,

Ben NEVİT KODALLI – 2. Bölüm

İKİ SALLA BİR BAĞLA – (Avrupalı olmak) / İSK Bülteni Sayı 49
Şu 1996’nın sıcak Haziran günlerinde sade bir vatandaş olarak yurdumuzda devlet adamlığı edenlerin davranışlarını, düştükleri çelişkileri hayretle görüp, dış ülkelerdeki hükümet buhranlarını, bunların o ülkeler üzerindeki etkilerini anımsamamak olası değil. Örneğin, Fransa, İtalya, hükümet krizlerinden en çok nasibini alan ülkelerdir, Fransa’da aylar geçer, nerdeyse yılı bulur, gene de hükümet kurulamaz, ama ülkede işler aksamadan tıkır tıkır yürür gider. Hatta bazen halk “Yahu! Bunlarsız da memleket pek ala yürüyor:” diye işi alaya alırlar. Tabii bunların başında karikatürcüler gelir. Hükümet kurulduğunda da işler gene tıkır tıkır işlemeye devam eder, durum aynıdır, Nedeni bakanlıklarda, devlet kademelerinde bu işleri yürütenler bakanlar değildir, müsteşarlar, genel müdürler gibi bürokratlar, teknokratlardır. Bu insanlar ise yılların deneyiminden geçmiş, işlerinin ehli kimselerdir, bakanlar bunların yanında sadece siyasi birer sembol gibidirler. Seller gider bunlar hep kalır, değişmezler. Bu ülkelerin gücü de bu tutarlılıklarındandır. Bu kişiler hiçbir zaman partizan değillerdir, yalnızca görevlerini yurtseverlikle yaparlar. Yurtseverlik, onlar için her türlü politikanın ve çıkarlarının üzerindedir. Paris’te kaç kez görmüşümdür. Örneğin, komünistlerin şehirde bir olayı vardır, polis gelir, olanca gücüyle bastırır. Polislerden bazılarının dönüşlerinde etroda komünist gazetesi L’ hümanite’yi okuduklarını görürsünüz. Bellidir ki o polis komünist eğilimli bir kimsedir. Ama görev bahis konusu olunca asayiş önde gelir, kendi inanışları değil!.. Şunu da belirteyim ki Fransız polisinin dayağı çok meşhurdur, ”Passer au tabac” derler ki anlamı ”Tabaklamadılar”. Hani dericilerin derileri Tabaklanmasından!… Hele bir polise karşı gelin de görün!.. Ama ne hikmetse bizim polisin dayağı dünya konularında hep öne çıkar, ama Fransız polisinin karakol dayağı hiç hatırlanmaz. Hele Amerikan polisinin, üçüncü ihtarında durmadıysa her kim olursa olsun çekip tabancasını insanı öldürdüğü hiç dile gelmez.
Ekonomikman bağlı toplumların çifte standarda tabi tutulmaları kaderleridir. Atatürk, boşuna “İstiklâl-i Tamme” dememiştir.
Yukarıda belirtmeğe çalıştığım devlet idaresi tutarlılığını esefle söylemek gerekir ki biz neredeyse 50 yıldır yitirmiş durumdayız. Artık alıştık da… Bizde bir hükümet değişir, önce müsteşarlar, sonra genel müdürler, sonra değişe değişe bu odacılara, çaycılara kadar iner gider. Oysa “Bir yiğit kırk yılda meydana gelir”. Yeni gelenler alışıncaya, zihniyeti temizse yetişinceye kadar hükümet yine değişir. Gene aynı terane başlar.. Bu değişmelerden en çok sıkıntı çeken biz sanatçılar olmuşuzdur. Düşünün, bir kültür bakanı gelir, çoğu kez bu gelenin kültür kavramıyla pek bir ilgisi de yoktur, ya da kültür anlayışı ve görüşü bir at gözlüğü açısı kadardır. Uğraşa uğraşa bu zata opera nedir, bale nedir, orkestra nedir, resim, heykel, tiyatro, edebiyat nedir, dünyada yerleri nerelerdedir, bunları tam öğretir, yetiştirirsiniz ki bir bakarsınız bakan değişmiş.. Haydi!., yeni gelenle gene aynı çaba, aynı terane!…Bu yıllardır bizlerin kaderidir.
Ulusça bir türlü rayımıza oturtmamızın, sağlam adımlarla ilerlemememizin, iki salla bir bağla mehter adımıyla (ki onun da gerçek mehterle ilgisi ne derecedir bilinmez) Arabesk bir toplum haline dönüşmemizin ana nedeni budur. Masaldaki gibi “Atın önüne ot, Aslanın önüne et”i koyamadığımız sürece daha nice hükümet değişmelerine, nice bakanlık pazarlamalarına tanık olacağız demektir. Hayırlısı bakalım…
*****
“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “SANTA TEKLA / SANTA MARİA ” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*****
BİZ DEVLET OPERA VE TİYATROSUNU NASIL GERÇEKLEŞTİRDİK – (Konservatuvar ve Tatbikat Sahnesi) / İSK Bülteni Sayı 53
Atatürk, 1910 lu yıllarda Sofya’da ataşe militerken ilk kez bir operayı seyrettikten sonra, operanın güçlü etkisi altında “Bizde de opera kurulacaktır” derken sanki ileride en büyük inkılâbım diye nitelediği müzik reformunu dile getirmiştir. Müzik devrimini başlattığı 1924 yılında Cumhuriyetimizin ilk okulu olan Musiki Muallim Mektebi’ni açtıktan sonra, 1930’lu yıllarda bu düşüncesini gerçekleştirmek üzere, o zaman Avrupa’dan henüz dönmüş olan genç kompozitörlerimizden Adnan Saygun’a “Özsoy”, Necil Kâzım Akses’e “Bayönder” İlk opera denemelerini yazdırdığını, İran Şahı Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyaret törenlerinde Ankara Halkevi’nde ilk kez seslendirdiği önemli bir tarih olarak biliyoruz. Atatürk bu temsiller sırasında çekilen sıkıntıları ve eksiklikleri görmüş ve 1935 yılında tiyatro sanatını da mektepli bir hale getirmek üzere Ankara Devlet Konservatuvarını kurdurmuş, 1936 yılında Konservatuvar, opera-tiyatro-müzik dallarında çoğu dışarıdan gelen sanatçı uzmanlarla eğitime başlamıştır. Fakat ne yazık ki, Atatürk arzuladığı bu okulun ilk semereleri olan tiyatro opera temsillerini hayatta iken göremeyecektir.
