,

Ben NEVİT KODALLI – 4. Bölüm

HASAN FERİD ALNAR HOCA (Örnek kişi) / İSK Bülteni Sayı 67
Eskilerin atasözü gibi bir deyimi vardır “hafızâ-yı beşer nisyân ile ma’lûldur” derler. Yani günümüz Türkçesine çevirirsek aşağı yukarı “insan belleğinde unutma illeti vardır” gibi bir şey… Cemâl Reşit Rey için yazdığım bir yazıda, ölüm yılında bile artık anılmadığından, bu büyük kompozitörümüzün eserlerinin bayramdan bayrama orkestralarımızın repertuarlarına alındığından yakınmıştım. Gene Cemâl Reşit Rey bir bakıma şanslıdır Hiç olmazsa hemşehrileri İstanbul’da güzel bir salona adını vermişlerdir de bu yolla olsun anılır. Bizim çağdaş ve evrensel müziğimizde bir başka büyük kompozitörümüz daha vardır ki, bunca hizmetlerine, eserlerine karşılık bir değer belirsizlik örneği, adı bile anılmaz… Herkese devlet sanatçılığı verilirken o dışarıda bırakılır, altın madalya yapılırken o hiç akla gelmez, senfoni orkestralarımız, operalarımız, Konservatuarlarımız bunca yıl verdiği eserleriyle emeklerini hiç hatırlamaz, Kültür Bakanlığı böyle bir insanı yetiştirdiğimizi bilmez bile!
Bu büyük insan Ferid Alnar’dır. İlk piyoniyerlerimiz olan Türk Beşleri’nin önemli bir kişisi!… Alnar 11 Mart 1906 da İstanbul’da doğdu ve bu şehirde 30 Temmuz 1978 de öldü. Küçük yaşta yetenekleri beliren küçük Ferid, önce geleneksel müziğimiz alanında eğitim gördü. Divan müziğinin en ince noktalarına kadar öğrenerek henüz 12 yaşında iken İstanbul’da “Kanun Virtüözü” ününe kavuştu. Bu yönü, ileride kompozisyonlarında en belirgin şekilde ve ustalıkla görülecektir. Bu çağlarında birçok saz semaisi, alaturka operetler yazarak besteci olarak da ünlendi. Mimarlık Fakültesinde okurken, Atatürk’ün ileride genç Cumhuriyetimizin müziğini temsil etmek üzere seçerek yolladığı gençlerden biri de o zamanki adıyla Hasan Ferid idi. 1927 yılında Viyana’ya gitti, Yüksek Müzik Akademisi’nde J. Marx ile kompozisyon, Kabasta ile orkestra şefliği çalıştı. 1932 de orada öğrenimini tamamlayarak genç bir kompozitör ve orkestra şefi olarak yurda döndü. Daha Viyana’da öğrenimini sürdürürken yazdığı bir çok eseri beğenilerek orada icrâ edildi ve ünlü Üniversal Edisyon tarafından basıldı. Önceleri İstanbul’da Şehir Tiyatrosu’nda orkestra şefliği, Belediye Konservatuarında da öğretmenlik yaptı.
1936 da Ankara Devlet Konservatuarının kuruluşu ile bu okulda kompozisyon hocalığı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda orkestra şefliği yaptı, birçok değerli öğrenci yetiştirdi, yurtiçinde ve dışında orkestra şefi olarak sayısız konserler verdi, operalar yönetti.
Alnar Hoca, benim gördüğüm kompozitörlerimiz arasında her bakımdan en bilgin ve yetenekli kişilerden biridir. Bu üstün sanat gücünü, geleneksel müziğimizden esinlenerek 1935 te büyük bir ustalıkla yazdığı orkestra için “Prelüd ve İki Dans”ından bu yana her eserinde görürüz. 1943’te yazdığı Viyolonsel Konçerto’sunda geleneksel müziğimizi armoni ve ezgi bakımından tıpkı Oya işler gibi işlemiştir ve daima da soyluluğunu korumuştur. 1950 li yıllarda çok genç yaşlarındaki kanun virtüözlüğünü anımsarcasına yazdığı ve ilk kez kendisinin çalarak yönettiği orkestralı “Kanun Konçertosu” bir şaheserdir ve sanki divan müziğinin nasıl yazılması gerektiğine dair en güzel örnektir. Bütün eserlerinde ezgisel ve çok seslilik kullanışında kendini kanıtlar ve çağdaş evrensel Türk müziği literatürümüzün en ilginç parçalarıdır bunlar…
Cumhuriyet Müziğimiz Tarihi kendisine çok şey borçludur. Ferid Hoca, mesleği ve yaşamı boyunca hiç kimseye kötülük etmemiş, daima herkese iyilik etmiş ender bir kişi idi. Bana da, ta çocukluğumdan başlayarak her zaman yardım etmiş, destek olmuş, değer vermiş, eserlerimin çalınmasını üstlenmiş bir büyük dost olmuştur. 1939 da daha küçük bir çocukken Ankara Devlet Konservatuarı’nın Komposizyon kabul sınavına girdiğimde ilk karşılaştığım kişi, tertemiz giyinmiş, pırıl pırıl yüzüyle Ferid Alnar Hoca olmuştu. O günü çok iyi anımsarım. Koltuğumda o zamanlar yazdığım şeylerle girmiştim. İçeride yabancı yüzlü ve dilli birçok insan vardı. Bunlardan gözlüklü ve oldukça yaşlı biri beni ufak görünce Ferid hoca’ya Almanca bir şeyler söyledi. Ferid Hoca da bana “Sana girdiğin bu sınavdaki kompozisyonun ne demek olduğunu biliyor musun diye soruyorlar, demesi üzerine verdiğim yanıt “Bilmesem buraya gelmezdim” oldu. Bunu Almancaya çevirince o kişi şöyle bir gözlerini açmış bana bakmıştı. Bu kimse, sonradan benim ilk orkestra şefliği hocam ve birçok anılarım olacak ünlü orkestra şefi Ernest Praetorius idi ve ben konservatuar giriş sınavını kazanmıştım.
Ferit Anlar Hoca deyince insanın gözü önüne birçok güzel antlar geliyor. Yıl 1942 ya da 43… Ferid Hoca yeni bir pırıl pırıl “Pacard” otomobil almış!.. Rengi kırmızı!.. Bülent Arel ile Konservetuarın önündeyiz ve arabayı seyrediyoruz… Ferid Hoca arkamızdan çıka geldi, bizi görünce “Gelin çocuklar sizi biraz gezdireyim” deyince biz ikimiz hemen arka koltuğa geçtik, kurulduk. Hoca bize dönerek, “Ben sizin babanızın şoförü müyüm? Geçin biriniz yanıma bakayım!” demesi üzerine birimiz yanına geçtik, oturduk ve iyi bir töre bilimi dersi de almış olduk!..
