,

Ben NEVİT KODALLI – 3. Bölüm

DON KİŞOT BALESİ -(Olumlu eleştiri) / İSK Bülteni Sayı 60
Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin sanatçılarını ilk kez sahnede gördüğümde bu Operanın ileride çok büyük aşamalar yapabileceğini düşünmüştüm. Hepsi gençtiler, seçilerek alındıkları için kaliteleri yüksekti. Bunlar arasında ilk gözüme çarpanlar da baleciler olmuştu. Şu kısa tarihleri içinde daha başından bu yana bizlere başarılı bale örnekleri veriyorlardı. Fakat Don Kişot’un 17 Mayıs1997 günü yapılan galasında gördüklerim, şimdiye değin eriştikleri düzeyin çok üzerinde idi. Ben, uzun yıllar Ankara Devlet Balesi’nin başında (1971-1981) bale sanatçılarımızla birlikte çalıştım. Bunun için hem baleyi, hem de baleci milletini oldukça iyi bilirim. Baleci milleti dedim, bunu sevgiyle söylüyorum. Onların kendilerine özgün düşünce tarzları, dostlukları vardır ve dışarıdan kimseye açılmazlar… Bale sanatı gerçekten çok zor bir sanattır. Ben balecileri çalışmalarından dolayı ağır işçilere benzetirim.
Don Kişot temsili üzerinde daha geniş bir yazı yazabilirdim, fakat eserin prömiyerini görmemiştim, prömiyerini başka bir grup, galayı bir başka grup oynadıkları için yazım tek taraflı olacağı endişesiyle ancak bir genelleme yapabileceğim. Oyunda bütün sanatçıların kor dö bale’de olsun, pas de deux’lerde olsun, diğer ansambllerde, sololarda ve mim rollerinde teknik ve estetik düzeyleri çok mükemmeldi. Hayran kaldım…
Don Kişot bale literatürünün hayli güç olan eserlerinden biridir. Sanatçılarımız danslarında bu güçlüğü bize hissettirmediler bile… Ne güzel bir sonuç!… Her iki kastta da oynadığı için Kitri rolünü üstlenen Özlem Oğuz, gördüğüm kadarıyla teknik ve artistik düzeyiyle dünyanın bütün balelerinde yüz akı ile oynayabilecek bir sanatçımızdır.
O’nunla ve diğer sanatçılarımızla gurur duydum, hepsini kutlarım. Sanatçıların bu başarıları, kuşkusuz kendilerini çalıştıran ve Petipa’nın koreografisini çok akıllıca sahneleyen Media ve Nugzar Magaiaşvili çiftinin disiplinli çalışmaları sonucudur. Şimdiye değin jacques Vert ‘inki de olmak üzere bir çok Don Kişot gördüm. Nedense bunların çoğunda dekor karamsar ve basıcı idiler. Oysa Güldem Güven’in dekorları tersine, pırıl pırıl yaşam sevinciyle dolu bir İspanya sundu bizlere. Serdar Başbuğ’un zengin kostümleriyle ikisi çok güzel bir armoni kuruyorlardı. Buna bir yardımcı da, yerinde ışık düzeniyle Ali Dedekargınoğlu’ydu.
Orkestrayı yöneten Sergei Vanteev orkestrayla birlikte baleye güzel eşlik ettiler. Kast içerisinde Don Kişot ve Sanço rolleri için Vasilie Kretza ile Constantin Kontsevov’un dışarıdan getirildiklerini görünce beni bir gülümseme aldı!. Tabii!., bu hepsi genç kampani içersinde bu rollere uygun yaşlı başlı kimseleri nereden bulacaklardı?!
Don Kişot balesi tümüyle çok başarılı bir temsildi. İçim, aydınlık geleceğe bir başka güven duygularıyla temsilden çıktım. Gönlüm bu başarılı bale temsilinin yalnız Mersin’de değil, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, oynanabilecek yer olan her yerde oynanmasını diler ve değer de!.
Bale sanatı çok zor bir sanattır dedim. Başarıyı sürdürebilmek için sağlıklı bir yaşamla hiç aralıksız çalışmak ve tıpkı bir sporcu gibi sürekli kondisyon içerisinde bulunmak gerekir. Bir bale sanatçısı, normal olarak 35 yaşına kadar dans edebilir. Bu bir doğa yasasıdır. Ama ünlü balerinimiz Meriç Sümen gibi disiplinli bir çalışmayla 45 ve daha fazla yaşa kadar sanat sürelerini uzatabilirler. Devlet Bale’sinde bulunduğum sıralarda yaz gelince bütün baleciler tatile dağılırken Meriç Sümen’in yaz boyunca çalışmasına devam edebilmesi için sahneye barları kurdurup bırakırdık. Meriç Sümen işte onun için Meriç Sümen’di!.
Mersin Devlet Balemizin, daha bir çok yüksek düzeyde başarılarını dilerken, Don Kişot ve bale deyince başımdan geçen üç olayı anlatayım.
DON HİHOTE – 1951 ya da 52 yılı yazında ülkeyi tanımak için Paris’ten İspanya’ya gitmiştim. Barselona’da, hatıra almak için küçük güzel Don Kişot heykelcikleri olan bir dükkâna girdim. Bunlardan birini almak için satıcı kıza Fransızca “Bana şu Don Kişot’u verin” dedim, satıcı kız “anlamadım” dedi. Birkaç kez yineleyince baktım olacak gibi değil, kızı vitrine kadar götürdüm, “İşte şu Don Kişot”u deyince kız” AhaaaL Don Hihote!..” dedi ve verdi. Meğer Don Kişot’u İspanyollar böyle söylerlermiş!.. Tabii, o zamanlar İspanya turizmi henüz bilmiyordu ki!…
BALE BÜTÇESİNE TEPKİYE TEPKİ – İkinci anım pek öyle keyifli değil. Ama tarih maalesef ülkemizde hep tekerrür! Gene Devlet Balesi’ndeyken B.M Meclisi’nde Kültür Bakanlığı bütçesi konuşulurken bir Milli Selâmet Partili (yani bugünkü Refah) millet vekili sıra Devlet Balesi’ne gelince kalkıp “bunca parayı karılar apış aralarını göstersinler diye mi vereceğiz?” demiş.. Baleci sanatçılar bana gelip üzüntülerini belirttiler ve benim buna bir cevap vermemi istediler. Ben resmî görevli olduğum için yazıyla bir cevap veremezdim. Yakın arkadaşım olan bir millet vekiline rica ile lütfen git, o adama tarafımdan şunu söyle “Kodallı diyor ki senin aklın ve kültür düzeyin kadınların apış arasından yukarı çıkmamış, orada kalmış!…” Sözüm yerine aynen iletilmişti…
BALE PABUÇLARI NASIL ALINDI? – Bir başka anı da, balerinlerin dans edebilmeleri için ayaklarına giydikleri saten Point Shoes dedikleri bale papuçlarıyla ilgili. Sonsuz dans edebilmeleri olanaksız ve İngiltere’den ithal ediliyor.. O sezon bu papuçlar bittiği için temsiller duracak. İthali için Sanayi Bakanlığının müsaadesi gerek ama Milli Selâmet Partili Bakanlık bir türlü vermiyor…. Yanıma Meriç Sümen’i ve diğer görevli arkadaşın aldım, bu sefer yüzyüze konuşma için müsteşarın yanına çıktık. Derdimizi ve olayı anlattık. Müsteşardan cevap “Sümerbank’a yaptırın” . Olmaz, bu başka iştir. Yapamazlar. “O zaman mest giydirin, onunla dans edin” ve döndük geriye… Bu olay bundan yirmi küsur yıl önce oluyor!…
Gene arkadaşlarla Kültür Bakanına çıktık, derdimizi, aldığımız yanıtları anlattık. Kültür Bakanımız Rıfkı Danışman. Beş vakit abdest namaz ama bağnaz değil.. Bakan “işte görüyorsunuz, biz bu adamlarla çalışmaya uğraşıyoruz!… Benim bakanlık için kullanacak bir miktar param var onu kullanacağız” dedi ve bu sayede temsillerimize devam edebilmiştik.