Ben, 1939 yılında Ankara Devlet Konservatuan’nın Kompozisyon bölümü sınavlarını kazanarak öğrenciliğime başladım. O yılın Konservatuarın en yoğun çalışmalarına sahne oluyordu. Atatürk’ün müzik reformunu aralıksız devam ettiren Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, İkinci Dünya Savaşı’nda olmamıza, onun yokluklarına rağmen Konsevatuar üzerindeki ihtimamlarını hep sürdürdüler. Özellikle Hasan Ali Yücel’in Konservatuara haftada birkaç kez işlerin yürümesini kontrol için gelerek hepimizle ilgilendiğini hatırlarım. Ben, yem bir kompozisyon öğrencisi olarak, ilk kez Türkiye’de oynanacak Mozart’ın çok küçük yaşta bestelediği “Bastien ve Bastienne”adlı operasının bütün çalışmalarını hiç kaçırmadan izledim Eseri Konservatuarın Sahne Sanatları bölüm başkanı Karl Ebert sahneye koyuyor, orkestrayı hocam Praetorius idare ediyordu, ilk kez yanılmıyorsam 1940 – 41 ders yılında sahnelendi. Bastien’i tenor Süleyman Güler, Bastienne’yi Soprano Rabia Erler, Kolas’ı bas Ruhi Su seslendiriyordu. Tabii o sıralarda hepsi de Konservatuar öğrencisi idiler. Orkestra, Cumhurbaşkanlığı Senfoni (o zamanlar Flarmoni adıyla) Orkestrası idi. Oyunları B.M.Meclisi üyeleri ve ilgililerle halk beğeni ile izlemişlerdi.
Bu, Konservatuvarın ve Türkiye’nin ilk opera denemesi ve başarısı idi. Aynı dönemde Tiyatro Bölümü de ilk temsillerini halka sunuyordu. Bundan sonra sıra daha büyük opera ve tiyatro eserlerine geliyordu. Okulda öğrenci sayımız azdı, hepimiz dallarımızla hiç ilgisi olmamasına rağmen ilk temsillerde görev aldık. Biz öğrencilerin görevi opera ve tiyatroda korolarda söylemekti. Kimimiz kompozisyon öğrencisi, kimimiz tromboncu, piyanist, kimimiz yaylı çalan, her daldan öğrenciler olarak görev aldık. Hiçbir zaman ben solistim, sen koristsin, sen figüransın diye komplekslere kapılmadık, elbirliği ile omuz verdik. Düşünün, öğrenci tenor Aydın Gün bir yanda ilk Butterfly Operasında baş rolde Pinkerton’u oynarken, diğer yanda bizlerle birlikte koroda birlikte koroda söylüyordu. Vedat Gürten, Tosca operasında bir gece baş rollerden Scarpe’yi oynarken, diğer gece gene bizimle aynı eserde koroda söylüyordu.
Savaş yıllarının gece karartmaları arasında ilk temsiller Ankara’daki Halkevinde veriliyordu. Geceleri kışın temsil sonrası okula dönebilmemiz için o eski Rus otobüslerinden yalnız bir tane veriliyordu. Temsil bitiminde biz makyajlarımızı silerken o tek otobüs hemen çıkan orkestracılarla dolar ve bizler gecenin saat 12 00’sinde Cebeci deki Konservatuara buz gibi soğukta titreye dona yayan giderdik. Bizler Müzik Bölümü öğrenciler olmamıza rağmen tiyatro eserlerinde koroda da yer alırdık. Tiyatro Bölümünün en önde gelen öğrencileri de örneğin “Fidelio” operasında mahkûmlar korosunda figüran olarak görev alırlardı.
Bizim ilk baletimizin 1944 yılında sahnelediğimiz “Satılmış Nişanlı” operasındaki danslarda görev alan Cüneyt Gökçer olduğunu ve onun aynı zamanda Antigone’de Haymonu diğer tiyatro eserlerinde baş rolleri oynadığın söylersem bizlerin bütün okul olarak nasıl bir inanç ve özveriyle operayı, tiyatroyu halkımıza Millet Meclisi üyelerine en güzel örneklerini vererek Tatbikat Sahnesi Yasası’nı, sonra da Devlet Tiyatrosu Yasası’nı çıkmasını sağlayabildiğimizi anlarsınız.
Bu arada ilk 1946 yılında öğrenime başlayan sonradan Devlet Balesini oluşturacak Ankara Devlet Konservatuvarı’nm Bale bölümünü de unutmamak gerekir. Benim o yıllarda çalışmalarda aldığım korodaki görevleri sayayım. Butterfly Operasında Balıkçılar Korosunda, Antigone’de, Dokuzuncu Senfoni (1942 yılı), Tosca’da, Fıdelio’da, Satılmış Nişanlı’da..
Bunlar dışında operalarda perdecilik de yaptım. Bizim Konservatuar kuşağımız işte böyle bir kuşaktı…
Bugün 6 ilimizde Devlet Senfoni Orkestraları, 4 ilimizde Devlet Opera ve Baleleri, sayısı hayli kabarık Türk Opera ve Bale eserleri, Yurt yüzeyine yayılmışlarıyla birlikte 7 si Ankara’da olmak üzere birçok Tiyatromuz, Türk tiyatro eserlerimiz, Ankara Devlet Konservatuarından doğma 7 yi aşkın Devlet Konservatuarımız varsa, bu bizim 1940’lı yıllarının Ankara Devlet Konservatuarı öğrencilerinin kuşağı sayesinde, Atatük’ün istediği bu kültür sonucuna erişilmiştir.
Aramızdan ayrılanları saygıyla anarken bu kuşağın bir bireye o günleri yaşamış bir kişi olarak geçmişimizle daima övünür, gurur duyarım ve andıkça heyecanlanırım.
*****
SANATTA DEMOKRATİKLEŞME – (Kodallı 20 yıl öncesinde TÜSAK’ı görüyor!) / İSK Bülteni Sayı 54
Opera, bütün sanat dallarını içeren, bunların hepsinin birleşmesiyle ortaya çıkan, onun için de ‘Komple’ bir sanat kurumudur ve gücü çağlar geçse bile hiç eksilmez ve zayıflamaz.
Operayı oluşturan öğeler nelerdir?. Önce müzik, şan, tiyatro, şiir, edebiyat, dans, mimari, resim, heykel, kostüm kreasyonu, dekor, bunlardan başka tarih, sosyoloji, ışık, daha bir hayli bilim ve teknik dalını da içine alan öğeler topluluğu bu sanatın görkemini meydana getirir.