Ferid Hoca dalgınlıkları ile de çok ünlüydü bir gün canı istemiş Packard’ı ile Ulus’taki meşhur Akman’a gitmiş ve boza içmiş. Ertesi sabah kalkmış, bakmış, evinin önünde otomobili yok! Hemen polise telefon açmış, arabasının çalındığını bildirmiş… Polisler otomobil hakkında bilgi almışlar ve “Ha… o araba mı?.. Sizin araba sabaha kadar Akman’ın önünde çalıştı durdu, sonunda benzini bitti, hâlâ oradadır!” yanıtını vermişler. Tabii Hoca, arabası yerine dalgınlıkla gene eski alışkanlığı üzerine otobüse binmiş, evine gitmiş!
Ben, yurtiçinde olsun, yurtdışında olsun, birçok büyük insanla tanıştığım, dostluk kurduğum için kendimi çok şanslı sayarım. Bunlardan biri de büyük usta Ferid Alnar’dır. Ölümü olan 1978 yılı 30 Temmuz günü maalesef rahmetli ablam Nimet Oktay da vefat ettiği için Hoca’ya son saygı görevimi yapmaya gidemediğime hâlâ üzülürüm…
Evet… Hafızâ-yı beşer nisyân ile malûldür, ama geçmiş değerlerini bilmeyenin geleceği de yoktur…
*******
ULVİ ve FERHUNDE ERKİN HOCALAR (Ustalara Saygı) / İSK Bülteni Sayı 69
Cumhuriyet müzik tarihimizin bu iki çok önemli kişisini ayrı ayrı düşünmek olanaksızdır. Bu, hem müzik sanatı açısından, hem de birbirlerini tamamlayan evlilikleri yüzündendir. Çok sevdiğim ve saydığım dostluklarını kazandığım bu iki büyük müzisyenimiz hakkında yazmak için Ferhunde Erkin Hocaları ben de ayrı ayrı ele alamıyorum.
1939 yılı Ekim ayında, Ankara Devlet Konservatuvarına ilk girdiğimde Ulvi Hocayı tanıdım. Çok şık ve temiz giymen, uzun boylu, yakışıklı, yürürken öne doğru sallanan, daima boynunda güzel bir papyon kravat takılı, güleç yüzlü Ulvi Hoca’yı nasıl hatırlamam?. ’Bendeki papyon kravat sevgisi belki de bana ondan geçmiştir.
Ulvi Hoca 1906 doğumludur ve Atatürk’ün yeni sosyetemizin layık olduğu müziği yaratmak için Avrupa’ya yolladığı gençlerden biridir ve “Türk Beşleri” diye adlandırılan kompozitörlerimizin en önemlilerindendir. Müziğe çok küçük yaşta, annesinden piyano dersleri alarak başlamıştır. Bir yandan Galatasaray Lisesi’nde okurken, o günlerin İstanbul’da bulunan piyano hocalarından ders alarak kendini geliştirmiştir. 1925 yılında Paris’e gönderilerek orada müzik eğitimini tamamlamış, 1930’da yurda dönmüş ve Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’e piyano ve armoni öğretmeni olarak atanmıştır. Soyadı yasası henüz çıkmadığı için o zamanki adete göre baba adını kendi adının arkasına koyup, ilk piyano eserlerini vermiştir. Bunlar içersinde en önemlisi “Beş Damla” albümüdür.
Ulvi Hoca 1932 yılında henüz o da Avrupa’dan dönen piyanist Ferhunde Hoca’yla evlenir. Bu evlilik bütün bir ömür boyu sürecek birlikte sanatçılığın büyük ürünlerine neden olmuştur. Ulvi Hoca’nın yazdığı piyano eserlerinin, kendisine ithaf ettiği Piyano Konçertosunun yaratılmasında ve ilk icralarının yapılmasında Ferhunde Hoca’yı ön planda görürüz. Ben, Ulvi Hoca’nın hemen hemen bütün eserlerinin, Piyano Konçertosunun (1947), ilk icralarında hazır bulunduğum ve aynı heyecanı Erkinlerle birlikte yaşadığım, hatta bazılarının orkestra partilerinin yazılmasına bizzat katıldığım, böylesine müzik tarihimizin önemli olaylarına tanık ve başarılarının hazzına ortak olduğum için kendimi mutlu sayarım.
Ulvi Cemâl Erkin bütün eserlerinde Türk Atmosferi’ni en başarılı yaratan, Cumhuriyet felsefemiz’i en iyi yansıtan bir kompozitörümüzdür. Kendisi aynı zamanda çok iyi bir piyano hocasıydı, daima iyi huylu ve neşeli bir insandı. Başta Ferit Tüzün olmak üzere birçok önemli sanatçının yetişmesinde yardımı olmuştur.
O hepimizle ayrı ayrı ilgilenir, teşvik ederdi. Benimle ilgisi 1942 yılında yazdığım ve ilk icrasını bir konserde arkadaşım Bülent Arel’in yaptığı. Köroğlu ezgisi üzerine piyano için “Ballad” adlı eserimle başlamış ve hep süregelmiştir. Bana, öğrenciliğimde, hep “Kompozitör-ü şehir ve esas piyano talebesi” diye takılırdı, her yazdığım şeyi de görmek isterdi. Bir gün, Necil Hoca’yla birlikte bir eserime bakıyorlardı, Ulvi Hoca’nın Necil Hoca’ya dönerek “Do’yu bulmuş artık..” diye sırtımı okşadığını hep hatırlarım. Yani “artık kompozitörlük yolunun kapısını açmış” anlamına geliyordu bu.. Birgün bir toplulukta birden ayağa kalkmış, “Bakın!, bu çocuğun adını, Nevit Kodallı adını sık sık duyacaksınız: Bir kez daha tekrar ediyorum.” diye beni utandırmıştı. Ama değerler üzerinde pek yanılmadığı da sonradan belli olmuştu.
1949 yılında, Paris’te kendisinden bir mektup aldım. Benden, şefi olduğu Konservatuar Orkestrası için bir eser yazmamı istiyordu oturdum, aynı yıl içinde yaylı çalgılar orkestrası için Sinfonetta’mı yazdım, kendisine ve orkestradaki arkadaşlarıma ithaf ettim. Bu eserim 1950 yılında, 127 eser arasından seçilerek Darmstadt’ta (Almanya) çağımızın çok ünlü orkestra şefi Hermann Scherchen tarafından ilk kez seslendirildi ve benim Yurt’ta ve yurtdışında en çok çalınan eserlerimden biridir. Eserin başarılarını gördükçe, Ulvi Hoca iyi ki sana ben yazdırdım bunu” diye sevinir, övünürdü. Kendisiyle ilişkim hep kardeş – ağabey – meslektaş olarak sürmüştür ve evlerinin sanki çocuğuymuşum gibi aile içinde sevgi ve yakınlık görmüşümdür.
