, adamın dindar görünüşüne aldanır, evine alır. Tartüf zamanla suret-i haktan görünerek eve hakim olur, sevap uğruna bey, evi bile onun üzerine yazdırır. Bu arada evin genç kızını da kendisine vermeleri için beyi ikna etmiştir. Evin hanımının ve çocukların karşı çıkmalarına bey, inatla karşı koymaktadır. Tartüf evin hanımına da sarkıntılık etmeğe başlar. Bir seferinde buna tanık olan oğluna bile, baba inanmaz. Öylesine bir inanışı vardır bu sahte Allah adamına… Sonunda hanım, kocasını durumu gözleriyle görmesi ve duyması masanın altına gizlenmeğe ikna eder. Tartüf gelip gene sarkıntılık ederken koca ayılır ve bu sahte Allah adamını evden kovar. Artık maskesi düşen Tartüf, “Yasal olarak bu ev benimdir” diye ev sahiplerini kovmaya kalkar. Allahtan ki ülkeyi yöneten iyi bir prens vardır da durumu anlar ve tartüfü hapse yollar, herkes kurtulur, piyes mutlu sonla biter.
Tanrı tüm insanları Tartüflerden korusun.
Ben Tartüfü ilk kez 1945 – 46 yıllarında İstanbul’da, Şehir Tiyatrosunda, Ahmet Tevfik paşanın çok eski tarihlerde Türkçeye “Mürai” olarak yapmış olduğu adaptasyonundan, Rahmetli Bedia Muvahhit ile Vasfi Rıza Zobu’dan seyretmiştim. Konservatuvarda benim aldığım Moliere kültürüne zıt, sulu bir komedi olarak gördüğümden, Bedia Muvahhit gene neyse ama Vasfi Rıza’yı çok ucuz bulmuştum.
Daha sonra aslını Paris’te, Comedie Française’de yanılmıyorsam usta Dullin’den seyrettim. Fakat beni en çok etkileyen gene Paris’te Louis Jouvet’nin tartufü olmuştu. Jouvet eseri tamamen başka yorumlamıştı. Komedi unsurları gene hakimdi fakat Tartüf geniş kara pelerini ile piyesin üzerine sanki bir şeamet havası gibi çöküyordu. Harikaydı…
Moliere bu eseriyle Fransız diline bir yeni fiil de hediye etmiş oldu, ”Tartufier” yani tartüfleşme. Bugün tartüfleşme oranımız hayli yüksek gibi görünüyor. Acaba gerçekleri anlatan, gerçek yurttaşları madrabazlardan, gerçek dindaşları sahte Allah adamlarından koruma, uyarma görevli bu tür eserlere, yasaklarla karşı konulması, insanın bindiği dalı kesmesine benzemiyor mu?
Tartüfleşme oranı dedik, Sözümü bir fıkra ile bitireyim. Bilmem uyar mı? Bir gün Nasrettin Hoca Akşehir’de çıkmış çarşının üst tarafına, “Ulan pezevenkleeer” diye yüksek sesle bağırmış. İnsanlar “Ne oluyor?” diye dükkânlardan dışarı fırlayınca, Hoca bakmış, bakmış, “Yahu, maaşallah ne kadar da çokmuşsunuz!” demiş.
İnsanların merak saikasıyla dışarı fırlamış olmaları herhalde gerçekten kavat olduklarından değildir ya canım!
*******
EROZYONLAR – (Toprak kaybı ve kültürel aşınma) / İSK Bülteni Sayı 45
1958 yılına kadar ben Fransızca “erozyon ” sözcüğünün Türkçe karşılığını ”aşınma” diye bilirim ama dehşetini bilmezdim, tââ ki Prof. Baade’nin 1958 yılında Ankara Devlet Konservatuarında benim de bulunduğum, Türk Alman Dostluk Derneği’nin vermiş olduğu yemekten sonra yapmış olduğu konuşmaya değin… Aradan neredeyse kırk yıl geçtiği için sayıları üç aşağı beş yukarı unutmuş olabilirsem de bu konuşmayı tarihsel bir belge olarak aşağıda sunuyorum. Prof. Baade, dünyanın en ünlü orman uzmanlarındandı ve konuşmasında şöyle demişti:
“Atatürk 1933 yılında beni Türkiye ormanlarını incelemem için yurdunuza davet etmiş, ben de bu konuda raporumu hazırlayarak kendisine sunmuştum. O tarihte Türkiye ormanları yurt yüzeyinin Yüzde onaltı buçuğunu kaplıyordu, (verdiği olan gerçek orman alanları içindi) Şimdi 1958 yılında Adnan Menderes Hükümeti beni gene aynı amaçla Ankara’ya çağırdı. İncelemelerimi yaptım ve raporumu kendisine verdim. Bilmem beni dinlerler mi? Dinlemezler mi? Aradan geçen bu süre içinde bugün Türkiye’de orman alanları oranı yüzde onbir buçuğa düşmüştür. Bu, her yıl bütün Türkiye topraklarının bir santimetresinin erozyonla denizlere akıp heba olması demektir ve bu bir santimetre toprak 500 senede oluşabilmektedir. Toprağın ancak 65 santimetre derinliğe kadarı tarıma elverişlidir. Bu demektir ki böyle giderseniz 65 yıl sonra ülkeniz sadece çöl olacaktır. Siz Türkler, eskiden toprakları verimli Orta Asya’da idiniz. Doğasını tahrip ede ede oraları çöle çevirdiniz ve göç ettiniz, Şimdi Anadolu’dasınız ve buraları da aynen çevirmektesiniz. Bu barbarlıktan vazgeçmezseniz buradan da kalkıp gidecek bir başka yerin bulunmadığını artık iyice bilmeniz gerek..”