Bütün sanat dallarının gücünü kendinde birleştirdiğinden insan ve toplum üzerinde etkisi büyüktür. işte bu nedenlerden ötürü Atatürk,1910’lu yıllarda Sofya’da ataşemiliterken yaşamında ilk kez seyrettiği bir opera eserinden sonra yaptığı analiz ve söylediği “Bizde de opera kurulacaktır” sözü, eşsiz dâhinin operanın etkinliğini, güçlü bir sanat dalı olduğunu anlayışındandır. Opera, doğuşundan bu yana bunca sanatı kendinde topladığından pahalı bir sanat dalıdır, büyük masraflarla realize edilebildiğinden ancak devlet veya devletin yerine geçen idari otoriteler ve kurumlar tarafından finanse edilirler, faaliyetlerini sürdürebilirler.
Durum, büyük tiyatrolar, devlet baleleri, devlet senfoni orkestraları için de geçerlidir. Bu finansman bir fiyaka aracı değildir, bir sanat ihtiyacını karşılayabilmek içindir ve demokrasiyle, tiraniyle, monarşi ile, aristokrasiyle, sosyalistlikle, komünistlikle bir ilişkisi yoktur. Bir opera temsili için harcanan paranın koltuk başına düşen miktarı çok yüksektir, salon hasılatı olarak halkın, hatta çok zenginin ödediklerinin toplamı opera sanatını sürdürmeye yetmez.
Opera gibi diğer büyük sanatları yürüten sanatçılar topluluğu daima devletin ve yerini dolduran kurumların ayırdıkları ödeneklerle sanatlarını sürdürebilirler ve bu demokratikleşme veya demokratikleşmeme konusu değildir. Doğu’da da Batı’da da durum aynıdır, değişmez. Hele yurdumuzda bir ikisi dışında özel yarı amatör tiyatro veya dans gruplarına bakıp (aslında onlar da devletten ödenek alırlar yal) “Bunlar bilet satışlarıyla yaşayabildiklerine göre, devlet, opera, bale, tiyatro senfoni orkestralarından finansmanını çeksin” diye düşünerek ahkâm kesmek, bu kurumları antidemokratik görmek büyük yanlıştır.
80 kişilik orkestra, 80 kişilik koro, 40-50 solist, 100 bale dansçısıyla dekor yapım atölyeleriyle marangozlarıyla, demircileriyle, dekor taşıyıcılarıyla, ışıkçılarıyla çalışan opera gibi kurumlan halkın kendisinin yürütebileceği sanısı ise Atatürk’ün Büyük Nutku’nda üstü kapalı olarak komünist rejim için “Bu bir ütopyadır insanlığın düzeye erişebilmesi için en az 200 yıl geçmesi gerekir” dediği üzere “Bu bir ütopyadır. Süresi de sonsuzdur. Ortalıktaki hangi özel (demokratik) tiyatro, ancak Devlet Tiyatrolarının sahneleyebildikleri bir Oedipus’u, bir Antigone’yi bir Gilgameş’i bir Lysistrata’yı, daha nicesini oynayabilir? Buna sanat gücü, kadrosu, bilet satışları yeter mi? Hangi özel dans grubu, üç beş kişilik kadrosuyla bir “Uyuyan Güzel?, bir “Romeo ve Jüliette’i”, vb. Devlet Balelerimizin dışında oynayabilir? Bu artık bir ütopya bile değildir.
Cumhuriyetimiz, sanat ve kültür kurumlarımızı finanse edip kurmamış olsaydı hangi özel kurum operaları, baleleri halka sunabilirdi? Bugünkü çağdaş Türk resmi, heykeli, evrensel bir Türk müzik repertuarı, orkestralarımız, tiyatrolarımız, operalarımız, balelerimiz olabilir miydi? 1940’lı yıllarda ismet İnönü ve Hasan Ali Yücel “Tercüme Bürosu’nu” kurmamış olsalardı “Aydınlanma Devrimizi” simgeleyen, dünya edebiyatı pencerelerini açan “Klâsikleri” kim Türkçeye çevirtebilecekti? Bunları Milli Eğitim Bakanlığı basıp halka çok uygun fiyatlarla sunmasaydı kim basacaktı? Benim gibi Cumhuriyetin yetiştirdiği bütün sanatçılar Devletin okullarında, konservatuarlarında, akademilerinde okuduk. Bunlar antidemokratik okullar mıydı?
Yani şimdi bizler antidemokratik sanat mı yarattık? Bizler antidemokratik kimseler miyiz? Hani Moliere’in “Kibarlık Budalası” piyesinde Monsieur Jourdain’in “Demek ben kırk yıldır nesir konuşuyormuşum da haberim yokmuş!” dediği gibi, demek bizler de tümümüz antidemokratik kimselermişiz de haberimiz yokmuş!..
Biz bırakalım da gelin bütün dünyada yüksek sanat üreten opera, bale, tiyatro, orkestralara şöyle bir göz atalım. Almanya’da operalar, baleler, orkestralar ve tiyatrolar, ya devlet tarafından ya da bölgesel belediye idareleri tarafından finanse edilirler. Fransa aynı durumdadır. İngiltere Kraliyet operaları, tiyatrolarıyla ha keza! İtalya’da da durum aynıdır, Avusturya’da da.. (Çarlık Rusya zamanından beri komünist bir rejim olan Sovyetler Birliği bir yana) Yani bu ülkelerde demokrasi yok mu?..
Demokrasi hâmisi Amerika Birleşik Devletlerine gelince, teşvikler dışında bu ülkede gerçekten doğrudan doğruya devlet tarafından finanse edilen operalar, tiyatrolar, baleler, senfoni orkestraları yoktur. Bunlar vergiden düşmek üzere çok zengin belirli kimselerin yıllık para bağışlarıyla faaliyet gösterirler. Zamanında New York’ta metropoliten Operası yetkililerine “Niçin Çağdaş opera eserlerini repertuarlarınıza almıyorsunuz hep aynı eski operaları oynuyorsunuz?” diye sorduğumda şu acı yanıtı almıştım: “Bizim operamız bazı zenginlerin bağışlarıyla yaşar. Bu kimseler ancak bu tür eserlerin oynanmasını istiyorlar. Bir çağdaş opera oynamamızı istemezler! Aksi halde bize bağışladıkları parayı keserler, bunun için mecburuz!” Ne özgürlük değil mi? Aynı şeyleri Pihiledelphia, Ohio ve diğer opera yetkililerinden de duymuştum. İşte demokrasi, demokratikleşme…
Gelin biz gene onun bunun dediğine bakmayalım. Antidemokratik diye bizlere kulp taksalar da Cumhuriyet felsefemizin doğrultusunda yolumuza devam edelim. Ürettiğimiz sanatların üzerine daha güzel daha büyük ürünler katalım en iyisi…
*****
TÜRKİYE DE MÜZİĞİN GELİŞİMİ – (Giderek yozlaşması) / İSK Bülteni Sayı 55
Yurdumuzda, içinde bulunduğumuz müzik durumumuzu şöylece kuşbakışı bir incelemeğe tutabilmemiz için çok eski tarihleri bırakarak, hiç olmazsa Cumhuriyetimizle birlikte başlayan, müzikte çağdaş düzeye erişmeğe ve evrenselleşmeğe yönelik ilk belirli ve sistemli hareketten yola çıkmamız en uygunu olacaktır.