Ama biz bıktık artık tarihin tekerrüründen!!…
*******
TÜRK KOMPOZİTÖRLERİNİ AFOROZ – (Türk Bestecilerinin eserlerine TRT dışlanması) / İSK Bülteni Sayı 61
Atatürk devrimlerini ve Cumhuriyet felsefemizi en görkemle yansıtan, kesindir ki sanatın tüm dallarındaki, kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine eriştiğimiz yüksek başarılardır. Bunların arasında en çarpıcı örneği müzikte eriştiğimiz noktada görüyoruz. Bugün, ayrı ayrı 4 Devlet Opera ve Bale’miz var. (Hikmet Şimşek’in hep belirttiği gibi “bugün bunca ilerleme yapmış Japonya’da bir tek operaları bile yoktur!.”)
6 Devlet Senfoni Orkestramız çok sayıda Devlet Tiyatrolarımız, Oda Müziği Topluluklarımız, pek çok Devlet Konservatuarlarımızla vardığımız sonuçtan haklı olarak övünebiliriz. Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda yetişmiş üç ayrı kuşaktan kompozitörlerimizin ulusal ve evrensel düzeydeki eserleriyle bir yüksek müzik literatürümüz vardır ve bunlar tüm dünya ülkelerinin düzeyinden hiç aşağı değildir, birçoklarının çok üstündedir de!.. Ama bütün bu sanat kurumlanınız ve kompozitörlerimiz şimdi büyük bir yok olma” tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Bir takım gerici ve karanlık saplantılılara göre Bu kurumlar Atatürk tarafından kurulmuşlardır ve milli değillerdir!” Bu tehlike çok eski tarihlerde, 1946 yılında başlayıp 1950 yılından itibaren de gelişen, Demokrat Parti’nin oy avcılığı ya da kafalarındaki gericilikle başlamış sonradan gelen her hükümetle, partilerle, sağcı veya komünist geçinen sahtekârlarla arta arta Cumhuriyetimizin temelleri sarsılmakta, Atatürk ilkelerine ihanetlerle bugünkü kaos’a varmışızdır. Ben bu süre içerisinde olanlar için hep şöyle bir benzetme yapmışımdır.
Şapka, Altında Fes, Altında Takke – Bir adamla karşılaşıyorsunuz, medeni kılıklı bir görünümü var. Selâm vermek için şapkasını çıkardığında bakıyorsunuz altında bir fes var!… Günümüzde ise artık fesin altından bir de takke çıkıyor!.. Takke deyince takkenin Müslümanlıkla aslında bir ilgisi yoktur: Günümüzde bağnazlığı ve çağ dışılığı temsil eden takke, bize Yahudi dininden gelmedir. Yahudi hahamlarının takkesiyle bizdeki takkelilerin takkesi aynıdır. Yani her takke giyen takkeli Müslüman değildir!..
Bu kurumlar için yok olma tehlikesi var demiştik. Gürültüyle bunların alenen kapatılmaları yerine şimdi gayet sinsice bir yöntem uygulanmaktadır. Kültür Bakanlığınca bu kurumların bütçelerini kısmak, yıllarca hiçbir yeni kadro vermemek, böylece gürültüsüz patırtısız yok olmalarını sağlamak!..
Uygulanan siyaset budur.. Pekiyi, Atatürk ilkeleri doğrultusundaki çağdaş Türk kompozitörlerini ve eserlerini nasıl elimine etmek?.. O kolay!… Gene sinsice, çaktırmadan bu eserlerin halka erişme yollarını kesersiniz, olur biter!.. Hangi yolla?.. Zaten yangından mal kaçırır gibi, gecekondu misali yasal olmayan yollarla bir gecede türetilen, sayıları herhalde binleri bulan sorumsuz özel radyolar, sayılarını bilmediğim özel televizyonlar için mesele yok!… Zaten bunların kültürmüş, sanatmış gibi programlarla halkı yüceltmek için bir yönetmelikleri ve yasal zorunlulukları yoktur. Programlarında bırakın Türk Kompozitörlerini, bir tek evrensel müziğe, sanata dair yayına rastlayamazsınız.
Yalnız, rüzgâr eken fırtına biçer misali, “Milli müziğimiz! Milli müziğimiz!” dedikleri “Türk sanat”, yâni alaturka piyasa müziği bile çoğuna giremez… Varsa yoksa insan beynini dumura uğratan – belki özellikle öyle isteniyor!- Pop Müziği!.,
Yasasında tek “çağdaş ve evrensel Türk müziğini yükseltmek ve yaymak” gibi bir maddesi bulunan TRT sanki bir emirle ara sıra TV 2’de programlarına aldığı Çağdaş Türk Kompozitörlerine artık antenlerini kapamıştır. Radyo olarak TRT 3, kesinlikle Türk kompozitörlerinin eserlerini programlarına almamaktadır, sadece yabancı müzikleri almakla uygarlık gösterdikleri görüntüsünün arkasına saklanmaktadırlar.
Kültür Bakanlığımız mı?… O ne demek ki?!…
İşte böylece Türk kompozitörleri Devletçe Aforoz edilmişlerdir… Çünkü Cumhuriyetimizi simgeleyen bu hain kimseler, Atatürk’ün gösterdiği yolda eserler vermişlerdir!…
İSTEMEZÜÜÜÜÜKKKKK…
*******
CAHİT KÜLEBİ İLE  – (Cahit Külebi ile dostluğu) / İSK Bülteni Sayı 62
20 Haziran 1997 günü, edebiyatımızın bir ulu çınarını, Külebi’yi yitirdik. Külebi, Cumhuriyet felsefemizi şiir alanında en başarılı bir biçimde simgeleyen ozanımızdır. Kanımca Karacaoğlan’dan sonra gelen bizim ikinci büyük lirik şairimizdir, bunun içindir ki şiirleri halkımız tarafından beğenilmiş, benimsenmiştir. Bunu her halde kendisi de iyi biliyordu ki,”Dostlara” diye yazdığı şiirinde Karacaoğlan’a “Bacanak” diye sesleniyordu. Külebi’nin şiirleri yalnız yurdumuzda sevilip yayılmamıştır, belki şiirleri en çok yabancı dillere çevrilen ozanımızdır da…
Külebi’yi ilk kez 1946 yılında, Ankara Devlet Konservatuvarının Kompozisyon Bölümü İleri Yüksek Devre son sınıfında iken okulumuza edebiyat öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak atandığında tanıdım. Hasan Âli Yücel için yazdığım yazıda da değindiğim üzere, o zamanlar Konservatuarımıza çok önem verilir, en iyi hocalar getirilirdi. Genç Külebi bunlar arasındaydı.
