,

Ben NEVİT KODALLI – 7. Bölüm

Kodalli-2.jpg

ÇEVRE KİRLENMESİ VE KIZILDERİLİLER – (Bilinçlenme) / İSK Bülteni Sayı 97
1854 yılında yazılmış bir mektup bu…
O tarihte beyaz adamların Washington’daki büyük şefi ülkenin kuzeybatısında büyük bir toprağa hakim olan Kızılderili Şef Seatle’e topraklarının bir kısmını satın almak için bir mektup göndermişti. Kızılderili Şef Seatle’ın o zaman beyaz adamların şefine yazdığı cevap bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu kirlenme sorunu hakkında yazılmış en güzel yazı olarak kabul ediliyor.
Kızılderilili bugünleri yıllar önce bakalım nasıl görmüş, ibret verici mektubunda anlatıyor:
“Gökyüzünün parlaklığının, toprağın sıcaklığının, doğanın cömertliğinin nasıl satılıp alınacağını anlamıyorum. Bize ait olmayan suların berraklığını, rüzgârın tazeliğini size nasıl satabiliriz? Bu toprakların her zerresi, ağaçlardaki yaprakların her biri, ormanlardaki hayvanlar ve böcekler benim halkım için mukaddestir, fakat, bize ait olduğunu hiç düşünmedik. Beyaz adam doğup büyüdüğü toprakları çabuk unutuyor, fakat, benim halkım ölüleri bile çok sevdiğimiz bu topraklardan hiçbir zaman ayrılmazlar. Bu topraklar bizim değil ama biz bu toprakların malıyız.
Güzel kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimiz, atlar, geyikler, kartallar ve bufalolar bizim kardeşlerimizdir. Yalçın kayalar, akar sular, ormanlar ve benim halkım toprağın sıcaklığından hayat alan bir bütün ailedir.
Washington’daki büyük şef bizim toprağımızı satın almak istemekle bizden ne istediğini bilmiyor. Buna rağmen istediğini yapmaya çalışacağız çünkü kaderin anlayamadığım bir oyunu onu kuvvetli yaptı bizi zayıf.
Eğer bu toprakları sana satacak olursak. Çocuklarına bu akan suların mukaddes olduğunu, bütün doğaya hayat veren bu derelerin ne pahasına olursa olsun temiz tutulması gerektiğini öğretmen lazım. Beyaz adamın bizim gibi düşünmediğini biliyoruz. Onun için bir toprak parçasının diğerinden hiçbir farkı yok. Çünkü beyaz adam doğaya gecenin karanlığında gelip eline geçen her şeyi alıp götüren hırsızlar gibi davranıyor.
Beyaz adam toprakla kardeş değil, toprağın düşmanı. Beyaz adam kendisinin doğanın malı olduğunu bilmiyor, doğayı kendi malı zannediyor. Babasının mezarını bırakıp çocuklarının nerede doğacağını düşünmeksizin ufak çıkarları peşinde koşup duruyor. Beyaz adam anası olan doğayı alınıp satılan taş parçaları zannediyor.
Beyaz adamın şehirleri, bizim gözlerimizi tırmalıyor. Bu belki de bizlerin vahşi, sizlerin uygar olmanızdandır.”

Kültür mü, O da Ne Demek? (1942 yılına gönderme) İSK.Bülteni 98. sayı
Geçenlerde eski kitaplarımın arasından elime yıllar öncesine ait Somerset Maugham’ın gazete kupürü olarak bir hikâyesi geçti. Hikâyeyi Türkçeye V. Gültekin çevirmiş. Tarihini kupürün üzerine zamanında yazmamışım. İkinci Dünya Savaşı konu edildiğine göre herhalde 1942 yılına ait olması gerekiyor. Gazetenin adı da belli değil. Arka sayfasında bir yerde Yunus Nadi adı geçtiğinden gazetenin “Cumhuriyet” olduğunu anlıyoruz.
Düşününüz! 1940’lı yıllarda savaş olanca korkunçluğuyla sürüyor, bir gazetemiz o günlerin hayatta ve ünlü yazarı Somerset Maugham’ın bir öyküsüne sütunlarında yer veriyor! Ben gayet iyi anımsarım; o yıllarda ve daha sonralar, gazeteler şiir edebiyat gibi konularda okuyucularına sundukları makalelerle ulus kültürünün yükselmesinde başrolü oynarlardı, o sıralar genel kültür düzeyimiz bu yüzden hayli yüksekti. Günümüzün renkli basını gazeteler ve resmi / özel TV’lerle radyoların böylesine kültür hizmetlerine hiç rastlamıyoruz. Gazetelerimiz baş sayfalarına bilmem kimin bilmem kimle yattığını ancak haber olarak veriyor. Bu yatak hikayeleri ise tümü 100-150 zenaatkardan oluşan bir çevre içerisinde dönüp duruyor.