Benim için en acı anı. Ankara’da Devlet Balesi’nin yöneticisi olduğum sıralarda, 15 Eylül 1972 günü, baleci arkadaşların bana gelerek Ulvi Hoca’nın vefatını haber vermeleri ve benim Operanın alçı işlerini yapan arkadaşı yanıma alarak morga götürüp orada maskını aldırmam olmuştur. Bu çok dramatikti. Bunca yıl içinde tabii ki Hoca’yla birçok anılarımız olmuştur. Konservatuarda son sınıflardayım.. Ulvi Hoca’nın ders odasında, ısmarladığı kahveleri birlikte içiyoruz. Kahveler bitince bana “Falıma bakar mısın?” diye sordu. Ben “Fal bilmem” demem üzerine bilirsin!. Bilirsin!” diye ısrar edince ben de laf olsun diye fincanını aldım, fal edebiyatını sıraladım, bitirdim. Çok memnun oldu sonrada Ferhunde Hoca’ya “Nevit bir fal bildi bir fal bildi… Hepsi de çıktı, diye anlatmış.
Birkaç gün sonra çalışıyorum, bir öğrencisi geldi, “Ulvi Hoca sem çağırıyor, falına bakacakmışsın” dedi. Ben “Git Hoca’ya söyle ben fal mal bilmem” demem üzerine çocuk gitti, biraz sonra gene geldi “Hoca seni bekliyor” deyince gene aynı yanıtı verdim. Çocuk bir kez daha gelince, baktım olacak gibi değil, kalktım odasına gittim. Hoca elinde fincan, beni bekliyor… “Hocam, ben fal bilmem” demem üzerine, “Nasıl bilmezsin!?, geçen gün baktın, söylediklerinin hepsi aynen çıktı!” dedi.. Ben, “Vallahi Hocam, ben fal bilmem.. Fal edebiyatı 30 – 40 sözden ibaret… Geçen gün ben bunları sıraladım, siz de içinden beğendiklerinizi almışsınız, ben fal bilmiş oldum.. Demem üzerine rahmetli bana bir hafta küsmüştü… Güzel günlerdi onlar…
Ferhunde Erkin, 1909 yılında Istan bulda doğmuş.. Remzi Paşa’nın kızı.. Ben Paşa’yı ve eşi Nazmiye Hanım’ı tanıdım. Çok değerli ve nazik insanlardı. Çocukları Ferhunde ile Necdet Remzi Atak’ın eğitimine çok önem vermişler. Ferhunde Hoca piyano, kardeşi Necdet keman dersleri almaya başlamış… Çok küçük yaşta ileri bir başarı göstermişler ve ilk konserlerini 1920’de İstanbul’da, işgal Çok küçük yaşta ileri bir başarı göstermişler ve ilk konserlerini 1920’de İstanbul’da, işgal altında, Galatasaray Lisesi’nde vermişler, bunu birçok konser izlemiş.
Her ikisi de kolejlerde okuyan gençler, Büyük Millet Meclisi Başkanı Kazım Özalp’in himayesinde 29 Ocak 1926 günü Ankara’da bir konser vermişler.. Ferhunde Hoca piyano, kardeşi Necdet keman dersleri almaya başlamış… Büyük olay ve başarı.. Konseri verenler 13–15 yaşlarında henüz iki çocuk. Konseri izleyenler arasında Atatürk de var. Konserden sonra küçükleri Köşk’e çağırıyor ve oradakilerin önünde söyledikleri şu: “Türk’ün sanat meşalesini yakıp, medeniyet kavgasını daha bacak kadar çocukken en düşman bir muhit içinde yürütebilmesini becerebilen bu çocuklara, lütfen, ayağa kalkmasını da biz bilelim efendiler.”
Atatürk’ün bulunduğu bu atıf, onların, düşman işgali sırasında 1920 de verdikleri ilk konserden sonra işgal orduları kumandanının, bu çocukların Türk olamayacağını iddia edip, sonradan anlayınca nasıl şaşırmış olmalarınadır.
Daha sonra iki kardeş 1928 yılında Alman bursuyla Leipzig Konservatuarına girerler ve 1930’da başarılı bir sınavla diplomalarını alırlar, Türkiye’ye dönerler. Bir Ankara konserinden sonra Atatürk gençleri Ankara’ya çağırır ve kesin olarak “Sizler Ankara’da kalacaksınız ve benim okulumda öğretmen olacaksınız” emrini verir. Okulum dediği, Cumhuriyetin hemen ilanından sonra 1924 yılında açtırdığı ilkokul olan Musiki Muallim Mektebi’dir. Ve Ferhunde Hoca 1932 yılında orada hocalık eden Ulvi Cemal ile evlenir.
Bu evlilik bu iki gence çok yakışmıştır ve meslek hayatlarında çok olumlu etkiler olmuştur. Ferhunde Hoca, Ulvi Hoca’nın yaratıcı yönünü daima desteklemiş, ona ilham kaynağı olmuş, eserlerinin ilk çalmışını yapmış, yaymıştır. Kendisine ithaf ettiği piyano konçertosunu ilk kez 1942 yılında seslendirmiş, 1943’de, savaş sırasında Berlin’de çalmıştır.
Ferhunde Hoca, yalnız eşinin değil, bütün Türk Kompozitörlerinin eserlerini konserlerinde programına almış, bunların yayılmasına, sevilmesine öncülük etmiştir 1950 yılında Paris’te yazıp, kendisine ithaf ettiğim Piyano Sonatım da bunların arasındadır Bütün yaşamı boyunca sayısız konserler vermiş, öğrenci yetiştirmiştir TÜRKİYENİN İLK KADIN PİYANİSTİDİR, bir çok konçertoyu bizler onun elinden ilk kez dinlemişizdir Bu büyük müzisyen 1968 yılında emekli oldu Halen İstanbul’da küçük kızıyla birlikte yaşamaktadır Emeklilik ona pek öyle esprisinden ve büyük kültüründen bir şey kaybettirmemiştir.
Ben, 1939 yılında konservatuara girdiğimde piyano hocam, bütün kompozisyon öğrencilerine uygulandığı üzere Ferhunde Erkin oldu. Çok zarif saygın, sevecen bir insandı. Hâlâ öyledir Benim meslek hayatımda büyük yeri vardır hayatım boyunca yalnız bir usta hoca değil, aynı zamanda bana bir abla, bir büyüğüm gibi sevgi ve ihtimam göstermiştir Öğrenciliğimde hastalandığımda beni eliyle hastaneye götürmüş, yatırmış, yetişmemde çok yardımcı olmuştur.
Ben konservatuara girdiğimde piyano çalmasını bilmezdim. Bana uyguladığı sistemle son zamanlarda sınıfını temsil edecek kadar ilerlemiş, piyano konserleri vermiş henüz kimsenin tanımadığı zamanlarda Hindemith, Bartok, Martuni gibi çağdaş kompozitörlerin eserlerim ilk kez ben seslendirmiştim. İlk derslerine başladığımda kollarımın serbest kalmasını öğretmek için elimi kaldırıp kaldırıp piyanonun üzerine attığında ellerimi acımaması için sakınınca kızması tuşlara sert bastığımda “Bastırmaaa” diye azarlaması benim için unutulmaz, değerli anılardır.