Konservatuvarda öğrenci iken benim özel iznim vardı. Herkes gece yatmaya giderken ben çalışmaya gider, gecenin 03.00 – 03.30’una kadar çalışırdım. Sabah olunca da idâre de bunu bildiği için nöbetçi muavinler ve öğretmenlerce benim diğer öğrencilerle birlikte uyandırılmam için özel izin verilmişti.
Külebi ile ilk nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum ama, o hep anlatırdı “Sabah yatakhanemi yazıyordum, bir yandan da Türkiye’de ilk kez Türk şiirleri üzerine şan ve piyano için “Lied’leri” yazıyordum. Öyle bir lied’ler albümü yazmak istiyordum ki seçeceğim şiirler günümüzün şairlerinden olsun.İlk önce Nazım Hikmet’ten (ideolojisi dışında)” Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” ve “Hasret” adlı iki şiiri üzerine yazdım.
1946 yılında, yani aynı yıl, Külebi’nin ilk şiir kitabı “Adamın Biri” çıkmıştı. Bana, (hâlâ saklarım,) bir tane imzalayıp verdi. Şiirlerin güzelliğine hayran kalmıştım. “Adamın Biri”nden önce “Hikâye”, sonra “Sivas Yollarında” ve “Sonbahar geliyor” ile son olarak “Yirminci Asrın İlk Yarısı” şiirlerini, lied yaptım. Şan ve piyano için yedi poem olarak adlandırdım. Albüme bir de Ömer Bedrettin Uşaklı’nın “Ay ışığını bekleyiş “ şiirini yazarak ekledim.
Bu albüm ilk kez 1947 Mayıs ayı içerisinde Cebeci’deki tarihi Ankara Devlet Konservatuvarının Konser salonu’nda piyanoda Bülent Arel’in eşliğinde Nevin Örge tarafından seslendirildi. Ve pek beğenildi. Aynı yıl içinde İsviçreli bir kantatrist bunları Alman İsviçre’si Radyosunda icra etti. Böylece benim yurtdışında ilk çalınan eserim oldu. Bu albüm, daha sonraları birçok sanatçımız tarafından seslendirildi ve seslendirilmekte.
Bu güçlü ozanla mezun olduktan sonra dostluğumuz iyice pekişti. Evi, Cebeci’de konservatuvara yakındı. Sık sık çağırır, giderdim. Güçlü dedim, bu yalnız şiirleri için değildi, iri yapılı, güçlü kuvvetli bir genç adamdı da… Son günlerde yaşlılığın ve hastalığın verdiği çöküntüsünü gördükçe doğanın bu haince harabiyetini üzülerek düşünürüm.
Külebi, benim hocam olmadı çünkü o devreleri çoktan aşmıştım. Ama konservatuvarda edebiyat derslerinde bütün öğrencilerine kitap okumayı, şiiri öğretmiş, sevdirmişti..Öğrencileri bunu hep hayırla yâd ederler.
Atatürk Orotoryosu – Mezun olduğum 1947 yılında M.E. Bakanlığı bir Avrupa Konkuru açtı. Bu Konkuru kazanarak Paris’e gittim. Orada çalışmalarım arasında bir oratoryo yazmak istedim. Bu düşüncemi Ankara’ya Külebi’ye yazdım ve bana bir oratoryo Livresi yazmasını istedim.
Ben Ankara’dan ayrılmadan önce demokrasi adı altında yapılan propagandayla gidişatın bizi bu günlere getireceğini anlamış ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni konuşma korosu ve orkestra için yazmıştım. (Giderken hocam Necil Akses’e Partisyonunu bırakmıştım, bir daha elime geçmedi.) Külebi belki de bunu düşünerek bir süre önce yazdığı ve kâğıdının renginden anladığıma göre Varlık dergisinde çıkan “Atatürk’e Ağıt” adlı iki sayfalık şiirini bana yolladı.
Şiir güzeldi fakat oratoryo formuna gelmiyordu. Kısa idi, kendisine mektupla oratoryo librettosu üzerine bilgiler verdim ve Necil Hocaya Paris’ten yolladığım oratoryoların notalarını incelemesini, bu forma göre bir livre hazırlamasını yazdım. Bundan sonra Paris-Ankara arasında bir hayli yazışmalarımız oldu. Sonunda, 1950 yılının Ağustos ayında muhteşem libretto şiirlerini yolladı. Zarfın içinde hâlâ saklarım çok kısa bir mektubu vardı. “Nevit, sana Atatürk’ü yolluyorum, çok kesinti yapmaman için dua ediyorum” diyordu.
13 şiirden oluşan libretto bir harikaydı.. Adını sonradan bastırdığı kitaptaki gibi “Atatürk Kurtuluş Savaşında” koymuştu. Müzik adını müzik geleneğince formuna uygun olarak, kendisinin de izniyle” Atatürk Oratoryosu” olarak koydum. 1950 yılında derhal çalışmaya başladım. O sıralarda yurtta seçimler olmuş, 1946’dan 1950 ye kadarki yanlış propagandalar semerelerini vermeye başlamıştı. Paris’e yurdumuzda baltayı kapanın Atatürk zamanında boşuna Atatürk’ün gençliğe hitabesini Ankara’da yazmamıştım.
Oratoryoyu Paris’te yazarken işte bu ruhsal durumda idim ve hiçbir zaman çalınabileceğini düşünmüyordum bile. Ama Atatürk’ün açtığı bir okulda yetişmiş ve O’nun yolunda aydınlanmış bir genç olarak kendisi’ne bir şükran borcumu yerine getirecektim. 1951 yılı sonlarında Oratoryonun tümünü, başta bir prolog, sonda bir epilog olmak üzere 4 Solist, Korolar ve Büyük Orkestra için bitirdim ve 1952 yılının ortalarında orkestrasyonunu tamamladım.
Eseri, Paris’te çalıştığım hocam Arthur Honegger’e gösterdim, çok beğendi ve Paris Öğrenci Müfettişliğimize derhal bir mektup yazdı. Mektupta eserimin çok başarılı ve önemli olduğunu, icrası için biran önce orkestra ve koro materyallerinin hazırlanmasını öneriyordu. Bu mektup, M.E. Bakanlığımızı harekete geçirdi. Müfettişlik o zamanın olanaklarıyla orkestra ve koro materyallerini ayrı ayrı Paris’te yazdırdı, partisyonu çoğaltarak bütün masrafları karşıladı. Ben henüz Paris’ten 1953 yılı sonlarında Ankara’ya dönmüştüm. Orotoryonun çalışmalaına Ankara’da Devlet Operası’nda başlanmıştı. Ben hemen yardıma girdim, “Konservatuvar Öğrenci Korosu’nu hazırladım.