Genel kültür mü? O da ne demek?..

KODALLI MI? KODAYI MI? (İsim benzerliği) / İSK Bülteni Sayı 99
Sayın Başkan Ertuğrul Karaoğuz’un İSK Dergisi’nin son sayılarında Macaristan’da yaptığı ziyarette gördüğü ünlü Macar Kompozitörü Zoltan Kodaly’nin heykeli üzerine ve soyadı benzerliğimizi belirten güzel bir yazı çıktı ve benden bu konuyla ilgili bir yazı yazmamı istiyordu. İnsan her zaman zamanına sahip olamıyor, ben de ancak şimdi fırsatını bulabildim.
19. yüzyıl ortalarına doğru müzikte ulusalcılığın ortaya çıkışı, bence önce Macaristan’da, F. Liszt ile, onun yurdunun folklorunu yansıtan “Macar Rapsodileri” ile başlamıştır. Bunun ardından Manuel de Falla, Albeniz’in İspanyol folklorundan yola çıkarak verdikleri eserler gelir. Liszt’in Rusya konserleri sırasında Çar indinde yaptığı öneriler arasında Rus halk müziğine kompozitörlerinin eğilmesi gerektiğini vurgulamasının ardından “Rus Beşleri” diye anılan kompozitörleri folklorlarından yararlanarak ulusal ekollerini kurmuşlardı.
20. yüzyıl başlarında Macaristan’da Liszt’in bıraktığı yerden folklor çalışmaları daha bilimsel olarak sürmeye devam eder. Bu çalışmaların başında Zoltan Kodaly vardır. Aynı zamanda Belâ Bartok da işin içindedir. Kodaly otantik Macar havalarına sadık kalan kompozisyonlar verirken, Bartok bu müziğin Balkan müzikleriyle serbestçe karmasını yaparak dünya çapında eserler vermiş, ün kazanmış, adı Kodaly’nin çok daha ilerisine gitmiştir.
Atatürk, Cumhuriyetin hemen ilanın sonra başlattığı müzik devrimi için 1925’in olanakları içerisinde Darülelhan ve devamı olan İstanbul Belediye Konservatuarında yurt ezgilerinin toplanması için gerekli emirleri verir. Bu derlemeler bilimsel metotlarla yapılmamaktadır. İleride Türk kompozitörlerinin kullanmaları için yurt düzeyinde çalışmalar yapılarak bilimsel metotlarla Türk Halk Müziğinin saptanması gereklidir. Atatürk, yaratılacak “Yeni Sosyete”nin müziğinin çağdaş teknik kuralları ve estetikleriyle Türk Halk Müziğinin kompozitörlerimizce ele alınarak ancak yaratılabileceğinin bilincindedir. O, her devrimini önceden ince ince planlayarak uygulamaya koymuştur. Önce bu işi yaratacak kompozitörleri seçer, Avrupa’nın belli başlı müzik merkezlerinde eğitim görmeleri için yollar. Bunlar, Ferid Alnar, Ulvi C.Erkin, Necil Kazım Akses ve Adnan Saygun’dur (Cemal Reşit Rey zaten önceden yurtdışında müzik eğitimini almıştır). Gidenlerin hepsi de eğitimlerini bitirerek yurda dönerler ve Atatürk’ün işaret ettiği üzere halk müziğimizi baz alarak değerli eserler vermeye başlarlar.
Atatürk yukarıda da değindiğim gibi o zamana kadar yapılmış derlemelerin eksik olduğunu bilmektedir. Bu işi en iyi bilenleri yurda getirmek için temaslara başlar. Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurulması için o zamanın ünlü Alman orkestra şefi Furtvengler’e gidilir. Furtvengler angajmanları yüzünden Atatürk’ün bu çağrısına gelmez, ama genç bir kompozitör ve ünlü bir pedagog olan Paul Hindemith’i önerir. 1935 yılında Hindemith Ankara’ya gelir, konservatuar kurulur.