Zaman nasıl da geçiyor Anı deyince öğrenciliğimdekilerden bir ikisini aktarayım. Bir gün herhalde tırnaklarımı kesmeyi unutmuşum ki derste çalarken “Bu ne bu Tırnak sesinden başka bir şey duyulmuyor” diye beni hafifçe azarlamıştı. O gün bu gündür tırnaklarım hep kesilidir. Yatılı öğrenciliğimde dışarı çıkma günümüz cumartesileri sakalımı traş ederim. Gene bir gün dersteyim, Hoca bana sordu “Nevit, paran var mı?” ben “evet” deyince “öyleyse bir jilet al da traş ol!” demişti, Gene o gün bu gündür ben her sabah uygar bir insan olarak traş olurum.
Bunlar piyano dışında derslerdi. Kendisine buradan sağlıklar ve iyilikler dilerim.
Bir yazımda ben birçok ünlü kimseyle tanışıp, dostluk kurduğum için şanslı olduğumu yazmıştım.
Erkinler de bunlar arasındadır, Ben mutlu bir insanım.
*******
NECİL KAZIM AKSES İLE (Hocaların hocalarının hocası) / İSK Bülteni Sayı 71
Necil Kâzım Akses; Necil Hoca – Hocaların Hocası!.. Hattâ hocaların hocalarının hocası!.. Benim yetişmemde en büyük payı olan insan.
1908 de İstanbul’da doğdu… Ben Akses ailesinin hemen hemen hepsini tanıdım. Çok muhterem bir annesi vardı. Bizim en eski otorite öğretmenlerimizdendi. Benim süt annem rahmetli Macide Merze’nin de hocası idi, kendisini gayet iyi tanırdı… Kardeşi Samim Kâzım Akses, bir hukukçu idi, tahsilini Fransa’da yapmıştı, çok kültürlü bir insandı, birçok çevirileri vardı. Bir de rahmetli anneleri gibi İstanbul’un eski toplarından öğretmen teyzeleri vardı. Ben, Akseslerin neredeyse birçoğu gibi o kadar aileye yakındım, öyle ki bugün yüksek bir Dışişleri mensubu olan oğulları Ahmet Akses’in kirvesiyimdir…
Necil Hoca aile içinde küçük yaştan özel keman ve viyolonsel derleri alarak müziğe başlamış, İstanbul Lisesinde okurken Cemal Reşit Rey hocadan armoni dersleri almış, 1926’da liseyi bitirdikten sonra ailesi kompozisyon öğrenimi için Viyana’ya yollamıştır. Orada Devlet Müzik ve Temsil Akademisinde Joseps Marx ile daha sonra Prag Devlet Konservatuvarında Suk ve Alois Haba ile kompozisyon çalışmalarını tamamlayarak, 1934 yılında Türkiye’ye çok sağlam bilgilerle donanmış olar dönmüş. Devlet Konservatuvarının kuruluşunda Hindemith ile çalışmış. Konservatuvar kurulduktan sonra okulun kompozisyon hocalığına Ankara’da başlamış. Verdiği büyük eserleriyle, büyük hocalığı ile Atatürk’ün müzik reformunun bir parçası olmuş, ünlü bir kompozitörümüzdür.
1939 yılında Ankara Devlet Konservatuvarının kompozisyon sınavlarını kazanarak narak Ekim ayında Mersin’den Ankara’ya okula geldiğimde kompozisyon hocam olarak Necil Kâzım Akses askerlik görevini bitirmek üzere olduğundan okulda yoktu, yakında gelecekti. Ben nasıl bir insanla karşılaşacağımın merakı içinde bekliyordum. Bir ay kadar sonra Hoca gelmiş, beni müdür odasına çağırmışlardı, heyecandan yüreğim kopacak gibi gittim. Kapıdan içeri girince tombul yanaklarıyla karşıda oturan Necil Hoca, kısa pantolonlu beni görünce “Eyvah! Başıma gelenler!..;der gibi gözlerinin nasıl iri iri açıldığını hep hatırlarım. Küçüktüm, ama zamanla beni tanıyınca rahatlamıştı. O günü kendisi de anımsar.
Aynı sınıfta uzaktan akrabam olan Sadık Avcı da vardı. Çok yetenekliydi ama sıkıya gelmeyi hiç sevmiyordu. Necil hocayla dersler ilerledikçe bütün yeteneklerine rağmen birinci sömestr sonunda okulu terk etti ve sonunda piyasada çalgıcılık etmeye başladı. Ben hocayla yalnız kaldım. Bütün 8 yıllık öğrenimim süresince beni çok iyi yetiştirdi, çünkü kendisi çok iyi ve sağlam yetişmişti. Ben gece gündüz durmadan çalışıyordum, her gün, her yıl büyük gelişme gösteriyordum. Henüz armoni sınıfındayken 1942 yılında kendi kendime “Köroğlu” üzerine piyano için bir “Ballad” yazmıştım. Daha kompozisyon yapma sınıfında değildim ama ben gene de sıkıla sıkıla Necil Hoca’ya gösterdim. Hoca ilginç buldu ve aynı yıl içinde arkadaşım Bülent Arel’e bir konserde çaldırdı ve çok beğenildi. Bu benim bir konserde çalına ilk eserimdir. Ara sıra elime geçer, keyifle çalarım onu.. Bütün acemiliğine rağmen derli toplu ve güzeldir.
Yıllar geçtikçe Necil Hoca ile dostluğum da ilerledi. Kendisinin en yakın arkadaşı Ulvi Cemal Erkin Hoca idi. Birbirilerinden hiç ayrılmazlardı. Her ikisi de zehir gibi nüktedandılar. Aralarına öğrenci iken ben de katılırdım, ama okulu bitirdikten sonra Ferhunde Hoca da dahil, onlardan çok dostluk görmüşümdür. Onlarla beraber olmak hem bir şeyler öğrenmek, hem de esprinin yüksek tadına varmaktı. Necil Hoca benim için hem bir hoca, bir baba, bir ağabey ve bir dost olmuştur.
Konservatuvarda ciddi olarak çok çalıştığımı belirtmiştim. Zaten bu işin başka yolu da yoktu. Herkes yattıktan sonra ben özel izinle her gece sabahın üç buçuğuna kadar çalışırdım. Bir yazımda öğrenciyken bizlerin ilk opera temsillerinde görev alarak bu işi meclise kabul ettirdiğimizi yazmıştım. Yıl 1943. Fidelio Operasını oynuyoruz. Ben koristim, ertesi gün hocaya götüreceğim kontrpuan ödevimin sonunu tamamlamak üzere fırsat buldukça perde aralarında çalışıyordum. Temsil bitti, kostümlerimizi çıkardığımda ödevimi bulamadım. Kaybolmuştu. Okula döner dönmez birkaç gün uğraşmakla hazırlayabildiğim ödeve oturdum, sabaha kadar çalıştım. Ve bitirerek uykusuz uykusuz derste hocaya sundum. Bunu yazmaktaki kastım bizlerin çalıştığımızı hocamıza ne denli saygı duyduğumuzu ve sorumluluğumuzu belirtmek içindir. Bu günkü öğrencimiz bu durumda ya derse gelmezler, ya da fütursuzca yapamadım derler bırakırlar. İşte aramızdaki sorumluluk farkı budur. Ve niye kompozitör yetişmiyor sorusunun yanıtıdır.