Sanatın, özellikle sanat dalları içinde etkinliği bakımından başta gelen müziğin, toplum ve tüm insanlar üzerindeki birleştirici yanı çok eskiden beri bilinen bir gerçektir. Eski çağ düşünürleri bunun üzerinde çok şeyler söylemiş, yazmışlardır. Eflâtun’un “Devlet” adlı eserinde ideal devleti kurarken öncelikle müziğin ıslahıyla yola çıkmasını buna en belirgin bir örnek olarak gösterebiliriz. Özellikle müziğin, toplum üzerinde en etkin birleştirici sanat dalı olduğuna değinmiştik. Gerçekten, bir müzik seslendirilirken onu dinleyenler aynı anda aynı duyguları, aynı heyecanı birlikte içlerinde duyarlar. Bu bir psikolojik fenomendir.
Seslendirilen müzik soylu, insana yüce duygular aşılayan bir müzikse dinleyici topluluğu yüce duyguların etkisinde, sanki tek varlık gibi bunu duyacak; kötü bir müzikse, aynı şey ters yönde etkileyecek, yozlaşmış bir psikolojik ortama sürüklenecektir. Kötü müzik eğitimi alan ve sürekli onunla yüzyüze gelen toplum, zamanla müziğin verdiği yozlaşma karakterine uyacak ve sonunda dağılmağa başlayacaktır. Tersine, doğru bir müzik eğitimi almış, yüce duyguları ve ileri hamleleri aşılayan bir müziğin sık sık birleştirici etkisinde kalan toplumlarsa her gün biraz daha ilerleyecek, daha sağlam, birlik içinde ve düzenli bir toplum olacak, sonunda bir “ulus” niteliğini kazanacaklardır. Bunun içindir ki tarihte de günümüzde de uygarlıkta ileri gitmiş, fakat müzikte ve güzel sanatların diğer dallarında geri kalmış bir ulus gösteremeyiz.
Devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk, müziğin insanlar, toplumlar ve uluslar üzerindeki birleştirici yanını dehasıyla çok daha önceden görmüş bir insandı.
Yıllarca önce “Atatürk Oratoryosu”nu yazarken yaptığım araştırmalarda, Kurtuluş Savaşımız sıralarında ve ondan önceki tarihlerde Atatürk’ün, ister geleneksel müziğimiz, ister evrensel müzik hakkındaki düşüncelerinin nasıl gerçekçi ve sağlıklı bir görüşü yansıttığını hayretle görmüşümdür. İşte bu sağlıklı görüş ve düşüncelerini Cumhuriyetiniz kurulduktan hemen bir yıl sonra uygulamağa geçmiştir.
O’nun için bir toplumun “Ümmet” likten kurtulup, çağdaş bir toplum, yâni “Millet” (ulus) olabilmesi için, aynı duyguları duyan, aynı şeyleri düşünen, ilerici ve hamleci bir toplum olması temel koşuldur, bu da ancak güzel sanatların, özellikle müziğin sihirli gücüyle mümkündür. Oysa geleneksel müziğimiz, özellikle “alaturka” dediğimiz tür, ilkel, orta çağ düzeyindedir, günün dinamik Türkiye’sinin duyuş gücünü yansıtmaktan uzaktır. Müzik önce eğitim sonra da bir alışkanlık işidir. Bunun içindir ki çoğu kimse bilmez ama, Atatürk’ün öncelik verdiği önemden ötürü yapmış olduğu ilk devrim, daha 1924 yılında, Ankara’da “Musiki Muallim Mektebi”ni kurmasıyla müzik devrimidir. Diğer devrimlerimiz daha sonraki yıllarda gerçekleştirilmiştir.
Bu okulda yetişen genç müzik öğretmenleri yurt düzeyinde, doğru olan, yüceltici, hamleci ve birleştirici, çağdaş anlamda müzik eğitimini öncelikle gençlerimize vereceklerdir. Bu okulda yetişen müzik ustaları, geleneksel müziğimizi (özellikle katıksız ve yozlaşmamış halk müziğimizi) ele alacaklar, onu çağdaş ve evrensel düzeye bunun ilk koşulu olan çok sesliliğe eriştireceklerdir.
Fakat diğer konularda olduğu gibi Atatürk’ün kadro sıkıntısı vardır, bu konuda yarı alaturkacı birkaç müzisyenden başka elinde eleman yoktur. Bu eleman sıkıntısını yok etmek için yurdun kabiliyetli bazı gençleri eğitim görmeleri için yurt dışına, Avrupa’nın önemli müzik merkezlerine gönderilir. Bu gönderilen gençler, birkaç yıl sonra yetişmiş, yetenekli müzik ustaları olarak yurda dönerler. (ki bunlardan bazıları bugünkü kalburüstü kompozitörlerimizden başkaları değildir.)
Bu yeni yetişen kuşak, öz müziğimizi çağdaş ve evrensel anlamda işlemeğe, eserler vermeğe başlamışlardır. Fakat gerek dünya müzik edebiyatının yüce örneklerini, gerek genç Türk kompozitörlerinin yeni yeni yaratmağa başladıkları eserleri seslendirecek, halkımızı bunlara alıştıracak icra kurumlan henüz yoktur. Bu eksikliği gidermek için yaratıcı ve icracı sanatçıları yetiştirecek bir okul gereklidir. Onun amacı, gençlere müziğin güzelini, doğrusunu ayırt edecek, en önemlisi dinlemesini öğretecek bir müzik eğitimi vermektir. O halde bu iş için bir konservatuar açılması gereklidir.