Opera ile bütün provalarda bulundum ve ve Atatürk Oratoryosu, 1953 yılı, 9 Kasım’da, Atatürk’ün aziz naaşının Ankara’da Etnografya Müzesi’nden henüz biten Anıt-Kabre taşınması sırasında Devlet Töreni’yle ilk kez seslendirildi. Eseri, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde Hans Hörner idare ediyordu, Koro şefi Adolfo Camozzo olmak üzere Opera ve Konservatuar öğrenci korosu, Solistler Soprano Belkıs Aran, Mezzo-soprano Necdet Demir, Tenor Aydın Gün, Bariton Nuri Türkan idi.
Daha sonraları şef olarak ben kaç kez seslendirdiğimi hatırlamıyorum. 10 Kasım 1993 gecesi Ankara Devlet Operası’nda Atatürk Oratoryosu’nun ilk çalmışının 40. Yılı kutlamasında Külebi konuşmasını “Bu eseri bana yazdırdığı için Tanrıya şükrediyorum” diye bitirmişti. Bu eserle biz Külebi ile Ozan – Kompozitör işbirliğinin en güzel örneğini vermiş ve Atatürk’e Birlikte Savaşanlara ve çocuklarına ithaf etmiştik. Külebi’nin yeri ışık içinde olsun.
****
MEĞER BEN KOMÜNİSTMİŞİM – (Yıllarca süren bir suçlama örneği) / İSK Bülteni Sayı 63
Büyük eğitimci Hasan Âli Yücel için yazdığım yazıda. o yıllarda ve sonraları da birisini, mahvetmek istiyorsanız “Komünisttir ya da “Milli hisleri zayıftır iftirasında bulunarak yurttaşların nasıl yalan isnatlarla küçük düşürüldüğünü, ıstırap çektirildiğini ; Yücel için de aynı komplonun işletildiğini, “gomonist” diye mahkemelerde horlandığını, oysa aradan 30 yılı aşkın sürenin geçmesine rağmen kendisi hakkında en ufak bir lekenin bile bulunmadığını, yapanların ise hâlâ aramızda utanmadan gezdiğini yazmıştım.
Bu ahlaksızlığın son günlere kadar sürdürüldüğünü henüz unutmuş değiliz. Bunun en son örneğini de Turgut Özal’ın yumurtladığı “Tren komünist işidir” beyanı ile günahsız trenleri bile komünist yaptığını görüyoruz. Özal’a göre, ister yolcu, ister yük taşımacılığı bakımından dünyanın en gelişmiş demiryolu şebekesine sahip Fransa komünisttir, Almanya, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkeler, hepsi de komünisttir!. Hatta hayranı olduğu, bütün yatırımını ortaya yaptığı Amerika’da bile taşımacılık ağırlık olarak demir yollarında olduğuna göre belki bizim haberimiz yokken Amerika Birleşik Devletleri de Komünisttir!
Git işine yahu! Herkes enâyi mi?!.
Bir kamyon yakıtı ile demir yolunda en az 20 katı daha fazla taşımacılık yapıldığını, tren katarına her eklenen vagonun taşımacılık giderini daha da aza indirdiğini herkes çok iyi bilir ve ‘Tren Komünist işi safsasına kimse inanmaz, buna kargalar bile güler…
Günümüzde komünist rejimle yönetilen Sovyetler Birliği artık dağılmış, “komünisttir isnatları geçersizleşmiştir. Bunun için de yerme gerçek yurttaşlara yeni bir kara sürme modası yaratılmıştır. “O Müslüman değildir!” “O bir irticacıdır!” gibi.. Ulusal birliğimizin bölük pörçük olduğu şu günlerde Tanrı sonumuzu hayreylesin!..
Benim “meğer komünistliğime” gelince, 1946–47 ders yılı sonunda Ankara Devlet Konservatuarı’nın İleri Yüksek Devre Kompozisyon ve Orkestra Şefliği bölümlerini başarı ile bitirmiştim. Mezun olduktan sonra, 1926’lardan sonra Atatürk’ün Avrupa’ya öğrenimleri için ilk yolladığı Ulvi Cemâl Erkin, Necil Kâzım Akses, Ferid Alnar, Adnan Saygun ve diğerlerinden sonra ikinci kez Milli Eğitim Bakanlığı Konservatuar mezunları için bir “Avurapa Konkuru açmıştı, Kompozisyon dalında sınava dört kişi katılmış, ben ve Sabahattin Kalender sınavı kazanmıştık.
Ben Paris’te çağımızın en güçlü kompozitörlerinden Arthur Honegger ile çalışmalarımı sürdüreceğim, orada kültürümü arttıracağım için çok mutlu ve heyecanlı idim. Diğer kazanan arkadaşlarla hemen muamelelerimize başladık, günü geldi pasaportlarımızı aldık, 1948 yılı başlarında Fransa’ya gitmek üzere hazırlandık. O yıllarda Paris’e, ancak İstanbul’dan vapurla bir haftalık deniz yolculuğundan sonra Marsilya’ya varılır, oradan da trenle gidilirdi.
Bakanlıkta Avrupa öğrenci işlerini Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü yapıyordu. Son evrakımı almak için Genel Müdürün yanına gittim. Genel Müdür, Faik Reşit Unat diye birisi idi. Hani şu Türkiye haritalarını yaptırıp satan…
Bana “biraz milli duygularımın zayıf olduğu” hakkında ihbarlar alındığını, bu işi kendisinin 15 gün içinde halledeceğini, ancak bundan hiç kimseye bahsetmemem için benden söz aldı. Salak! Sanki kaçarmışım korkusuyla pasaportumu da elimden aldı.
Ben o sıralar 22–23 yaşlarında bir delikanlıyım dünyada kötülerin de olduğundan habersiz, iyi niyetli bir gencim… Adamın sözüne güvendim, olayı hiç kimseye söz verdiğim üzere anlatmadım, tam 15 gün bekledim. 15 gün sonra karşısına çıktım, bana bir tiyatrocu rolünde sözde üzgün, işimin halledilemediğini ve gitmemin kaldırıldığı bildirdi. Dünyam başıma yıkılmıştı!.. Benim komünistlikle, faşistlikle hiç ilgim yoktu ki!..
Hemen Hocam Necil Kâzım Akses’in yanına koştum, durumu anlattım. Bana çok kızdı ve “niye haber verdin?” diye sordu. Ben de “söz vermiştim” deyince beni bir iyice payladı.. Ondan sonra, babam tarafından akrabamız, kültürlü, aydın bir insan olan ve çok genç yaşta vefat eden Hamdi Akverdi’ye gittim, durumu anlattım, yardım etmesini istedim, Hamdi Akverdi, Ankara’da Bakanlığın en güzide insanlarından biriydi. Yüksek öğretim Genel Müdürlüğü yapmıştı ve o sıralar Gazi Eğitim Enstitüsü’nün müdürü idi. Bu arada diğer arkadaşlarım Paris’e hareket etmişlerdi. Ben büyük bir sıkıntı içinde beklemeye başladım.