Çalışa çalışa 1947 yılına geldik. Ankara Devlet Konservatuvarının İleri Yüksek Devre Kompozisyon ve Orkestra İdaresi Bölümlerinden mezun oldum. Kompozisyon öğrenciliğim döneminde yazdıklarım şunlardır: (1945) piyano parçaları, Ostinato-piyano için, Yaylılar için Sextet (ilk kez 1946 da Ankara Radyosunda çalındı ve benim radyolarda çalınan ilk eserimdir). 1946, Büyük Orkestra için Süit (İlk kez Prag’da 1948 yılında Karel Ancerl idaresinde çalındı) Yedi Lied piyano ve şan içinde Ankara’da ve Alman İsviçre’sinde icra edildi.) 1947, I. yaylı çalgılar kuarteti (İlk kez 1949 yılında Darmstadt-Almanya’da Tibor Varga Kuarteti tarafından seslendirildi.) Senfoni, Büyük Orkestra için (ilk kez 1950 de Ankara’da bir festival’de Hans Rosbaud idaresinde seslendirildi).
Tabii bunca eserin çıkmasında Necil Hoca’nın engin bilgisi ve hocalığı, teşviki ve yardımları sayesinde olduğunu belirtmem gerek. Necil Hoca yalnız beni yetiştirmedi, rahmetli Ferit Tüzün, Bülent Arel yanında gerek Ankara Devlet Konservatuarında, gerek Gazi Eğitim Enstitüsü’nde sayısız gence mesleklerinde ışık tuttu. Verdiği eserler ise Cumhuriyet devrimiz üniversal müzik repertuarımızın çok büyük kısmını içerir. Konservatuarı bitirdikten sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı bir Avrupa Konkurunu kaldığımda 1948 yılında beni Paris’te Arthur Honnegger’in yanına da yollayan kendisi oldu.
Necil Hoca nasıl bir insandı? Son derece temiz, o da papyonlu, daima hoşgörülü, çok zeki, her öğrencisiyle ayrı ayrı ilgilenen, büyük kültürü ile müzik dünyamıza birçok yeni bilgiler, yöntemler getiren bir ulu kişidir. Bunların yanında yemesini çok iyi bilen ve harika bir ahçıdır da… “Yemek pişirmek bir kompozisyon işidir” der ve yarattığı orijinal yemekleri parmaklarınızla birlikte yersiniz..
O’nunla anılarım mı?.. Aklımda kalanları yazsam koca bir kitap olur. Bir ikisini anlatayım.
Olay 1954 ten sonra geçiyor. Hoca’nın İstanbul’da Kızıltoprak’ta bir evi var. Annesi, teyzesi ve Samim Beyler oturuyorlar. Yazın Necil Hoca, eşi ve çocukları da gidiyorlar. Ben İstanbul’da olduğum sıralar her gün yanlarındaydım, denize birlikte gidiyoruz. Her yemek sonu Hoca bir kavga çıkartıyor… “Ben daha dün 8 kilo şeftali aldım, kim yedi bitirdi” diye, önce Samim Bey’e “Sen yedin” diye çullanıyor!. Samim Bey “Vallahi ağabey, ben dün akşam yalnız iki tane yedim” demesi üzerine bu sefer rahmetli annesine “sen bunları bitirdin” diye yöneliyor. Onun yanıtı “Evladım bende şeker var, ben nasıl yerim?” diye bir gürültü boyuna sürüp gidiyor!.. Bir gün evlerine gittiğimde Samim Bey bana “Sonunda hırsızı yakaladık!” dedi. Benim kim olduğunu sormama gerek kalmadı. Baktım yan tarafta Necil Hoca kıs kıs gülüyor! Meğer Samim Bey gece kalkmış, bakmış buzdolabından ışık geliyor.. Bir de ne görsün; Hoca Ağustos’un sıcağında buz dolabının önüne bir sandalye çekmiş, boyuna şeftalileri yiyor! Hoca öylesine lâtifecidir de…
Yıl 1950.. Paris’te çalışmalarımı sürdürüyorum.. Yaz ayları.. Necil Hoca Avrupa’ya gelmiş.. Bana da misafir olması için iknâ ettim, kırmadı, geldi, Banliyö’deki mütevazı evimde 15 gün misafir kaldı. Birlikte çok güzel günler geçirdik.
O sıralarda Paris Kültür Ataşemiz ünlü ozanımız Ahmet Kutsî Tecer’di, bize ara sıra o da katılırdı, idil Biret Paris’te Nadia Boulanger ile çalışıyor. Bu eşsiz pedagog İdil’in Paris te metrolarla seyahat etmesini istememiş.. Nedeni, küçük İdil’e metroların kirli havasının iyi gelmeyeceği imiş. Bunu Hoca’ya anlattım. Bir yere giderken “Hadi metroyla gidelim” dediğimde Hoca “Yo! Nadia Boulanger müsaade etmiyor!” der, metrodan kaytarırdı.. Otobüse de pek seyrek binerdi.
Bir şehri iyice tanımak isterseniz, o şehri yayan gezmeniz gerekir. Hoca bunu iyi bildiğinden ve yürümeyi sevdiğinden bu on beş gün içinde tabanlarım patladı neredeyse! Hoca sevdiği kimselerin koluna girer, neredeyse kendisini taşıtır. Paris’te de koluma girdi.. Orada iki erkeğin kol kola girmesi bir başka anlama gelir.. Hoca’ya bunu anlatmakta hayli zorlanmıştım. Gene o sıralarda, Gaveau piyanolarının sahibi Mr. Gaveau, Necil Hocayı, beni, genel satış müdürü ile birlikte “Maison lnteralliee”ye de öğle yemeğine davet etmişti. Burası devlet büyüklerinin kaldığı Paris’in en güzel yeri… Bahçesinde oturduk. Ne yiyelim? Ne yiyelim?, sonunda Istakoza karar verdik. Ben bir kaç kez İstanbul’da İstakoz yemiştim, tabi kendi usulümce, kırarak, somurarak… Istakozlardan önce, sağ tarafıma kimisi burgulu 5-6 tane çatal bıçak, sol tarafıma da bir o kadar acayip çatal bıçak konuldu ve her birimize birer ıstakoz geldi. Beni aldı mı bir korku!.. “Hoca ben bunların kırmasını bilmem.. Nasıl edeceğiz? Diye sordum. “Ben biraz bilirim, beni izle dedi. O gün ona bakıp hangi kerpeteni alıp nasıl kullanacağına, ötekinin testereyle burguyu nasıl kullandığına bakmaktan Istakoz değil dayak yemişe dönmüştüm.. Hâlâ hatırladıkça içime bir sıkıntı basar. Hocayla, az önce dediğim gibi tatlı anılarımı yazmaya kalksam bir kitap olur. Beni yetiştiren, her zaman yardım elini uzatmış olan, Cumhuriyetimizin bir sanat anıtı bir ulu çınarı gibi duran Necil hocam hocaların hocalarının hocası, bugün 90 yaşını idrak etmiş durumda… Belleği, keskin zekâsı hala yerinde… Ne mutlu O na! Kendisine saygılarla sağlık, esenlik dilerim buradan.