Atatürk gerekli direktifleri verir, 1936 yılında Ankara’da, opera, müziğin tüm dalları ve tiyatro bölümlerini içeren “Devlet Konservatuarı” kurulur. Opera, tiyatro ve müzik bölümlerinin başına Avrupa’nın ünlü ve yetenekli kişileri getirilir. 2. Dünya Savaşı öncesi yurtlarını bırakıp kaçan birçok değerli ve yetenekli yabancı müzisyenlerle az önce sözünü ettiğimiz Avrupa’da çağdaş müzik eğitimi görmüş Türk gençleri Ankara Devlet Konservatuarının sağlam üyeleridir.
Bu arada en büyük eğitim aracı olan Radyolar, soysuz ve gerici müziğe kapılarını kapamıştır. Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından sonra da bu sanat politikası, amaçları ve planları daha bir süre devam etmiştir. Devlet Konservatuarı ilk ürünlerini vermeğe başlamış, yetişen Türk sanatçılarla ilk operalar, okulu tiyatrolar, düzenli orkestra konserleri halka sunulmağa başlanmıştır. Devlet Operası, Devlet Tiyatrosu, Senfoni Orkestrası yasalarla sağlam birer kurum hâline getirilmiş, Devlet Bale’mizin temeli atılmıştır. Bu dönem, amaçlı plânlı bir sanat politikasının düzenle uygulandığı, toplumumuzun her gün biraz daha ilerlediği ve “Ulus” laştığı dönemdir. Bu arada bize de sıkıntılı günler geçirten 2’inci Dünya Savaşı başlar ve biter. Arkasından 1945 yılında çok partili, demokrasi hayatına girilir. Çoğu kimse demokrasiyi ters anlamaktadır, devir artık oy toplamak için ödünler devridir.
Açıktan açığa olmasa bile Atatürk Devrimlerine çelmeler atılarak, yapılan olumlu işler kösteklenmeğe başlanmıştır. Sahte bir ulusalcılıkla “Efendim, bizim milli musikimiz varken niçin milletimizin hoşlanmadığı, anlamadığı bir müziği onlara sunalım?! Milli değerlerimiz elden gidiyor! Zaten bu müziği kimse dinlemiyor, radyolarını kapatıyor!.” safsatalarıyla en kolay ve ucuz bir propoganda yapılıyor.
1950 yıllarından sonra artık belirli bir sanat politikamız yoktur. Gerçi aydın kişiler, Atatürk’ün kurduğu sanat kurumlarından ilgilerini esirgemiyorlar fakat bir yandan da müzikte gericiliği oy toplama amacıyla desteklemekten geri kalmıyorlar.
En etkin eğitim aracı olan radyolarımız “Alaturka” dediğimiz, çağdışı müziğe kapılarını açıyorlar. Fakat, “Evrensel müziği halkımız tutmuyor, dinlemiyor, radyolarını kapıyor” diyenler, Tarihi Türk Müziğimizin en değerli bestecilerinin, örneğin bir Itri efendinin, bir Dede efendinin v.b.besteleri radyolarımızda verilirken, bu müziğin de eğitiminden yoksun oldukları için anlayamadıklarından aynı halkın, aynı şekilde radyolarını kapadıklarını (bugün için de durum geçerlidir) görmek ve anlamak istemiyorlar.
Artık radyolarımızda yozlaşmış bir müzik tahtını kurmuştur ve zamanla daha da yozlaşmağa halkımızla birlikte şartlana şartlana devam edecektir.
Müzik eğitimi için temel unsur müzik öğretmenleridir. Fakat onların da sayılan artan nüfusumuzla, dolayısıyla okullarımıza yetmemektedir. Eldekiler ise eğitim yapacak çalgı, plâk gibi eğitim araçlarından yoksun, görevlerini tam anlamıyla yapamamakta, gençlerimize gerektiği gibi bir müzik eğitimi veremez duruma gelmektedirler.
Devlet Konservatuarımız ise giden yabancı uyruklu öğretmenlerle eğitici sıkıntısına düşmüştür. İlgisizlik, amaçsızlık ve plansızlık, özkaynak olan bu kurumumuzda da yürürlüktedir. Yetişkin Türk sanatçılar ise öğretmen kadrolarında değildir veya okulun maddi olanakları az olduğu için daha olanaklı Opera, Senfoni gibi kurumlara geçmektedirler. Konservatuar bunlardan faydalanma yoluna gitmemekte, yeteneksizlikleri yüzünden okulda kalanlarla öğretimi yürütmeğe çalışmakta, bu yüzden de diğer sanat kurumlarına ne sayıca ne de nitelikçe yeni sanatçı yetiştiremez duruma gelmiştir.
Devlet Operamız, Devlet Konservatuarının ilk dönemde yetiştirdiği sağlam sanatçılarla 1960 yıllarının ortalarına kadar parlak temsilleriyle görevini sürdürmüş, eskiyen sanatçıların kadrosu yenilerle tamamlanamadığı için yavaş yavaş çaptan düşmeğe başlamıştır.
Bir yandan yeni sanatçıların arkasının kesilmesi, bir yandan da emekliye ayrılan müzisyenler yüzünden, zaten az olan kadrolar İstanbul, İzmir gibi kentlerde yeni açılan opera, senfoni orkestraları ve balelere dağılmış, güçlü birer sanat kurumlanınız olan Orkestralarımız, Operalarımız ve Balelerimiz iyice güçten düşmüştür. Özellikle bale dalında yetişmiş değerli sanatçılarımız maddi olanakları bizimkiyle ölçülemeyecek kadar çok olduğu için yurt dışına gitmişlerdir.
Böylece artık belirli ve müspet bir sanat politikamız ve planımız yoktur.
Yurtta gerçek müzik eğitimini verecek müzik öğretmenlerimiz az önce sözünü ettiğimiz durumdadır. Etkin bir müzik eğitimi verememektedirler ve bu konuda gençlerimiz kötünün etkisi altında, başıboştur.
Uygar âlem müziğiyle ilgili sanat kurumlanınız her gün eksilen kadrolarıyla biraz daha sönmektedir. Halkımız kültür ve alışkanlık eksikliği yüzünden bu kurumlara itibar edememektedir.
Bir radyo röportajında bundan birkaç yıl önce söylediğim üzere “Biz çocukluğumuzda Saadettin Kaynak Merhumu, geleneksel, müziğimize Arap unsurları katarak yozlaştırdığı için kınardık. Oysa bugün, beste ve milli müziğimiz diye ortaya sürülen müziklerin yanında Merhumun besteleri, Beethoven’in 9. uncu Senfonisi gibi kalmaktadır”.