Necil Hoca’dan sonunda bana yüklenenleri öğrendim. Bir kere ben Türk değilmişim, Nesturî mi ne, işte öyle bir şeymişim komünistmişim, Nazım Hikmet’den şiirler bestelemişim vs. Külebi için yazdığım yazıda da belirttiğim gibi 1946 yılında Nazım Hikmet’in (ideolojik olmayan) iki şiirini, Külebi’nin dört şiirini ve Ömer Bedrettin Uşaklı’mn bir şiirini almış, bir lied’ler albümü yazmıştım ve bunlar aynı yıl içinde icra edilmiş, çok beğeni kazanmışlardı.
O sıralarda Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer… Önce Hamdi ağabeyim yanma gitmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
“Bakan bey, benim görevimden ve Bakanlıktan ayrılmam gerekiyor ”
“Niçin Hamdi bey?”
“Çünkü bu durumda ben de Türk değilim!”
“O nasıl olur?”
“Nevit Kodallı benim yakın akrabamdır. Eğer o Türk değilse, benim de Türk olmamam gerekir.” Böylece Türk olmamam Nesturi olmam ortadan kalkmış…
Bu arada Bakanlık Emniyetten sormuş, gerçi Nevit isimli Eskişehir Cer Atölyesi’nde çalışan bir komünist kayıtlısı varmış ama yaşı ve soyadı benimkini tutmuyormuş…
Necil Hoca da benim Lied’lerin notasını almış doğru Bakanın yanma!..
Bakana “Nevit Kodallı için geldim” der demez cevap;
“Bırakın onu!.. Nazımdan şiirler bertelemiş!”
Necil Hoca “Nevit bunları benim kontrolüm altında yazmıştır, eğer bir suç varsa o da benim suçumdur” demiş. Ve bütün albümü göstermiş.
Bakan hepsini inceledikten sonra “Necil bey! Bırakın Nazım’ın şiirlerini! Bunlarda birşey yok! Asıl Cahit Külebi’ninkilere siz bakın!” demiş ve hakkımdaki kararı kaldırmış.
(Bakan) Sonra beni yanına çağırtarak gönlümü almıştı. Ben de hayatımda kimseye güvenmemem gerektiğinin ilk kez dersini almış olarak hiçbir şey söylemeden Faik Reşit Unat’ın makamına gittim, elinden evraklarımı, pasaportumu aldım, çıktım. Herif eşekten düşmüş karpuza dönmüştü!. Öylesine sümsük!..
Allahtan Necil Hoca ve rahmetli Hamdi Akverdi vardı da ben arkadaşlardan 15 gün sonra Paris’e gittim. Bütün bu düzenbazlığın nedeni neymiş, biliyor musunuz?.. Faik Reşit Unat, benim gitmememi sağlayarak sınavı kazanmayanlardan birini yerime yollayacakmış!..
İnsan yaşadıkça daha nice adilikler ve yalanlarla, dolanlarla karşılaşıyor! …
*******
ORHAN ASENA İLE (Kodallı’nın Libretto yazarı, dostu) / İSK Bülteni Sayı 64
Benim Van Gogh Gilgameş Operaları, Fadik Kız müzikli oyunu gibi yazdığım eserler Dr. Orhan Asena ile birlikte çalışmalarımızın sonucu ortaya çıkmışlardır Asena, daha çok tiyatro eserleriyle tanınır. Aslında onun mesleği çocuk doktorluğudur ve verdiği eserler kadar doktorluğu da çok güçlüdür. Bu, dünyanın en dürüst, en sevecen ve iyi insanını ilk kez 1954 yılında henüz Paris’ten dönmüştüm ki Ankara’da tanımıştım. Bu tanışma daima sürecek bir dostluğun, bir kardeşliğin başlangıcı olmuştu.
O yıl, Türk Dil Kurumu’nun ödülünü aldığı, dünyanın en eski efsanesi olan “Gilgameş” üzerine yazdığı “Tanrılar ve İnsanlar” adlı piyesi Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda oynanacaktı. Devlet Tiyatroları genel müdürü rahmetli Muhsin Ertuğrul beni çağırarak bu büyük eserin müziklerini yazmamı istemişti. Aynı yılın başlarında Salahittin Batu’nun klâsik bir tiyatro eseri olan “Güzel Helana”ya müzik yazmıştım. Ve çok da başarılı olmuştu. Herhalde bu başarımda dolayı gene müzik yaymayı bana vermişti.
Tanrılar ve İnsanlar (Gilgameş) çok güçlü bir eserdi. Sahneye Cüneyt Gökçer koyuyor, aynı zamanda başrol Gilgameş’ı de kendisi oynuyordu. Müzikleri yazdım ve ilk kez aynı yıl Ankara’da Devlet Tiyatrosunda oynandı. Eser her bakımdan görkemli olmuştu, uzun süre Büyük Tiyatro’da halka sunuldu.
O tarihlerde teyp vb kolaylıklar henüz icad olmamıştı. Müzik sahne ile senkronize gidiyordu. Bu senkronu da sağlamak için her temsil kuliste canlı olarak orkestrayı yönetiyordum. Bir gün Büyük Tiyatroya giriyordum, kapıda Asena’nın afişinin üzerindeki “Tanrılar ve İnsanlar” ibaresindeki “Tanrılar”ın “lar”ının birileri tarafından karalanmış olduğunu gördüm Dünyadan haberi olmayan bir bağnazın işiydi bu. Memleketimizin bugünkü haline bakarsanız bu bağnazlık tohumlarının bundan en az 50 yıl önce nasıl atıldığını anlamış olursunuz.
1954’te, yani aynı yıl elime İrving Stone’un Van Gogh’un hayatı üzerine yazdığı “Yaşama Tutkusu” adlı biyografik romanı geçti. Ressamın fırtınalı hayatını çok gergin bir biçimde anlatıyordu. Benim Van Gogh hayranlığım çok eskilerden, röprodüksiyonlarından başlar. İlle Paris’te Louvre Müzesi’nde ve diğer müzelerde görmek olanağını bulduğum Van Gogh’un resimleri beni çok etkilemişti, Van Gogh için hep bir şeyler yazmak isterdim. Ama ne olduğunu bilmezdim.