Aynı yıl gene Türk ezgilerinin saptanması için en dirayetli kimseyi araştırır. Kendisine böyle bir kişinin Macar Kompozitörü Belâ Bartok olduğu iletilir ve aynı yıl Bartok Ankara’ya gelir. İlk bölge olarak Bartok, Akses, Erkin ve Saygun derlemeler için Adana’ya giderler. Konservatuar bünyesinde sonradan hepimizin faydalanacağı bir “Folklor Arşivi” kurulur. Bartok’un gösterdiği şekilde 1956 yılına kadar bu derlemeler her yıl sürer. Her olumlu iş gibi bu tarihten sonra demokratlarca Anadolu derlemeleri de sona erer. Bu sayede 8000 üzerinde yurdun her tarafından toplanan halk müziği örnekleri günümüze kadar gelebilmiştir. Atatürk’e bunun için de şükran borçluyuzdur. Yoksa elimizde zamanla yok olan bu hâzineden hiçbir şey kalmazdı. Çünkü her ölen bir yaşlı ile bir kültür hazinesi yok olmaktadır. Bartok’un Türkiye’ye gelmesi ve çalışmaları ilk kompozitörlerimiz üzerinde pek etkili olmamıştır; o gelmeden zaten bizimkiler başarılı örnekler vermişlerdi. Necil Kazım Aks es piyano için o güzelim “Minyatürler”i, Ulvi C. Erkin “Duyuşlarını, “5 Damla”sını çoktan yazmışlardı bile… Soygun ise ancak 1956’dan sonra gerçek anlamda folklordan hayli uzaklaşmış olan Bartok’u tanımış, onun etkisi altında eserler vermiştir. Bana ve Ferit Tüzün’e gelince üzerimizde Bartok’un hiç etkisi olmamıştır.
Benim yazım hepsinden tamamen ayrıdır. Ben üç tür eserler vermişimdir: Halkı çoksesliliğe alıştırmak için bizim ritmlerimiz ve atmosferimizi veren müzikler: Telli Turna, güzelleme süitlerim, Türkler üzerine yazdığım koro parçalarını, şan ve piyano için “Benzetmeler”im, çocuklar için türkülerimizi ele alarak bir hayli çocuk şarkılarım, İstanbul Efendisi, Yedekçi v.s. müzikli oyunlarım gibi.
Bir ikinci tür ise gene Türk ritm ve atmosferini taşıyan, fakat daha çok melomanlar (aşırı müzik düşkünü) için yazdığım müzikler: Atatürk Oratoryosu, Cumhuriyet Kantatı, Piyano Sonatı, I. Yaylı Çalgılar Kuarteti, Sinfonietta, Hürrem Sultan Baleleri, Ebru gibi…
Bir üçüncüsü ise tamamen evrensel türde yazdığım eserlerdir: Van Gogh, Gilgameş Operaları, Senfoni, Büyük Süit, 2. Yaylı Çalgılar Kuarteti, Viyolonsel Konçertosu, 50 kadar şan ve piyano için “Lied”ler, Yaylılar Seksteti’dir.
Benim Bortok’da hiç affedemediğim, Türkiye ye gelmesine, görmesine, bilmesine rağmen 1945’lerde yazdığı “Mikrokosmoslar” adı altındaki piyano albümlerinde bizim öz be öz ritimlerimiz olan “Aksak” ritimlerimizi bütün dünyaya “Bulgar ritimleri” olarak lanse etmesidir.
Kodaly’ye gelince, ben ondan yana, Fransa’daki yıllarımda çok sıkıntı çekmişimdir. Benim adımı Fransız’lar ve başkaları “Kodali”, Kodaly’nin adını da “Kodali” diye okurlar. Bu yüzden ne sorunlarla karşılaşmışımdır. O sıralar Macaristan Rus işgalindedir. “Ben nasıl Macaristan’dan kaçabilmişimdir? (Tabi ben Zoltan Kodaly’nin oğluyum ya!). “Babam orada ne yapıyor, ne yazıyor?” Her seferinde soranlara benim Kodaly ile hiçbir akrabalığım olmadığını, adımı Kodali diye yanlış söylediklerini, doğrusunun iki “L” ile Kodallı olduğunu, Kodaly’nin de doğru okunuşunun “Kodâyi” olduğunu anlatmak zorunda kalmışımdır. Gene de domuzluk olsun diye “Acaba zamanında Kodaly ailesinden birisi Türkiye’ye gelmiş olamaz mı?” sorularına yanıtım: “Bakın, Macarlar Türkiye’ye tarih boyunca hiç gelmemişlerdir, ama Türklerin Avrupa da en az kaldığı yer, 175 yıl Macaristan dır. Ona göre!” olmuştur. Paris’te tanıştım bir Macar çiftle bu konuyu konuşmuş, “Kodaly” adının Macar’larda pek bulunmadığını öğrenmiş, onlardan öğrendiğim bir başka şeyi de kafam bozulunca soranlara “Siz pekiyi Zoltan’ın Macarca ne demek olduğunu biliyor musunuz? Zoltan Macarca ‘Sultan’ demektir! Bunu da iyi bilin!” diye başlarına kakmışımdır.