Son zamanlarda takılan adıyla ‘Türk Sanat Müziği” (aslında zenaat müziği demek daha doğrudur) dediğimiz alaturka müziği değil ilerletmek, tersine günümüzde yerinde bile tutamamışızdır. Geleneksel müziğimizin en zengin yanı olan makam ve ritmler, bu yolda bile halkın eğitimsizliğinden ve yazarlarının bilgisizliğinden yozlaşa yozlaşa artık üç-beş notalı melodilere ve en çok iki- üç makam içinde dolaşan, en kaba ritimlere inhisar etmektedir.
Bu yozlaşma, transistörlü radyoların çıkışıyla, hele son zamanlarda plak, kaset ve teyplerle bütün yurt yüzeyine hızla yayılmıştı. Dolmuş müziği dediğimiz, türle, meyhane pavyon havaları, neredeyse artık resmi müziğimiz niteliğini kazanmıştır.
Gerçekte bir sanat değeri olan “Tarihi Türk Müziğimiz”, milli müziğimizdi. Günümüzün insanına empoze edilmek istenmekte, bu yolda büyük çabalar harcanmaktadır. Bir yerde yazdığım gibi bu, “Fatih’in balyemez toplarının bizce değeri (ama tarihi!!) yüksektir diye 20. inci yüzyılda bu balyemezlerle ordumuzu donatmak, Fatih’in o çağdaki tabyesini ordumuzun temel stratejisi olarak kabul etmek ve böylece yurt savunmamıza hazırlanmamıza benzer ki, sonu hüsrândır.
Gene TRT’nin tutumu yüzünden kendi öz malımız olan halk müziğimiz, zamanla gerçek kişiliğini yitirmiş, artık bir kasaba müziği türü haline gelmiştir.
Transistorlu radyoların yaygınlaşmasıyla halkımız her gün kötü şeyleri dinleye dinleye şartlanmış, bunları gerçek müzik sanıp kendi öz müziğini büsbütün yitirmiştir. Halk müziğimiz, neredeyse bir tür pavyon müziği, dolmuş müziği niteliğine bürünmekte, asılları ise yok olmaktadır. Son yıllarda, önceleri yabancıları taklitle başlayan, sonraları ‘Türk Hafif Müziği” adı altında ortayı çıkan moda türü iyice gelişmiş, aslında amacı eğlence ve dans, yeri pavyonlar olması gereken bu tür müzikte her gün TRT, plâklar ve kasetlerle ulusumuzun Müzik düzeyini düşürmeye yardımcı olmaktadır. Ciddi bir gazetemiz, bu türü teşvik için özel bir dergi bile çıkarmaktadır.
Basınımız, çağdaş ve soylu müzik yerine boy boy resimler ve sütunlarla, moda örneği kısa ömürlü bu yoz müziğin propagandasını yaparak halkımızı saptırmaktadır.
Bir garip çelişti gibi kompozitörlerimiz, hala uluslararası, evrensel değerde eserler yaratırken, öte yanda eğitilmemiş yurttaşlarımız neyin, ne zaman ve nerede dinleneceğini bilemez, iyiyle kötüyü ayırt edemez bir şaşkınlık içindedir.
Müziğin birleştirici ve soylu gücünden yoksun ulusumuz, doğal bir sonuç olarak kamplara, hiziplere bölünmüş, yavaş yavaş bir ulus olma niteliğini yitirmekte, sanatla zenaati birbirinden ayırt edemez, ulus ve insanlık sevgisinden uzak, kimileri birbirlerini kurşunlamakta, kimileri ise artık hiç dönmeyecek ve çağımızın dinamizmine ters düşen bir geçmişin tozlarından medet ummaktadır.
*******
GÜNÜMÜZDE MÜZİĞİMİZ – RİTM ve CEZBE – (Geleneksel Müziğimizin Yozlaşması) / İSK Bülteni Sayı 58
İçel Sanat Kulübü’nün Ocak 1997 Bültenine bundan 20 yıl önce bir Dergide çıkan “Türkiye’de Müziğin Gelişimi” başlıklı makalemi vermiştim…
Orada, sunuş yazımın sonunda sorduğum gibi aradan geçen 20 yıl içerisinde müziğimiz, dolayısıyla toplumumuz “bir karış ilerlemiş midir, yoksa fersah fersah gerilemiş midir” diye sormuştum. Her fırsatta, TRT genel kurullarında, sempozyumlarda, “halk istiyor” diye müziği ve sanatın diğer kollarını halkın düzeyine indirirseniz, halkın düzeyi biraz daha düşer, Yeni çıkan düzeyi gene ölçüt alırsanız “düzey biraz daha, biraz daha düşer” diye yarmalarıma rağmen hiç aldırılmamış, “Büyük Müzik” bütün çelmelemelere dayanarak iyi kötü yolunda gitmiş, ama geleneksel müzik türlerimiz sonunda “dolmuş müziğinden” de aşağı, önce Arabesk’e”, daha sonra da “Türk Sanat Pop’u” (yani alaturka), “Halk Müziği türü Pop”, Yabancı Özentili Pop” ile ine ine günümüzde artık en ilkel bir müzik kalitesinde, resmî ve sonraları pıtırak gibi türeyen sorumsuz özel radyolar ve televizyonlarla halkımızın müzik kültür düzeyi aşağı kademelere inmiştir.
Bakalım bundan sonra daha düşe düşe nereye kadar gider?..Gerek arabesk, gerek pop denilen günümüzde çoğumuza dinletilen müziği incelersek makam olarak genelde kırma Ispanyol-Arap taklidi, tek bir makamdan oluştuğunu, ya bir türkünün, bir şarkının uydurma ufak bir motifini öykünen, Japon icadı “rhythm box” dedikleri elektronik bir aletle hep aynı teranede ilkel ve kaba bir ritm kurgusu üzerine, tek seslilik içerisinde, üç dört notalı bir ezginin aynı sözlerle en az 10-20 kez yineleye yineleye insanları sersemletip, düşünemez hale getiren bir olayla karşılaştığımızı görürüz.
Bunun en güzel örneğini aylar önce TV’de Yasemince programında Yasemin’in harika bir taşlamasında görmüştüm. Belki hatırlarsınız, Nükhet Duru’nun söylediği “Rastık çekerek Mahmureee!. Yastık dikerek Mahmureee!. Tek tek sekerek Mahmureee!” gibi (bir edebiyat şaheseri!) üç satırdan oluşan, hiç durmadan yinelenen ezginin ardından her seferinde Yasemin, önce kaşına rastık çekiyor, sonra hemen oturup yastık dikiyor, gene hemen fırlayıp birkaç adım sekiyordu ve bu boyuna sürüp gidiyordu. Sonunda yüzünde en az 20 rastık izi, yanında yığınla yastık ve seke seke bitik bir Yasemin görülüyordu!.. İşte günümüzde müzikte düştüğümüz durum ve toplumumuz!..