Bu bir fırsattı. Stone’un romanından opera yazmayı kafama koymuştum. Ama bir operada en önemli şey olan librettoyu bana kim yazacaktı? Orhan Asena ile temasa geçtim, rica ettim. Romanı aldı diğer kaynaklara da başvurarak uzun çalışmalarımızın sonunda bana Van Gogh’un librettosunu teslim etti. Bu Asena ile gerçek aile dostluğumuzun da başlangıcı oldu Libretto aslında 6 tablodan oluşuyordu Her tablo Van Gogh’un hayatından bir kesiti ele alıyordu. Yıl 1954, başta adı Demokrat olan bir parti var. Librettonun bir tablosu Van Gogh’un Belçika’da bir maden ocağındaki grizu patlaması üzerine İşçilerin başına geçip grevlere karışmasıydı. Sahne olarak çok etkili… ama gelin görün ki olay, yani grev, demokratların hiç hoşuna gitmez.. Eserin sahnelenmesi yasaklanır imajları bize veriliyor, özellikle eserin rejisörü olacak Aydın Gün tarafından…
İşte bunun için eserin çok güçlü bir yeri olabilecek bu tabloyu yazmaktan vazgeçtik Van Gogh’u yazmam iki yıldan fazla sürdü. Muhsin Ertuğrul hocanın özel ilgileriyle 1957 Şubat’ında benim şefliğim altında Ankara Devlet Operası orkestrası, korosu, solistleri tarafından dünya prömiyeri yapıldı. Eser, dramatik yapısıyla çok beğenildi, uzun süre oynandı ve sonraları yeniden sahnelendi İlk oynanışını Aydın Gün sahneye koymuştu ve Van Gogh rolünü de üstlenmişti. Diğer rollerde Sevda Aydan, Ayan Baran, Suna Korat, İsmet Kurt, Özcan Savgen gibi operamızın güçlü sanatçıları yer almışlardı.
Gılgameş Destanı – Aradan zaman geçti, ben bir ikinci opera yazmak istiyordum. Ama önümde iyi bir konu olarak Gılgameş var. Zaten tiyatrosunda müziklerini ben yazdığım için eseri iyi tanıyorum. Orhan Asena’ya bu düşüncemi açtım, kabul etti. Birlikte çalışmaya başladık ve piyesin aslını bozmadan libretto haline getirdik. Yıl 1962’idi operayı yazmaya başladım. 1964 yılında kompozisyonunu ve orkestrasyonunu bitirdim. Adını “Gılgameş dramatik opera” olarak koydum.
O sıralarda Devlet Tiyatrosu genel müdürü Cüneyt Gökçer idi. Tiyatro ile opera henüz birbirinden ayrılmamıştı. Kendisi zamanında tiyatro olarak eseri hem sahnelemiş hem oynamıştı. Çalışmalarımı da yakından takip ediyordu. O yıl içerisinde Gökçer’in rejisörlüğünde Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçılarıyla çalışmalara başladık ve benim orkestra şefliğimde 1965 yılında Gılgameş’in dünya prömiyerini gerçekleştirdik. Eser büyük başarı kazandı ve uzun süre oynandı ve tekrarlandı. Bir turne ile İstanbul’a götürdük ve Şan Sinemasındaki o temsilleri İstanbullular hala unutamazlar. Başrolü (Gılgameş) Ayhan Baran, diğer rolleri Sevda Aydan, Belkıs Aran gibi operamızın en ağır topları üstlenmişlerdi.
Diğer eserler – Bunun dışında Orhan Asena’nın daha birçok tiyatro eserine müzikler yazdım Hürrem Sultan’dan tutun. Atçalı Kal Mahmed’e varıncaya kadar sayısını hatırlayamayacağım eserlerinin müzikleri banim imzamı taşır. Bunların arasında bir müzikal piyes olan Kenter’ler için yazdığım Fadik Kız da var. Eser İstanbul’da ve turnelerinde çok beğeni kazanmıştı. Aynı eseri Devlet Tiyatrolarımızda uzun süre ele alamadılar, çünkü tehlikeli idi. Bir köylü kızın, köyünden başlayıp, büyük şehirlere varıncaya kadar toplumca nasıl istismar edildiğini çaresizliğini, yalnızlığa terk edilişini anlatıyordu. Şarkılarıyla, danslarıyla çok güzel bir eser olmuştu.
Ben yalnız müziklerim yazdıklarımı değil, şimdi Asena’mn kaç tiyatro esen var diye sorsanız, sayılarını bilemem Asena öykülerine velud bir sanatçıdır. Tiyatro eserlerinin yanında şairdir de. Orhan Asena gibi öz bir dostla çok güzel eserlere imza attığımız için mutluyum ve her zaman öğünürüm.
*******
İMECE (Senfonik Konsere gıpta..) / İSK Bülteni Sayı 65
Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin, opera ve bale temsillerinden ayrı olarak her yıl memleketimizin aydın müzikseverlerine birkaç kez sundukları senfonik konserlerinden bu sezonun ilki, 15 Kasım 1997günü Opera’da yapıldı. Ben yıllarca Ankara’da Devlet Operası’nın orkestrasına böyle konserleri hiçbir zaman yaptıramadım. İstanbul ve İzmir operalarında da durum aynıdır.
Oysa senfonik konserlerle yeni yeni eserler sunulacağı, orkestranın çukurdan çıkarak sahne üzerinde halka doğrudan doğruya seslenebilmeleri kendilerini daha mutlu kılacağı gibi ayrıca rutin operaları tekrarlamaktan kurtulacaklardır ve bu tür konserler tekniklerine yenilikler getireceği için teknikleri, tınıları daha da olgunlaşacaktır.
Aslında benim bu dileğim özel bir dilek değildir. Zaten Paris Ulusal Operası’nın orkestrası, dünyanın en iyi senfonik orkestralarından “Sosiyete Konserlerinin orkestrasıdır. Viyana Operasının orkestrası gene Viyana Flarmonisinin elemanlarıdır. Daha dünyada birçok ünlü senfonik orkestraları (Berlin Flarmonisi dışında) aynı durumdadırlar, esas maaşlarını operalardan alırlar, fakat muntazam halk konserleri, C.D., Plak, kaset gibi etkinliklerini özel sosyeteler olarak sürdürürler İşte bunun için bu etkinliklerinden dolayı Mersin Devlet Opera ve Balesi orkestramıza saygı duyuyor, takdir ediyorum.
Orkestranın o geceki konserinde benim yaylı çalgılar orkestrası için Sinfonietta’m, Türkiye’de ilk kez seslendirilen Mozart’ın bir konser aryası ve son olarak da Şostakoviç’in 5. Sonfonisi vardı. Program güzel ve ilginçti. Bu satırları konserde benim eserim çalındı diye yazdığımı sanmayın. Çünkü bu Sinfonietta’yı ben 1949 yılında Paris’te yazdım. 1950 yılında da Almanya Darmstadt’da çağımızın en ünlü orkestra şeflerinden Hermann Scherchen’in şefliğinde dünya prömiyeri yapıldı. Sonraları dünyanın en önemli müzik merkezlerinde (Cuba da bile) sayısını bilemeyeceğim kadar seslendirildi ve seslendirilmekte, C.D.si ve kaseti yapıldı, hatta 1970’li yıllarda dünyanın sayılı bale kişiliklerinden Dame Ninette de Valois tarafından Ankara’da bu müziğin üzerine bale dahi yapıldı. Tabii kendi memleketimde de kendi orkestrası tarafından icra edilmiş olması beni mutlu etti. Eserimin şef Nezih Seçkin yönetiminde seslendirilişi güzel ve etkili idi.
İkinci eser Mozart’ın Konser Aryası “Ch’io mi Scordi di te” adlı eserinde solist bir değil, Soprano Çiğdem Gencer, piyanist aynı zamanda şef Nezih Seçkin olmak üzere iki idi. Sayın Seçkin geçen sezon benim için yapılan gecedeki “Ebru” adlı eserimde de hem şef, hem piyanist idi. İster misiniz bu gidişle piyanistlere yer kalmasın?