Paris’te böylesi, insanı küçümseyecek başka sorularla da karşılaşmışındır. Nadia Boulanger’in evinde zıpırın biri Türk olduğumu öğrenince bana istihzayla “kaç anneniz var?” diye sorduğunda “Bir annem var. Ya sizin kaç babanız var?” yanıtım üzerine herif put kesilmişti. Toplantı bitince Madmazel Boulanger “Bravo mon şer! İyi yanıt verdiniz!” demişti… Bir başkası sormuştu “Babanızın kaç karısı var?” Benden yanıt “O Cumhuriyetten önceydi. Şimdi herkesin bir karısı var. Pekiyi sizin kaç karınız var?” yanıt “Tabi ki bir!..” Benden devam “Peki kaç metresiniz var?..” yanıtı “Hık – mık”.
İnsan nelerle karşılaşıyor!

KURTULUŞ GÜNÜ – (Mersin’in Kurtuluşu) / İSK Bülteni Sayı 102
6 Ocak 2001 günü İçel Sanat Kulübünde Mersin Yerel Tarih Çalışmaları’nca “Kurtuluş Günü” üzerine bir açık oturum düzenlendi. Sayın konuşmacılar bilgiler ve tarihler verdiler ve eldeki tarihsel belgelerin azlığından yakındılar. Gerçekten de biz Türklerin en büyük eksikliği, yaptığımız büyük işlerden arkamızda pek bir belge bırakmamışlığımızdır. Mersin’in Kurtuluşu, yapılan ve tutkuyla sonuçlanan savaşlar hakkında gerektiği kadar geniş bilgi bulunamıyor, bulunanlar da pek bilinmiyor.
Oturum bittikten sonra yöneten sayın Prof. Dr. Tamer Gök’e bu oturuma niçin Sayın Fikret Ünver’in çağırılmadığını sorduğumda, Mersin Gazeteciler Cemiyetince kültür yayınları arasında iki yıl önce basılmış “Mersin Tarihi Üzerine”* adlı, uzun araştırmalar sonucunda yazılan, O’nun bu çok değerli kitabından haberleri olmadığını gördüm. Kitap, Sayın Ünver tarafından, bu uğurda düşmüş şehitlere, gazilere, bu yüce ölülere armağan edilmiş. Sunuşta, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sn. Ali Adalıoğlu, “Mersin’le ilgili çok önemli bilgileri gelecek kuşaklara aktaracak bu esere, Kültür Bakanlığımızın ve Mersinlilerin gerekli ilgiyi göstereceğine inandığını” yazıyor. Gerçekten de kitap uzun uğraşlar sonucu toplanmış belgeler üzerine yazılmış; ta Çukurova’da Haçlılar’dan başlayıp, Selçuklular, Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları, Osmanlı Dönemi ve sırasıyla Mersin in Kurtuluşunda savaşanların anlattıklarını, savaşları, sonucu içine alan altı bolümden ibaret.. Bütün Çukurovalıların ve herkesin bu kitabı okumalarını, hatta okullarımızda özel ders kitabı olarak kullanılmasını öneririm…
Fikret Ünver, bir araştırmacı, gazeteci ve bir Mersin hayranı. Kendisini kutlamamız ve bu çalışmasından dolayı teşekkür etmemiz gerek. Biz, ta çocukluğumuzdan bu yana Mersin’in Kurtuluş gününü hep Çukurova’nın Kurtuluşuyla birlikte, 5 Ocak’da büyük heyecanlarla kutlardık. Fakat değerli bir Mersinli kardeşimiz, rahmetli Kaya Selçuk’un uzun uğraşlarla arayıp, Harp Tarihi Enstitüsü’nün arşivinden gün ışığına çıkardığı üzere gerçek kurtuluşun 3 Ocak’ta olduğu anlaşılmış ve kutlamalar bugüne alınmıştır. Çok eski tarihlerden beri, her kurtuluş günü, biz çoluk çocuk, Mersinliler sabah erken saatlerde Hastane (Kuvayi Milliye, bir ara Bozkurt) Caddesindeki Çinili (KURU) Çeşmeye gider, ilk günkü