*******
İDİL BİRET İLE (Paris’teki ağabey) / İSK Bülteni Sayı 72
Yanılmıyorsam yıl 1946. Ankara’da W konservatuarda son sınıftayım. Rahmetli Mithat Fenmen’in olağanüstü yetenekli çok küçük bir kızdan bahsettiğini duymuştum. Fenmen o çocukla ilgileniyor, piyano dersi veriyor. Bir öğrencisi de derslerde yardım ediyor. Ondan da işittim, harika bir kulağı varmış, bütün sesleri eksiksiz duyuyormuş, Mozart kadar da güçlü bir belleği varmış, bir çalınanı hemen notasını bilmeden tekrarlayabiliyormuş. Ben de merak ettim ve bir gün çalışmasına beni de götürmesini arkadaştan rica ettim, birlikte Yenişehir’de çocuğun evine gittik. Çok güler yüzlü bir aile Biret ailesi. Baba Münir Biret, Şeker şirketinde çalışıyor, içten bir insan, gözlüklerinin ardında ışıl ışıl gözleriyle esprili bir adam. Anne Leman Biret, çok nâzik bir hanımefendi.
Ortalıkta 5 yaşlarında bukle bukle saçlarıyla dolaşan bir küçük kız var, adı İdil Biret!.. Sevecen mi sevecen!.. Piyanonun başına oturdu, ayakları yere bile değmiyor, ufacık elleriyle çalmaya başladı.. Parmaklarının yetmediği yerlere dirsekleriyle yetişiyor!.. Gözlerim faltaşı gibi açıldı!.. Hele bir de absolü kulağını görünce!.. Daha nota yazmasını bilmiyor ama kendine göre küçük parçalar yapmış, arkadaşım notaya almış. Bana bir kaç tanesini çaldı. Bir tanesi şarkılıydı, sözleri de kendisinindi. Annesi babası İstanbul’da bir camiye götürmüşler, o da etkilenmiş bunu yazmış. İncecik sesiyle “Bak cami, bak sana neler getirdim” diye söyleyip çalışı hâlâ kulaklarımdadır. Aileyle birkaç kez daha görüştüm.
1947’de mezun oldum, Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı bir Avrupa Konkuru’nu kazanarak 1948 başlarında Paris’e gittim. Orada Mithat Fenmen’in de hocası, büyük pedagog ve müzik otoritesi Madmazel Nadia Boulanger ile tanıştım. Her hafta belli bir günde verdiği evindeki kabul resmine gidiyorum, birçok müzisyenle bugünlerde tanışma fırsatım oldu. Nadia Boulanger ile yıllar sürecek dostluğum sürüp gidiyor.
Bu arada Büyük Millet Meclisi’nden İsmet İnönü’nün delâletiyle üstün yetenekli çocuklar için “İdil Biret Yasası” çıkmış. Bir gün Ankara’dan bir mektup aldım. Yasa gereği İdil Biret ailesiyle birlikte yetişmek üzere Paris’e geliyormuş, karşılayacakmışım. O sıralar ne uçak, ne tren seyahati var. Ancak İstanbul’dan Marsilya’ya vapurla altı günde geliniyor, oradan trenle Paris’e varılıyor. Verilen tarihte ve saatte gara gittim, kendilerini karşıladım, yerleşmelerine yardım ettim. Ara sıra gidip kendilerini yokluyordum. Anne ve baba Biret’ler ne yapacaklarını bilemiyor, İdil’in kiminle çalışacağına bir türlü karar veremiyorlardı. Bu arada İdil’in olağanüstü yeteneğinden faydalanmak isteyenler de çıkıyordu. Örneğin, o sıralarda Peris’te Roberto Benzi adlı, orkestra şefliği yaptırılan bir İtalyan çocukla orkestra konseri mi verdirmiyorlardı, daha neler neler… Tabii bütün bunlar atraksiyondan ibaretti ve İdil’in sağlam ve doğru bir eğitim görmesine büyük ölçüde zarar verecek şeylerdi.
Yasa gereği, Ankara’da İdil’in tütörleri (yardımcı hocalar) vardı. Bunlar Necil K. Akses ile Ulvi C. Erkin hocalardı. Durumu ve endişelerimi, kendilerini uyarmak üzere yazdım. Bana “Ne gerekiyorsa onu yap” diye mektupla bildirdiler, ayrıca Paris Öğrenci Müfettişliğine de bu yolla talimat verilmiş. Bunun üzerine bu konuda en güvenebileceğim insana, Mile Nadia Boulanger’ye gittim ve İdil’i anlattım, kendisinden eğitimini üstlenmesini rica ettim, Ankara’nın da düşüncesinin bu yolda olduğunu anlattım.
Aldığım yanıt “Ben küçük çocuklarla uğraşmadım, uğraşmam da!” oldu. Ben çok üsteledim, hiç olmazsa çocuğu bir kez görmesi için rica ettim. Kırmadı, randevu verdiği gün İdil’i, annesini ve babasını yanıma alarak evine gittik, tanıştırdım. İdil orada ona piyano çaldı, orgla oynadı, kedisi Taşa’yı sevdi. Bukleli saçlarıyla tam bir çocuk saflığındaki İdil’i Boulanger pek sevdi, yeteneklerini takdir etti ve bana İdil’i çalıştıracağı müjdesini verdi.
Bu sonucu Ankara’ya Necil Hoca’ya yazdım, Bakanlıktan öğrenci müfettişliğine gereken talimat geldi ve İdil, Mile. Nadia Boulangerile çalışmaya başladı, önce ona bir solfej hocası buldu, kendi güvendiği arkadaşları Dieudonnee ve Bonneville’den piyano ve diğer dersler aldırdı. Fakat bu çalışmalar daima kendi kontrolünde idi. Şunu da belirteyim ki yıllar sürecek bu derslerinden Mile. Boulanger bir kuruş bile para almadı.
Anne, baba, önceleri herhalde vaad edilen hızlılıkta olaylar bekliyorlardı ki biraz düş kırıklığına uğramış gibiydiler. Daha sonraları Nadia Boulanger gibi bir insanla çalışmanın ne büyük bir fırsat olduğunu anlayınca bu kırgınlıklarının yerini büyük bir mutluluk aldı. Üstün yetenekleriyle, doğru ve sağlam bir eğitimle İdil her gün büyük gelişmeler gösterdi. Paris’e geldiğinin gene yanılmıyorsam ikinci veya üçüncü yılında ailesiyle gittiği Almanya’da çağımızın çok ünlü piyanistlerinden Wilhelm Kempf ile tanışmışlar. İdil’i çok beğenen Kempf, Paris’te onunla birlikte bir konser yapmak istemiş. Nadia Boulanger1den izin alındı ve Chatelet Salonu’nda bir konserde orkestra eşliğinde ikisi Mozart’ın iki piyano Konçertosu’nu çaldılar.