İşin şakası bir yana, bazen durumlar bunu zorluyor… Çiğdem Gençer’in temiz icrâsı, Seçkin’in Mozart tuşesiyle çok güzel bir icrâ çıktı. Herkes gibi yurdumuzda ilk kez seslendirilen bu eseri ben de ilk kez dinlemiş oldum. Mozart’ın birbirinden güzel bir hayli konser aryası vardır.
Programın 3. eseri Şostakoviç’irı 5. Senfonisi kompozitörün güzel eserlerinden biridir ve hayli de zordur. Ama Seçkin yönetiminde başarıyla icrâ edildi,
Mersinli müzikseverler Şostakoviç’i tanımak fırsatını buldular. Şefini, böyle programlar yaptığı için müdürleri Erdoğan Şanal’ı ve özellikle orkestra sanatçıları ile solistleri bu konserden dolayı kutlamak gerek.
Bu yazıyı yazmamın ana nedenine gelince, esefle belirteyim ki böylesine ilginç ve güzel olan bu konserde salon tenha idi. Oysa salonun dolu dolu olması gerekirdi. Artık gereği kadar konserin duyurusu mu yapılamadı, bilemem. Fakat herhalde Mersin Operamızın da Ankara, İstanbul Operalarımızdaki gibi işin erbabından oluşan bir “Halkla İlişkiler” seksiyonunu açması şarttır. Böylece faaliyetlerinin önceden geniş kitlelere iletilmesi, yapılanların bütün Türkiye basınıyla tanıtılması sağlanmış olacaktır. Maalesef büyük basında Mersin Operamızın faaliyetleri hiç yer almamaktadır. Bunun kabahati biraz da ilimizdeki bu gazetelerin muhabirlerindedir.
Mersin’de Kültür Derneği, Flarmoni Derneği, İçel Sanat Kulübü, Polifonik korolar Derneği gibi aynı amaçla faydalı çalışmalar yapan derneklerimiz var. Kendileri bir yandan özel etkinliklerini yaparken halkımızın kültür düzeyini yükseltecek konserlerde ve diğer etkinliklerde imece yapmaları, yani bu etkinliklere birlikte omuz vermeleri halinde her halde salonlarımız hiç boş kalmaz. Salonlarımızın boş kalmama demek, daha çok kişiye çağdaş ve evrensel kültür götürmek demek olacaktır.
Hani bir atasözümüz vardır “Bir elin nesi var? İki elin sesi var!” Binbir çalışmayla varılan böylesine konserlerin yalnızca bir geceye inhisar etmesi de biraz savurganlık olmuyor mu? Hiç olmazsa bir İkincisinin gündüz konseriyle gençliğe, üniversite lise ve diğer öğrenci gruplarına yapılması bu emeği daha da değerlendirmez mi?
*******
ARKADAŞIM TURGUT ZAİM (Ressam, Tiyatro Dekoratörü) / İSK Bülteni Sayı 66
Turgut Zaim, tanıdığım insanlar arasında dostluk kurduğum en ilginç ve Cumhuriyet felsefemizi resim sanatında temsil eden, yeni resim tarihimizin ilk sayfasında yer alması gereken bir sanatçıdır. Doğum tarihi yanılmıyorsam 1908 veya 9’dur, İstanbulludur, 1974 yılında Ankara’da vefat etmiştir. Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrenimi yapmış, daha sonra Atatürk’ün o zamanlar Avrupa’ya görgü, bilgi için yolladığı genç sanatçılardan birisidir. Bu yolla Turgut Zaim Paris’e gitmiş, resim dünyasıyla yakından ilişki kurmuş fakat diğer arkadaşları kadar uzun kalmamıştır. Çünkü düşüncesi ne yapacaksa ancak kendi yurdunda yapacağıdır.
Eşek Ressamı – Halkevleri Cumhuriyetin ilk on senesi içinde genç ressamları Anadolu’ya geziler yapması için zaman zaman yollamıştır, işte Turgut Zaim Anadolu’yu bu suretle daha yakından tanımış ve özgün bir resim stili yaratarak gerçek bir Anadolu Türk ressamı olmuştur. Resimlerinde Türkmen gelinleri, bebeler, keçiler, dünyanın en sevimli eşekleri birer sanat şaheseri olmuşlardır. Tipik Türk resmi denildiğinde akla ilk Turgut Zaim gelir. Yetiştirdiği kızı Oya Katoğlu da babasının yolunda, ama başka bir kişilikle değerli ressamlarımız arasında yer almıştır. Turgut Zaim kendisi için şaka yollu “eşek ressamı” denildiğini duyunca benim de tanık olduğum, kızgınlıkla verdiği cevap şu olmuştur. “Kokar ayaklı köylüler, keçiler uyuz eşekler diye hor gördükleriniz benim sayemde salonlarınızda bas köşede yer almışlardır. İşte ben onları oraya soktum! Doğrudur da. Turgut Zaim’de büyük bir hayvan sevgisi vardı.
Resimlerinde bile keçilere kıyamaz, toprağa oturtmaz, bir yaygının üzerinde resmederdi. Resimleri renk olarak, imaj olarak birer yaşama sevincidir. Anadolu’nun yoksulluğu bile onun resimlerinde güzelleşir.
Kendisini ilk kez Ankara Devlet Konservatuvarında öğrenci iken tanımıştım. Bir gün okula yakışıklı, sporcu gibi uzun, genç bir bey gelmişti. Sorduğumda “Turgut Zaim” dediler. Sergilerde resimlerini hayranlıkla seyrettiğim Turgut Zaim buydu. Konservatuarımızın Tiyatro-Opera bölümlerini kuran, öğrencileri yetiştiren, ilk opera ve tiyatroları sahneleyen büyük tiyatro adamı Kari Ebert, Ankara’da bir resim sergisini gezerken, onca resim arasında yalnızca birinin önünde dikkatle durmuş ve “İşte aradığım bu” diye kimin olduğunu öğrenmiş, derhal temasa geçerek Turgut Zaim’i Konservatuvara getirtmiş ve ilk opera-tiyatro dekorlarını ona yaptırmıştı. İlk oynanan “Madame Butterfly” operasında yapmış olduğu harika dekorları hala belleğimdedir.
Turgut Zaim, bizim ilk “mektepli” dekoratörümüzdür. Daha sonra Devlet Opera ve Tiyatrosu’nda görev almış, birçok esere şaheser denilebilecek özgün dekorlar yapmıştır. Zaim’le benim dostluğum 1955 yıllarından sonra, Ankara’da Opera binasında birlikte çalışmalarımızla başlamıştır.
O sıralar, genel müdür yardımcısı olarak Opera ve Bale’yi ben tedvir ediyordum. Bir arşiv kurmak için işe başladım. Arşivde oynanan eserlerin bir livresini, varsa özgün müziği, ışık, reji planları, dekor ve kostüm eksizleri gibi bilgiler bulunacaktı. Gelin görün ki Turgut Zaim’in kostüm resimleri, dekor eksizleri atölyelere girdikten sonra toplanması olanaksızdı. Çünkü her kostüm resmi, dekor resimleri anında meraklılarca yok oluyordu. Bunlar sıradan şeyler değildi, hepsi birer tablo gibi güzel ve değerliydi. Bir gün beğenmediği bir çalışmasını yırtıp yırtıp çöpe atmıştı, bir arkadaş hemen geldi, parçaları toplayıp gitti. Hocanın bütün itirazlarına rağmen parçalan birbirine ekledi ve çerçeveletti!