gibi kahraman çetelerin savaş kıyafet ve silahlarıyla, atları üzerinde Mersin’e görkemli girişlerini alkışlarla seyrederdik, ilk tören orada yapılırdı. İki ay önce vefat eden ağabeyim Hamdi Gözneli; küçükken, çetelerin ilk gelişinde, babamızın kendilerini oraya, karşılamaya götürdüğünü anlatırdı. Bu gelenler arasında Nihat Ağabeyimin bir arkadaşı olan Vezir adında gencecik bir çocuk da at üstünde, aynı kıyafetle, diğer çetelerle birlikte, vefat etmiş olan babasının yerine geçer, herkesi çok duygulandırırdı. Onun adının ne olduğunu pek bilmezdik, herkes onu da Vezir diye çağırırdı. Baba Vezir, Soğuksu Tepesi savaşlarında diğer mücahitlerle büyük yararlıklar göstermiş bir gazi…
Annem anlatırdı, çeteler Soğuksu’da bendleri kesmişler, bir hafta Mersin’e su vermemişler! Fransızlar susuz kalınca evlerdeki tulumbalardan zorla suları çeker giderlermiş. Tulumba sesi duyulmasın diye halk da geceleri tulumbalarını bezle sarar sessizce sularını çekerlermiş. Yapılan savaşlarda ölen çok sayıda Fransız askerini kapalı kamyonlarla, boyuna Hastane Caddesinden su taşırlarmış. Ben küçükken, Şaşati Fabrikasının üstünde, Hastane Caddesinde bugünkü gökdelenin bulunduğu yerde olsa gerek, siyaha boyanmış tahta haçlarla dolu Fransız’ların bir mezarlığı bulunduğunu iyi hatırlarım.
Kuvayi Milliye’nin bu büyük kahramanlarından bazılarını tanıdım. İçlerinden aile dostumuz Şahin Efe’nin anlattıklarını hayran hayran dinlerdik. Çok da sıkıntı ve sefalet çekmişler… “Bakarsınız Ankara’dan bir sandık mermi gelmiş, elimizdeki derme çatma silahların hiçbirine uymuyor. Ayaklarda yemeni.. Dağa taşa dayanmıyor… “Yaptığımız savaşlarda vurduğumuz Fransız askerlerinin postallarını kurşun yağmuru altında koşar, alır gelirdik.” diye anlatırdı.
Ayrıca epeyi dostluk ettiğim, değerli insan Mithat Toroğlu pek fazla konuşmazdı. Rıza Bozkurt, Süleyman Fikri Bey Amca, Şeref Genç ve diğerleri, Allah hepsine rahmet eylesin, Çukurova’da savaşı bitirdikten sonra, daha terleri kurumadan doğru garp cephesine, Yunanla savaşmaya koşmuşlardı. Mersinlilerin diğer şehirlerden hiç geri kalmayan, hatta daha ileri kahramanlıklar yarattıkları Kurtuluş Savaşımızı biz gerektiği gibi değerlendirememişiz, ne çocuklarımıza, ne tüm ulusa anlatıp, tarihteki şerefli yerine oturtamamışız, bu zaferimize de sahip çıkamamışızdır. Bu zaferi gerçekleştiren şehitlerimizden, gazilerimizden, kahramanlarımızdan birinin bile adını anmak için bir sokağa vermemişizdir. Akıl bile edememişizdir. Yazık bizlere! Fikret Ünver’in Mersin Tarihi Üzerine kitabını okurken bölgemizde yapılan bu savaşın anlamını, görkemini daha iyi anlıyoruz. Çünkü Kilikya’da yapılan savaşların en çetinleri Mersin – Tarsus cephelerinde geçmiştir.
İSK dergilerinin eski sayılarının birinde Mersin’in kurtuluşunda Kuvayi Milliyecilerin önce İstasyon yönünden girdiği yazılan bir makale üzerine bunun yanlış olduğunu, ilk girişin bütün çocukluğumuzda katıldığımız törenlerde hep Hastane Caddesi üzerinden temsilen başladığını bir yazıyla belirtmiştim.