Bu görmeye ve dinlemeye değer tarihi bir olaydı. Halkın gösterileri çok büyük oldu, gazetelerde Paris’te bu olay geniş yankılar yarattı. Bu Roberto Benzi ile bir atraksiyon konseri değildi ama İdil, dünyanın sayılı piyanistlerden biriyle birlikte konser vermişti. Bu Nadia Boulanger’nin doğru eğitimi sayesindeydi. O geceyi hep hatırlarım. Vallahi bizim küçük İdil, konser boyunca kendini koca Kempfe hiç yedirtmedi inanın.
Paris’te Biret ailesiyle dostluğum günler geçtikçe çok daha derinleşti bin bir güzel anımız oldu. Her hafta mutlaka evlerine yemeğe gitmem gerekirdi. Bir hafta işim çıksa uğramasam Münir Bey hemen “Ne oldun?” diye beni arardı.
İdil hergün biraz daha ilerledi, ben 1953 yılı sonlarında yurda döndüm, o Paris Ulusal Konservatuarımı büyük ödüllerle bitirdi, kariyerinde büyük ilerlemelerle dünya çapında bir piyanistimiz oldu, şanı göklere çıktı. Ama o, her zaman sevecen, her zaman alçakgönüllü bir ulu piyanist ve ben her zaman O’nun güzel anılarla dolu “Nevit Ağabeyciği” kaldım. İdil’in yeri bende çok büyüktür.
İdil’le, bütün dünyadaki sayısız konserleriyle, plaklarıyla, C.D.leriyle, başarılarıyla ulusça ne kadar övünsek azdır.
*******
YANLIŞLIKLAR (Doğru sanılanlar) / İSK Bülteni Sayı:73
Bazı yanlışlıklar doküman eksikliğinden, ya da karşılaştırılmadan doğar. Aslında çok masum görünebilirler ama ileride büyük kargaşalara neden olabilirler. Hele bu tarihle ilgili ise!…
İçel Sanat Kulübünün Temmuz-Ağustos 1998 sayısında “Melodi”den iktibasen çıkan İpek Ongun’un “Bizim Çocuklar” başlıklı güzel yazısını okuyunca bazı doğruları yazmayı uygun gördüm.
Yazıda, Mersin Devlet Opera ve Balesi’nden bahsedilirken, 1946 yılında, Ankara dışında ilk kez Mersin Halkevi’nde oynayan “Butterfly Operasının” Ertuğrul Muhsin tarafından sahnelenmiş olduğu yazılıyor. Oysa bu büyük tiyatro adamı, Muhsin Hoca hayatında tiyatrodan gayri hiçbir eserde rejisörlük yapmamıştır. O tarihlerde kendisi zaten İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başında idi, Ankara’da Tatbikat Sahnesi’yle hiçbir ilişiği yoktu.
Tatbikat Sahnesi, o tarihlerde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, Ankara Devlet Konservatuarı öğrencileri ve henüz mezun olmuş tiyatro-opera sanatçılarının birlikte bu adla temsiller verdiği, opera-tiyatro yasaları için henüz bir işlem olmadığından bir ön kurul gibiydi. Gene o sıralarda Ankara Devlet Konservatuarında opera ve tiyatro bölümlerini kuran, Atatürk’ün 1936 da getirttiği ünlü tiyatro adamı Carl Ebert aynı zamanda Tatbikat Sahnesi’ni de idare ediyordu. Mersin’de 1946 yılında temsil edilen “Butterfly”ın da sahneye koyucusu o idi. Muhsin Ertuğrul değil!
Butterfly’ın, gene Carl Ebert’in rejisörlüğünde, Konservatuarın şan bölümü ve diğer öğrencileriyle bir yazımda da belirttiğim üzere 1940 yılında önce bir perdesi, ertesi yıl tamamı oynanmıştı. Bu Türklerin gerçekleştirdikleri ilk büyük operadır. Dekorlarını ünlü ressam Turgut Zaim yapmıştı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni (o zamanki adı Flarmoni) Orkestrasın Ernest Praetorius idare ediyordu. Bu temsillerde ben de “Balıkçılar Korosu”nda söylüyor, aynı zamanda perdecilik yapıyordum. Operalarda perde açılıp kapamak için çok iyi müzik bilen birisi gerekir. Yoksa yanlış yerlerde perde açılıp kapanır, bir rezalet olur. O tarihlerde Butterfly’da oynayanların hepsi de öğrenci idiler. Ben katılmamıştım.
(Butterfly Operası’nın) Mersin Turnesi 1946’da yanılmıyorsam sömestr tatili sırasında, yani 13 Şubat ile Mart başları arasında yapılmıştı. (1– 4 Mart 1947. Düzeletme SV) Çoğu İstanbullu olan öğrenciler Mersin’in güzel ılık şubat ayında o zamanlar hemen Halkevi’nin önünde denizi görünce dayanamayıp kendileri sulara atınca hemşehrilerimin nasıl hayret ettiklerini döndüklerinde bana eğlenerek anlatmışlardı. Tabii… Şubatta Mersin denizinin sıcaklığı Boğaz’ın en sıcak zamanından daha da yüksekti.
Halkevi Binası Restorasyonu – Halkevi binası 1946–50 yılları arasını çok önemli ve görkemli olaylara sahne oldu, kültür saçtı. Ama maalesef, 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti faaliyetlere destek verme ferasetini göstereceklerine, o zamana kadar yapılan bütün olumlu işlere “Tu kaka..” deyip, anti propogandalara girişmişler, orada kültür üretmeğe devam edeceklerine, bu kültür yuvasını, yani Mersin Halkevini, diğerleri gibi, mallarına el koyup, kapatmışlardı. Bina sinema, Kız Enstitüsü, mahkemeler v.s. gibi kendisine, yapılma amacına uymayan faaliyetlere açıldı, sonunda bakımsızlıktan damı delindi ve kaderine terk edildi.
50 ve 60’lı yıllarda bu binanın önünden geçerken hüzün duyar, utanırdım. Oysa “Bu bina Balkanların en büyük opera binası” denilirdi. Bir süre sonra Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne arkadaşım Mehmet Özel atanmıştı. Kendisine birkaç kez Mersin Halkevi binasının hayata geçirilerek kazanılması için raporlar verdim ve her gördüğüm yerde dileğimi yineledim. 70’li yılların sonlarında bir gün beni görünce “Hadi Nevi t Ağabey, gözün aydın! Halkevi binasının restorasyonu için ödenek koydurttum!” dedi. Bu sıralarda tabii Sayın Fikri Sağlar henüz ortaklıkta pek yoktu. Restorasyon kör topal başladı ve yıllarca süründü durdu. Nedeni ödenek azlığı!.. Asıl nedeni, gelen kültür bakanlarının MSP, MHP, Adalet, Refah, Doğruyol, CHP partilerinin kafa yapılarından ve kimi kez yardım, kimi kez baltalamalarıyla 90’lı yıllara varıldı, Savın Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olarak memleketine ve uygar düşünceye verdiği önem ve yardımlarıyla son yıllara gelindi. Ama bina eksikti, bir türlü açılamıyordu.