Aynı ritm ve ezgi, tekdüze, arka arkaya yinelenirse insan sinirleri buna dayanamaz, önce duyguları uyuşur, sonunda kendini yitirebilir. Çin işkencesi de bunun bir örneğidir. Kafasının aynı yerine aynı aralıklarla saatlerce su damlatılırsa, bu insanı çıldırtabilir. Ritm, doğanın, hatta evrenin düzenidir, her canlının yaşama gücüdür. Ama en ilkel ve kısa aralıklarla daima aynı ritm, aynı ezgi tekrarlanırsa, hele buna aynı hareketler de eklenirse insan beyni buna dayanamaz, anormal hareketler yapmaya başlar ve zıvanadan çıkar..
Adını anımsayamayacağım, Ahmet Rasim gibi o kuşaktan bir yazarımızın zamanında bir yazısını okumuştum. O yazısında, eski İstanbul’da bulunan Kırnakların (aslı Afrikalı Karnak kabilesinden Zulu’ların yılın yalnız bir gününde nasıl olduğu bilinmez, bütün zencilerin Kuşdili Çayırı’nda sözleşmiş gibi sabahın erken saatlerinde toplanıp hep birden bir ilkel ritmli ezgiyi söyleye söyleye, sonunda ağızlarından köpükler saça saça, akşama kadar tepine tepine kendilerinden geçtiklerini, sonra da sessiz sedasız kalkıp evlerine dağıldıklarını anlatıyordu. Tabii bu onların anayurtlarında yaptıkları kutsal, totemik ayinlerden başka bir şey değildi. Peki, aynı ritm içerisinde kafa sallayıp höyküren aczimendilerin, ellerine iki tepsi gibi ziller alıp, “şangır şungur” diye zikredenlerin, aynı müzik ve ritm içerisinde çeşit çeşit ayinlerde cezbeye geldiklerini sanan günümüzün insanlarının durumu, Afrikalı Karnakların, Zuluların ve daha nicelerinin durumlarıyla yoksa aynı mı?.. Cezbeye gelmek, yani Tanrı katına, aynı ritm, aynı ezgi, aynı hareketler yineleye yineleye mi erişiliyor, yoksa bu insanın sinir sisteminin raydan çıkarak kendini yitirmesi midir?.. Bir nörolog olsaydım bu konuyu ele alırdım. Ama müziği, onun temel öğesi ritmi ilkelleştirmek, yozlaştırmak için hayra alâmet değildir!..
*******
HASAN ÂLİ YÜCEL – (1997 UNESCO’da Efsanevi Milli Eğitim Bakanı) / İSK Bülteni Sayı 59
Ülkemizde değer ölçüleri artık büsbütün tersine dönmüş durumda… İnsanlarımız günümüzde sadece yiyip içen, dindarmış gibi görünen, köşeyi dönme sevdasında, kafası hiçbir şeye basmayan, düşünme yeteneğini yitirmiş tek tipler haline getirilmişlerdir. Bu, 1946 yılından bu yana atılan tohumların gelişmesi ve kesintisiz teşvikler sonucu vardığımız noktadır. Değer ölçüleri alt üst olmuş, beyinleri yıkanmış bir topluma şimdi istediğinizi empoze edebilirsiniz.
Hiçbir sanat değeri olmayan birini Türkiye’nin ve Dünyanın en büyük sanatçısı diye lanse edebiliriz. Koca bir imparatorluğu, manyaklığı yüzünden parçalamış, yüzbinlerce gencimizi yeteneksizliği yüzünden savaşta dondurarak yok etmiş bir maceraperesti getirip “ulusal kahraman”mış gibi halka yutturabilirsiniz. Yaşamında ulus yararına hiçbir eylemi olmamış, hatta gençleri birbirine kırdırmış, ulusun gelişmesine ters düşünceler aşılamış birini, ölümünden sonra çok büyük yararları dokunan bir insanmış gibi gösterebilirsiniz. Bir teröristi insanlık kahramanı, bir seks manyağını çok büyük, ermiş bir şeyh ilan edebilirsiniz.
İşte böylesine değer ölçülerinin alt üst olduğu bir ortamda bir de bakıyorsunuz ki, yıllarca ülkesinde horlanmış, aleyhinde büyük iftiralar edilmiş bir büyük adamı, büyük eğitimci Atatürkçü Hasan Âli Yücel’i, Uluslararası bir kurum olan UNESCO, 1997 yılında anılmak üzere “Yılın Adamı” ilan etmiş!…Demek ki insanlar içinde bazı öyle gerçek ölçüler var ki “hiçbir propaganda, iftira, tezvir gerçeğin su yüzüne çıkmasına engel olamıyor, “güneş balçıkla sıvanmıyor”!..
Ben, yirmi yıldan fazla, Yönetim Kurulu Üyesi ve Başkan Yardımcısı olarak Unesco Türkiye Milli Komisyonunda çalıştım. Son zamanlarda Milli Eğitim Bakanlığı’nca Komisyonun yönetmeliği bilhassa değiştirilerek Atatürkçü inanıştaki değerli üyeleri yavaş yavaş diskalifiye ettikleri için bu kurumdan ayrılmıştım.
UNESCO Genel Merkezi’ne Hasan Âli Yücel’i anma önerisi eğer bizim Türkiye Milli Komisyonu’nca verildi ve Genel Merkez’e kabul ettirildi ise doğrusu pek şaşarım!., ve Komisyonu kutlarım!…
Hasan Âli Yücel’i, Milli Eğitim Bakanı olarak, ilk kez Ankara Devlet Konservatuarına girişimin ikinci yılında tanımıştım, ondan önceleri Konservatuvarımıza gelişlerinde uzaktan görmüştüm. Yıl 1940, bir pazar tatilinde Hocam Necil Kazım Akses, birkaç Konservatuar öğrencisiyle bizi yanına almış, Kavaklıdere-Çankaya taraflarında bir yürüyüş yapmıştık ve Kavaklıdere’de oturan değerli kompozitör ve orkestra şefi Ferid Alnar Hocayı da evinde ziyaret etmiştik. Gezinin sonunda Necil Hoca arta kalan birkaç öğrenciyi Necatibey Caddesindeki evine çay içmeye çağırmıştı. Tam çayları içmeye başlamıştık ki, apartmanın kapısında bakan arabası durdu, az sonra da kapıda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gözüktü. Necil Hoca onun İstanbul Sultanisinden öğrencisi idi ve müzik reformumuzun önde gelen temsilcilerinden biriydi. Yücel, sık sık kendisine ve Ulvi Cemal Erkin hocanın evine ziyaretlerde bulunurdu. Bu da öylesi bir ziyaretti.