Ressamlığı yanında Turgut Zaim uzun yıllar Devlet tiyatrolarında dekoratör olarak çalıştığı gibi birçok dekoratör adayının da elinden tutmuş, yardım etmiş, yetiştirmiştir ve mektepli dekorculuk, yurdumuzda onun sayesinde bir sanat halinde devam etmiştir. Yetiştirdiği gençler sonradan Refik Eren gibi, Hüseyin Mumcu, Baber Kocaman gibi ünlü dekoratörlerimiz olmuşlardır. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin dekoratörlük bölümünden mezun olanlar, Ankara’ya staj yapmaları için onun yanına yollanırlardı. Bir gün, bir gencin yaptığı dekoru Boyahanede birlikte gezerken, gence kritiklerini yaptıktan sonra eline fırçayı alarak dekor’un orta yerinden sadece bir kırmızı hat çekmişti. O zaman konuşmayan dekor konuşmaya başlamıştı. Yaratıcılık bambaşka bir şeydi.
Paris’te, Theatre des Nations’a götürdüğümüz Schekspear’ın “Onikinci Gece” piyesinin dekorlarıyla çok güzel uzun uzun övücü kritikler almıştı. Selçuklu ve Osmanlı sanatını en iyi bilendi. Dekor ve kostüm konusunda herkes ona başvururdu. En çok tuttuğu da Selçuklu sanatıydı, Osmanlı’dan daha özgün bulurdu.
Dostluğumuz, iki sanatçının samimi dostluğu idi. O kadar çok güzel anılarımız olmuştu ki.. Benim Ebru, Telli turna ve Güzelleme adlı eserlerimin isim babasıdır da.. Eserlerimi benden dinler, adını koyardı. O yıllarda en iyi bir tablo 400 – 500 liraya satılırdı. Ben, birçok tablosunu 5000, 7000, 8000 liradan satmıştım. Alanlar benim ahbabım yabancılardı. Bir yandan da o güzel eserlerin şimdi yurtdışında bulunduğuna üzülmüyor değilim. Çok da yardımsever bir insandı. Bir gün bana üç takım halinde gravür getirdi, paraya ihtiyacı vardı. Bu gravürlerin çoğu yabancılara olmak üzere üç takımını sattım, hem de iyi fiyatla ve parasını getirip teslim ettim. Bana “ya sizin ki?” diye sorunca, Üstad, aşka geldim, onları da sattım” demem üzerine üzülmüş, evde bu gravürlerin ilk deneme örneklerinden bulabildiklerini imzalayıp getirmişti.
Bir gün üstadı bir şeyler okurken gördüm, ne okuduğunu sorduğumda İnkılâp Tarihi” demişti. Şaşırdığımı görünce “bakın, ben Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdiğimde derecesi lise idi. Şimdi Akademi’nin yüksek sınavını vermek için çalışıyorum ki yüksek diplomam olsun” Ben, üstad, sizin yüksek diplomaya ne ihtiyacınız var?, siz bizim resim tarihimize imzasını atmış bir ressamımızsınız” dediğimde, “Öyle demeyin!., öyle demeyin!… Yarın bakarsınız bir yeni mezun acemi çıkar gelir “senin diploman orta” der, beni küçümsemeye kalkışır” demişti. Sınavları verdi, o sınav için Akademiye bir de resim sunması şartmış. İşte o resim bendedir.
Yıl 1965. “Türkiye Metro Yaptırma Derneği “Kuruluyor – Turgut Zaim’le ilgili bu yazıyı yazmak, geçenlerde okuduğum, Ankara Yenimahalle – Batıkent minibüsçülerinin o semtlere yeni metroların açılmasıyla kendilerinin işlerinin kesatlaşacağı için Belediye Başkanını dövmeye kalkışmaları haberi üzerine aklıma geldi. Bizim, Turgut Zaim’le çok hoş bir “Metro” hikâyemiz var… Yıl 1965… Üstad bir gün Opera’da “Çocuklar!.. bu otobüsler bir rezalet!… Gelin bir Metro Derneği kuralım ve yaptıralım, uygar insanlar gibi şu sefaletten kurtulalım” diye ısrarı üzerine, Üstadın hatırını kıracak değildik ya.. Oturduk, onar lira aramızda para topladık, “Türkiye Metro Yaptırma Derneği”ni işlemlerini yaparak kurduk. Turgut Zaim’i Başkan seçtik, ben Başkan Yardımcısı, Refik Eren Genel Sekreter vb. aramızda iş bölümünü yaptık. Ben basına verilmek üzere bir yazı hazırladım. Bu hazırlama sırasında bizim İstanbul Tüneli’nin Londra Metrosu’ndan sonra dünyada ikinci metro olduğunu da öğrendim! Paris, Londra Metro idarelerine birer mektup yazarak gerekli bilgileri istedim. Bir de baktım ki kendileri yapmak için bize teklifler yollamıyorlar mı?
Benim yaptığım araştırmaya göre Ankara’da Kızılay’da kesişmek üzere Kavaklıdere – Aydınlıkevler, Cebeci – Bahçelievler istavrozu yetiyordu. (Otuz yıl sonra gerçekleştirilen Ankara Metrosu aynı güzergâhtadır).
Bu raporları basına verdik, ilgililerin ilgisini çekmeye çalıştık. Ama hava! Bu arada Ankara dolmuşçularından şimdiki Belediye Başkanına yapıldığı gibi “sizi öldürürüz, yakarız, mahvederiz gibi tehditler de almıştık.
Hikayemizin sonu daha bitmedi.. Bir gün bir baktık, Savcılıktan bize bir çağrı!.. Meğer biz dernekler tüzüğüne göre ne yasal toplantılarımızı yapmışız, ne bir şey!.. Cezası hapis! Neyse, durumu hallettik ve Derneği kapattık. Kasadan da bir beş liralık çıktı, o da tedavülden kalkmış! Bizim metro serencâmımız da böylece bitmişti.
Turgut Zaim’le hepsi dostça, birçok tatlı anılarımız oldu. Bir tanesi dışında. 1974 yılının Mayıs ortalarında bir gece sabaha karşı evde telefon çaldı.. Açtım, Üstadın kızı Oya “Babam iyi değil, sizi istiyor!.” Kalktım, çok yakın dostum Dr. Hayri Kalabalık’) da alarak evine gittik.. Kalp krizi geçiriyor. Uzun süre bekledik, hemen hastaneye kaldırılması için ikna etmeye çalıştık. Boşuna!.. “İlle öleceksem evimde öleyim” diyor! Sabahın erken saatlerinde hastaneye gitti, iki gün sonra sizlere ömür!
Büyük bir ressam, güzel bir insanı yitirmiştik…

Biyografik Bilgi

scroll to top