Mersinliler kolları sıvayıp, binanın eksik kalan içini, kalitesi pek yüksek olmasa da yardımlarıyla tamamladı ve yeni kurulan Mersin Devlet Opera ve Balesi perdelerini gene, bizlerin aramızda şaka yolu “Milli Operamız” diye adlandırdığımız “Butterfly” la, 1946 yılına sanki nazire yaparmışçasına açtı.
1946 yılında daha Devlet Operası ortada yoktu ve eldeki opera Butterfly idi, biraz da zorunlu bu eserle Mersin’e gelinmişti. Ama gönül Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin, nazire yerine bir Türk Operasıyla açılmasını dilerdi.
Eskiden, Halkevi binasında ileri bir teknikle raylı sistemde, bir eserin 4 ayrı perdesinin önceden hazırlanarak esere ara vermeden oynanabilirdi. Ama bugün maalesef bu sistem restorasyonda iptal edilmiştir, her perde arasında dekor hazırlanması bazen çok uzun bekleme zorunluluğu vardır. Binanın sahne ağzı Türkiye’dekilerin en geniş olanı idi. İkazlara rağmen, havalandırma tesisatı oradan geçirildiği için sahne ağzı küçülmüştür. Çok yazık!..
Konser piyanosu –Ko nser piyanosuna gelince Kültür Merkezi Derneğinin, sonunda iyi bir konser piyanosuna kavuşmamızı gerçekleştirmesi yazıdaki gibi Sayın Hikmet Şimşek ile başlamamıştır, fakat ileride jestinin konuya büyük faydası olmuştur. Piyano konusu çok daha önce, Gülsin Onay’ın bir konserinden sonra Kültür Merkezi Derneği Başkanı Hanri Atat Bey’e “Gene gelmek isterim, ama lütfen bu piyano ile beni çağırmayın” sözü ile başlar. Ne yaparız diye ikimiz düşündük, tek yol, çok iyi kalitede bir konser piyanosu almaktı. Buna karar verdik, ama parayı nereden bulacaktık?
Önce Sayın Fikri Sağlar’dan yardım istedik ve işte bu arada Sayın Şimşek’in konserinden sonra çok az da olsa halkımızdan bir para toplandı. Sayın Fikri Sağlar, iki partide piyano alabilmemiz için oldukça önemli bir ödenek yolladı, Hanri Bey de bu paranın değerini korumak için gerekli tedbirleri aldı. Eldeki toplanan para yetmiyordu. Hanri Bey oturdu bir liste hazırladı, Mersin’de hangi kişilerin, kurumların, birliklerin ne kadar yardım edebileceğini (Tabii Nakdi!) yazdı, birlikte Sayın Vali Gökhan Aydıner’den randevu alarak gittik, listeyi sunduk. Gökhan Bey, listeyi incelerken “Şu verir, bu vermez” diye yarı şaka yan gerçek düşüncesini söylüyordu. İşte Sayın Vali’nin gayret ve hizmetleriyle listeye göre önemli yardımlar aldık. Ama gene de yetmiyordu… Çünkü ben “İlle de Steinvvay marka” diyorum…
Steinway’lar dünyanın en sağlam ve kaliteli, ama en pahalı konser piyanoları…
Biz daha para bulalım diye çırpınırken, Fikri Sağlar Kültür Bakanlığından ayrıldı yerine Refah’lı “Kahraman” adında meşhur biri geldi. Kafa yapısı geldi… Tutturmuş, “Bu ödeneği kullanmadığınız için geri yollayın” diye Dernek Başkanına yazı yollamış. Baktık olacak gibi değil! Kültür Bakanlığının yardımı elden gidecek! Hanri Bey’le başka alternatifler düşündük, en cazip gelen “Yamaha” marka oldu. Kendisi Paris’te, Yamaha’nın Avrupa Mümessiline gitti, görüştü. İlk kez bir konser tipi Yamaha’nın Türkiye’ye gireceğini, bunun iyi bir reklâm olacağını vs. anlatarak hayli indirim yaptırıldı ve konser piyanosu sonunda geldi. Sonu, oraya buraya taşına taşına, kötü kullanıla kullanıla ayakları kırılan piyanoya benzemesin diye bina içerisinde özel kapalı bir yer yapıldı, korumaya alındı ve bizleri piyano almaya zorladığı için ilk konser değerli piyanistimiz Gülsin Onay’a verildi, çok güzel bir konser oldu.
Yamaha firmasına son bir 300 milyon borcumuz kalmıştı, bunu Hanri Bey kendisi mi ödedi, yoksa piyanonun bakımı için alınan kullanma ücretinden mi, bilmiyorum. Çünkü piyano bir kere gelmişti ya!..
Mersin’in Kurtuluş Günü – Kaç zamandır bir başka yanlışı düzeltmek istiyordum, hazır yanlışlardan söz etmişken buna da değineyim. Bizler, çocukluğumuzdan beri Mersin’in Kurtuluş Günü Kutlamalarında sağ kalan Kuvvayı Milliyeci Çeteler, o günkü kıyafetleri ve tüfekleriyle Mersin’e girişlerini, temsilen Hastane Caddesi üzerinden yaparlardı ve herkes çeteleri görmek, alkışlamak için, Sayın Şinasi Develi’nin ayrıntılarıyla bir yazısında belirttiği üzere Kuru Çeşmeye gelirdi. Hattâ, çetelerin arasında, Soğuksu muharebelerinde büyük yararlıklar gösteren “Vezir” takma adlı kahraman vefat ettiği için rahmetli Nihat Ağabeyimin arkadaşlarından, ona da “Vezir” denen gencin babasının yerine törende geçtiğini çok iyi hatırladım. Oysa İçel Sanat Kulübü Bülteni’nin 1996 Ocak sayısında Fethi Demirhan’ın (Denizhan olacak SV) “Üç Ocaklarda Mersin” başlıklı yazısının “Kurtuluş” Bölümünde Kuvvayi Milliyecilerin girişinin “İngiliz Fabrikası’ndan sonra tren istasyonu ve ardından Vilayet Konağı” olarak belirtilmektedir. Biz, kendimizi bildik bileli ve anne – babalarımızdan duyduğumuz üzere Çetelerin girişi istasyon üzerinden değil, kutlama törenlerinde yapıldığı üzere Hastane Caddesi üzerindendir. Bu bir tarihtir, doğrusunun böyle olması gerekir. (Zaten bu caddenin adı: Kuvvayi Milliye Caddesi’dir)

Biyografik Bilgi

scroll to top