Yücel, gür kaşlı, çok temiz giyinen birisiydi, baritonal bir sesi vardı, işte o gün orada verdiği önemli haber özetle şuydu: “Büyük şehirlerdeki öğretmen okullarında yetiştirdiğimiz Anadolu çocukları, okullarını bitirince akılları hep büyük şehirlerde kaldığı için pek azı köy ilk okullarına gidiyorlar. Ayrıca yetiştirilme tarzları köylünün hayatına pratik olarak fazla katkıda bulunmalarına olanak vermiyor. İşte bunun için biz başka bir sistemde çalışacak bölge bölge köylerde Enstitüler kuracağız. Burada yetiştirdiğimiz çocuklar gittikleri köylerde hem öğrenci yetiştirecekler, hem de köylüye tarımcılık, marangozluk, demircilik, sağlık vb. konularda örnek ve yardımcı olacak nitelikte eğitim görmüş olacaklar” diye Tonguç’la kuracakları Köy Enstitülerinin ilk müjdesini bizlere vermişti. Tabii bu arada bir haylide ayrıntılar anlatmıştı.
Yanılmıyorsam ilk Köy Enstitüsü o yıl Ankara’ya yakın Hasanoğlan köyünde kuruldu, daha sonra yurdun birçok yerlerinde de Köy Enstitüleri açıldı, çok değerli hocalar bu kurumlarda gönüllü görev aldı. Biz Konservatuar olarak Hasanoğlan Köy Enstitüsüne oldukça sık davet edilmiştik. Öğrenciler bütün dersliklerini, işliklerini ve diğer binalarını kendileri elleriyle yapmışlardı ve haklı olarak çok övünüyorlardı. Kısa sürede yetişmişler, bizlere konserler bile verebilecek müzik düzeyine erişmişlerdi ve folklorumuzun güzel örneklerini orada göstermişlerdi.
Verdikleri ilk mezunlarla Anadolu’da ilk okullar daha başka bir güçle öğrenci yetiştiriyorlardı ve yalnız öğrenci yetiştirmekle kalmayıp, köy halkına da örnek oluyorlar, birçok pratik bilgileri veriyorlardı. Köyler aydınlanıyordu, yurt kalkınması daha bilinçli ve hızlı gerçekleşiyordu. Halkın uyanması bir süre sonra bazı çıkarcı çevreleri korkutmaya başladı.
Aydınlık gelecekler, karanlık kişileri tedirgin ediyordu… Bu okulların kapatılması gerekiyordu…Ne yapmalıydı?.. O zamanlar en kolay ve etkin iftira “Komonistlik”di!.. Birisine “komünisttir” diye iftira ettiniz mi o kişinin artık hayatı sönmüş demekti. Aynı usûl Köy Enstitüleri için de kullanılmaya başlandı. Bu okullar komünist yetiştiriyorlardı, din iman, Cumhuriyet elden gidiyordu… Ve tabii bütün bunları icat eden Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel baş komünistti. Belleğim yanıltmıyorsa adı Kenan mıydı neydi, birisi yüzünden rahmetli mahkemelik bile olmuştu. Oysa Yücel, has bir hümanist ve Atatürkçü idi. Ön yargılara kapılmadan insanlara değerlerine göre görev verirdi.
Benim Konservatuarda öğrenciliğim sırasında Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav tiyatro bölümüne ders verirlerdi. Buna karşılık okulumuzun müdürü ırkçı diye bilinen rahmetli ozan Orhan Şaik Gökyay’dı. Ben öğrenciliğim sırasında aramızda ne ırkçılık, ne de komünizm propagandaları yapıldığını hiç görmedim!..
Yücel aleyhine yapılan iftiralar sonucu, kendisine destek olan Cumhurbaşkanı İnönü ve partisi onu yalnız bıraktı, bakanlıktan ayrıldı. Önce Köy Enstitüleri’nin çehresi değiştirildi, alelâde öğretmen okulu yapıldı ve 1950’li yıllara gelindiğinde büsbütün kapatıldı. Böylece Anadolu’nun parlayan güneşi söndürüldü ve ben diyeyim 75 yıl, siz deyin daha fazla yıl memleketimiz geri bırakıldı. Ama bu kısacık ömrü olan 7–8 yıl içinde çok değerli insanlar yetiştirdi. Fakir Baykurt’lar, Talip Apaydın’lar, Mahmut Makal’lar ve diğerleri Köy Enstitülü olarak edebiyatımıza yenilikler getirdiler, imzalarını attılar.
Bugünün İmam Hatip Okullarının neredeyse 50 yıldır mezun verdikleri halde Yurt kültür ve bilimine bir tek adam bile yetiştirmediğini düşünürsek, Köy Enstitülerinin ne pozitif ve güçlü olduklarını daha iyi anlarız.
Yücel’in Yurda bir başka büyük hizmeti de Cumhuriyet Dönemimizin aydınlanma devrini simgeleyen, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir Tercüme Bürosu kurdurup, dünya klasiklerini dilimize çevirterek herkesin alabileceği pahada kitaplar bastırması olmuştur. Gerçekten de bu eserleri bütün insanlarımız okuyarak geçmiş ve günümüz dünya edebiyatını kendilerine maletmişler, ardından da Çağdaş Türk Edebiyatı, Düşünü, Kültürü patlamış, bugünkü yüz akı duruma gelinebilmiştir. Ankara Devlet Konservatuarımın kuruluşu ve titizlikle gösterdiği sürekli ihtimam sayesinde gelişimi, ilk tiyatro opera temsilleri, Ankara’da Opera binasının yapılışı hep O’nun eserleridir.
Hasan Âli Yücel’in Yurt Kültürüne ve insanlığa hizmetindeki payı çok çok büyüktür, bunun için de Unesco Genel Merkezi 1997 yılını O’na ayırmıştır.
Ben daha öğrenciliğimde kendisinden teşvik ve yakınlık görmüş ve bu mutluluğa erişmiş bir insanım. Özellikle Paris’te öğrenciliğim yıllarında yaptığı ziyarette birlikte geçirdiğimiz benim için çok faydalı saatleri saygıyla anarım. Nur içinde yatsın…
Semihi Vural’ın derlediği “Ben Nevit Kodallı” kitabının devamı olan 3.bölümü için bu satırı tıklayınız.

Biyografik Bilgi

scroll to top