Sayın Ünver’in kitabındaki (sayfa 314) Mersin’in Kurtuluşu bölümünden anlaşılacağı üzere Mersin’e ilk Kuvayi Milliyeci grup 3,1.1922 sabahı saat 7’de Alay Karargâhı Bekirde’den, ikinci grup, Yalınayak’tan, Süvari Birliği 9.30’da Karacailyas’tan hareketle üç grup saat 10’da İstasyon Şosesi üzerinde toplanarak 10.30’da başta Mızıka Takımı, yürüyüşe geçmiş, Hükümet Konağı civarında Mıntıka Karargâhına varmış ve bayrak töreni yapılmıştır. Demek ki Kuvayi Milliye Mersin’e üç koldan aralıklarla girmiş. İlk girenler Bekirde yönünden gelen grup olduğu için, tabii ki çetelerin girişi daima Hastane Caddesi üzerinde temsil edilmiş ve kutlanmıştır. Böylece durum daha da aydınlanmıştır.
Sonradan çok acısını çekeceğimiz bir ihmalimiz de, Fransız işgali sırasında işkenceleri, toplu öldürmeleri bir karşı sav olarak şimdiye değin hiç kullanmayışımızdır. Bu mezalimi yapanlar, üstlerine Fransız asker elbisesi giydirilen Ermenilerdir. O olaylarda, babamın anlattığına göre, Adana’da hısımlarından iki erkek, Ermeni komşularınca öldürülmüş, biri evlerinin bodrumuna gömülmüş, diğeri ise kuyuya atılmış. Ermen iler kaçtıktan sonra cesetler bulunmuş. Yine yakınlarından Adana civarında bağa kaçanlardan bir kadın ve dört çocuğu (yanılmıyorsam Kahyaoğlu’nda) Fransız kıyafetinde Ermeni askerleri tarafından, çoğu kadın, çocuk, yaşlı (sayısını unutmuş olabilirim) 175 kişi bir eve doldurularak diri diri yakılmışlar. Trenle her geçişimde o yanık binayı görürdüm, üzerinde “Burada 175 kişi Ermenilerce diri diri yakılmışlardır. Bunu unutma!” yazılmış bir tabela vardı. Bilmem hâla yerinde midir?
Ermen ilerin Türk soykırımının Mersin, Tarsus, Adana, Antep, Maraş ve bütün doğu illerimizde nasıl yapıldığım, kaç insanımızın öldürüldüğünü gerektiği gibi işleyemedik, bu vahşeti bütün dünyaya buyuramadık, müstemlekeci Fransız’ın gerçek yüzünü gösteremedik, anlatamadık. Fransızlar, tarih önünde Ermenilere karşı borçludurlar, onları desteklemeye zorunludurlar. Çünkü zamanında aleyhimize sürdükleri ve kullandıkları bu insanları, Çukurova da yedikleri tokattan sonra çekilip giderlerken yanlarına alıp, Fransa’ya götürerek yerleştirmişlerdir. Ve bu yüzden de meclislerinde Ermeni soykırımı diye üstlerine düşmeyen bir palavrayı yasalaştırmışlardır. Bu yol ileride bizim için büyük bir tehlike yaratabilecektir. Şimdiye değin, bu mizanseni yıllar yılı bilmelerine rağmen, hükümetlerimiz görmezlikten gelmiştir, uyumuşlardır. Artık uyanarak tüm dünyada gerekli politika işlemlerine başlanılmalıdır. O açık oturumda belki de en çok bu konu işlenmeliydi.
Fransız’larla olan bir olayımla yazımı bitireyim. Yıl 1950 veya 51. Paris’teyim. Benden Fransız radyoları için Türk müziği üzerine bir program istenmişti. O zamanki olanaklara göre 78’lik birkaç halk türkümüz ve şarkı plakları buldum, çağdaş kompozitörlerimizden söz ettim, plakları çaldım, örnekler verdim. Plakların arasında bir de Antep türküsü vardı. Radyodaki Fransızlar programdan çok memnun kaldılar ve anımsadığıma göre Paris-İnter’de yayınlandı. Ertesi gün, o zamanki Fransa Büyükelçimiz Numanı Menemencioğlu ve Kültür Ataşemiz büyük ozan Ahmet Kutsi Tecer’de bir telaş, bir telaş! Beni arıyorlar!.. Niye biliyor musunuz? Çünkü Antep türküsünün sözleri “Vurun Antepliler! Namus günüdür!. Fransız kurşunu işlemez bana!” v.s.