Evet …Ard arda orman suçlarının aflarıyla, sürdürülen yanlış politikalarla, vurdum duymazlıklarla 1996 yılında yurt düzeyinde bugün orman oranımız kaçtır bilemem:
Erozyon yalnız ormanlarımız ve topraklarımızda mı? Yurdumuzda başka başka erozyonlarla, yani aşmdırılmalarla kaybımız ondan daha beter, korkunç tablolarla karşımızda!…Gelin şöylece bir göz atalım.
Yaşamımızın temeli Cumhuriyetimiz bu erozyondan nasibini almış, temeline dinamitler konulmaktadır. Ülkemizin bekâsı Atatürkçülük, “Atatürkçüyüz” diye diye mürailer tarafından anlam ve değer erozyonuna uğratılmış, yerine ulusumuz için tehlikeli ve sapık ideolojiler getirilmek istenmektedir. Parasal erozyonumuz akıl almaz değer düşüklüğündedir. Bugünün bin lirası, 1950 yıllan öncesinin 10 parası değerinde bile değildir, (bir kuruş 40 para, bir lira 100 kuruş olduğuna göre varın siz erozyon oranını hesaplayın!..)
İnsanlığın, dinlerin, mezheplerin emniyet sübapı olan laikliğimiz, politikacıların, çıkarcıların, yalan, iftira ve tezvirleriyle saptırılmağa çalışılmış, sonuçta zedelenmiş, ardından din mafyası ortaya çıkmış, gerçek dinimiz sahteye ve yanlışa yönlendirilmeğe çalışılmakta, Allah rızası için yapılması gereken, aksi halde büyük günah olan ibâdet hizmetleri para kazanma yolu haline sokularak dinimizde de erozyon yaratılmıştır.
Ulusalcılığımız, bilinçle yaratılan kavram kargaşalarıyla gerçek anlamından saptırılmakta, ırkçılık, İslâmcılık haline sokulmak istenmekte, aşındırmalarla birliğimiz temelinden sarsılmaktadır. Ulusal Eğitimimiz, toplumumuzda erdem, ahlâk ölçülerimiz, devlet adamlığı, hukuk, vergi sistemimiz, kıyılarımız, ekolojik dengelerimiz vb. aynı şekilde şiddetli erozyonlar içerisindedir. Kültür erozyonu, elimizde ulusal ve tarihsel ne kadar değerimiz varsa bir daha geri gelmeyecek şekilde alıp götürmektedir. Sit alanlarımız yok edilmektedir.
Geleneksel müziklerimizden engin bir zenginliğe sahip halk müziğimiz artık yok olmuştur. Allahtan ki 1935 li yıllarda ileri görüşüyle gene büyük Atatürk, ünlü kompozitör ve folklorcu Belâ Bartok’u yurdumuza getirterek Ankara Devlet Konservatuarı mensuplarıyla bütün Türkiye’de başlatılan halk taramaları ve plâklara kayıtları sayesinde bugün elimizde 8000’i aşkın, otantik halk müziğimiz örnekleri yok olmaktan kurtarılmıştır. Alaturka müziğimiz de erozyon karşısında seviyesini koruyamamış, önceleri “dolmuş”, daha sonra da “arabesk” müziğine dönüşmüş, artık bir iki makama bağlı, usul bakımından yoksun, basit sözleriyle ilkel ve tekdüze bir müzik hâlini almıştır. Pop denen müzik türü için de durum aynıdır.
Kültür erozyonumuz bugün en üst düzeydedir ve yanlış yönlendirilmelerin yanında renkli basın, kum gibi kaynayan niteliksiz özel radyo ve TV ler baş sorumlulardır.
Yurdumuzda nereye e! atsak bir erozyon trajedisiyle karşılaşmaktayız. Acaba buna yurdumuz ve ulusumuz daha ne vakte kadar dayanabilecektir ve sonumuz ne olacaktır?… Ne zaman gene değerlerine sahip, erozyonsuz mutlu bir ülke ve ulus olacağız? Bu, inşallah aşağıda sunacağım, Zamanında rahmetli kayın pederim Ziya Şıhman’dan duyduğum küçük hikâyenin sonu gibi değildir.
Adamın biri, yazın Toroslar’da yayladayken develerinden biri başını almış, aşağıya sahile, doğru ovaya kaçmağa başlamış. Deve önde, adam arkada, gele gele Karagedik’e varmışlar. İleride Ağustosun sıcağında ova kaynıyor!… Sıcak… sıtma!., hastalık!.. Adam orada durmuş ve devenin ardından “Güle karalök: artık seninle ahrette buluşuruz!” demiş.
*******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “GÖZNE ANILARI” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
******
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “BAĞLAMANIN TELLERİ ” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
Kitaba devam etmek için bu satırı tıklayınız.

Biyografik Bilgi

scroll to top