Pes doğrusu!.

BİR YILDIZ KAYDI – (Orhan Asena’nın Anısına) / İSK Bülteni Sayı 104
Geçen Şubat ayında bir büyük sanatçıyı her yönüyle tam bir insanı, Orhan Asena’yı Türkiye, özellikle Türk Tiyatrosu kaybetti. Asena, 1953’de Türk Dil Kurumu Büyük Ödülünü kazandığı Tanrılar ve İnsanlar (Gılgameş) tiyatro piyesiyle Türk sanat hayatına adımını attı. Ölümüne kadar sayısını tam bilemeyeceğim, hepsi birbirinden güzel birçok piyes yazarak bizim “En Büyük Tiyatro Yazarımız” payesini hak etti. Eserleri başta devlet tiyatrolarımız olmak üzere birçok tiyatroda sahnelendi. Çok yaratıcı ve üretken bir sanatçıydı, bu nitelikleri sayesinde bunca büyük eserleri yaratabilmesi doğaldı.
Asena aslında harika bir çocuk hastalıkları uzman doktoruydu. Benim iki oğlum başta olmak üzere tüm Devlet Opera ve Bale ve Tiyatroları sanatçılarının, dostlarının çocukları, ihtimamı sayesinde sağlıklı büyüdüler.. Öylesine yaman bir doktordu da. Anadolu’da doktor olarak çalışırken edindiği gözlemleriyle, Türk insanını, Türk köylüsünü eserlerinde en doğru olarak bizlere tanıttı. Çok yönlü bir yazardı. Halkımızı konu eden eserleri yanında, tarihimizle ilgili Hürrem Sultan gibi ünlü kişileri ele alarak tarihi bizlere doğru yorumlayan piyesler yazdı; günümüzdeki dünya olaylarına korkmadan el attı; Almanca, Fransızca, İtalyanca ve daha anımsayamadığım birçok yabancı dile çevrilerek oynandı.
Orhan Asena’yı, 1954 yılında Tanrılar ve İnsanlar piyesi için Cüneyt Gökçer’in benden sahne müziğini yazmamı istemesiyle, provalarda tanıdım. Sapsarı saçları, mavi gözleri ve yakışıklılığıyla, bana önce sanki Alman’mış gibi geldi. Oysa Ziya Gökalp’in torunu imiş. Her zaman sıkılgan bir hali vardı. Bu alçak gönüllülüğü ölünceye kadar sürdü. Her zaman ince ve hatırşinastı.
Tanrılar ve İnsanları Güneyt Gökçer sahneye koydu ve Gilgameş’i kendisi oynadı. Bu büyük drama layık bir müzik yazmıştım. Eser büyük ilgi gördü ve beğenildi. Bu vesile ile Orhan’la başlayan dostluğumuz, hiç eksilmedi, tersine her gün biraz daha arttı. Artık ailecek de görüşüyorduk. Paris’ten döndükten sonra, benim aklımda hep bir opera yazmak vardı ve konu arıyordum. Elime Amerika’lı yazar İrwing Stone’un Van Gogh’un hayatını ele alan Yaşama Hırsı biyografik romanı geçti.
Zaten Van Gogh’un resimlerinin eskiden beri hayranıydım. Önceleri röprodüksiyonlardan gördüğüm resimlerinin asıllarını Paris’te müzelerde görünce bu hayranlığım daha da artmıştı. İrwing Stone’un bu büyük ressamın gergin ve acil, hayatını ele alıyordu ve opera yapmaya çok uygundu. Düşüncemi Asena’ya açtım ve kendisinden Van Gogh üzerine bana bir livre yazmasını önerdim. Önce, o zamana değin hiç livre yazmadığı için biraz çekindi. Bu konuda yardımcı olacağımı söyleyince rahatladı ve kabul etti. İrvving Stone’un romanını, bir Belçikalının Van Gogh’un Bir Portresi eserini kaynakça alarak ve Van Gogh’un kardeşi Theo’ya Mektuplardan oluşan dokümanları verdim ve yazmaya başladı. Daha önce belirttiğim gibi Asena çok üretken bir insandı. Kısa zamanda librettoyu 6 tablo olarak yazdı. Üzerinde birlikte uzun çalışmalar yaptıktan sonra libretto son şeklini aldı. Yalnız 6 tablodan birini çıkarıp atmak zorunda kaldık. Belki de operanın en güçlü yeri olabilecek bir tabloydu bu… Sahne Van Gogh’un, Belçika’da Borinage kömür maden ocaklarında işçilere papazlık ederken ocaklarda bir grizu patlamasını ve Van Gogh’un işçileri greve teşvik sahnesiydi.
1950’li yıllar, demokrasi adı altında gericiliğin hükümet politikası olduğu yıllardı. Bir yıl önce Atatürk’ün aziz naaşmın Etnografya Müzesinden alınarak Anıt Kabir’e nakli sırasında bana livresini özel olarak yazdığı Atatürk Oratoryosunun ilk seslendirilişi yapılırken, şiirlerin içinde “Halkçıyız!” sözünün geçmesi nedeniyle, zamanın otoriteleri tarafından kaldırılması için baskılar yapılmıştı. Ben karşı çıkmıştım. Aydın Gün (tenor partisini söylüyordu) eserin seslendirilmesi için beni ikna etmiş, yalnız o sefer için “Halkçıyız” yerine “Halktanız” kullanarak durumu idare etmiştik. O zamanki kafalara göre biz bu faciz ve grevi teşvik sahnesini oynamış olsaydık, benim Orhan Asena’nın, sahneye koyan ve Van Gogh’u oynayan Aydın Gün’ün, rol alan tüm sanatçıların ne “gomonistliğimiz ne vatan hainliğimiz” kalırdı! O güçlü ve etkili sahneyi yazamadığım için hala üzülürüm.
Asena’yla bir başka işbirliğimiz de Gilgameş operasını yazarken oldu. Ben ikinci bir opera yazmak için gene livre arıyordum. Az önce sözünü ettiğim Tanrılar ve İnsanlar hep aklımdaydı. Zaten tiyatro olarak müziğini yazmıştım. Kendisine bu eserini opera yapmamızı önerdim. Birlikte oturduk çalıştık ve Gilgameş’in opera librettosu ortaya çıktı. 1960–63 yılları arasında Atçalı Kel Mehmet, Simavnalı Şeyh Bedrettin, Hürrem Sultan ve diğerlerini sayabilirim. Hürrem Sultan piyesi, sonradan Oytun Turfanda ile benim için, Hürrem Sultan balesinin ortaya çıkmasında temel oldu. Birlikte çıkardığımız, ilk kez Kenter’lerin oynadığı Fadik Kız müzikli oyunu her zaman hatırlardadır. Belki de şimdiye değin Türkiye’de üzerine daha iyi bir müzikal yazılmamıştır.
Asena bana son yazdığı ve Kültür Bakanlığının bastığı Kurtuluş Savaşı Destanı şiirlerini imzalayarak 2000 yılında vermişti. Bakanımız İstemihan Talay’ın, kitabın önsözünde yazdığı gibi “Sanki Atatürk’ün Büyük Nutkunun şiirleştirilmişi” diye nitelediği kitabı hayranlıkla okudum. Keşke herkes bu eseri okusa!
Orhan Asena bir yıldız gibi aramızdan kaydı. Hepimiz çok büyük bir “yazar ve insan’ı” yitirdik, ben çok sevdiğim bir dostumu, bir kardeşimi.

VI. MERSİN ARKEOLOJİ GÜNLERİ’NDE (İSK Bülteni 108. Sayı)
Prof. Nevit Kodallı’nın Açılış Konuşması (Antikite)
Sayın Vali Yardımcımız, değerli bilim adamları, sevgili öğrenciler ve misafirlerimiz. Hoş geldiniz diyorum, sevgilerimi sunuyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki “Sen bir müzisyen adamsın, arkeolojinin bahis konusu olduğu yerde ne işin var?” Vallahi ben kendim gelmiş değilim, beni zorla buraya sürüklediler onun için geldim. Aslına bakarsanız burada açılış konuşması yapmak beni çok onurlandırıyor. Arkeoloji dediğimiz zaman bir sanatçının, özellikle bir kompozitörün herhalde bazı söyleyecekleri vardır. Zaten bir kompozitörün hayatının büyük kısmı eskiyi aramakla geçer. Bir de merak ettim arkeoloji nedir diye. Kamus-i Türki’ye baktım Şemsettin Sami’nin. Diyor ki: İlim-i Asar-i Atika. Ben bunu yeterince ifade eder görmedim. Arkeoloji çok büyük bir bilim dalı, fakat tarihte eski olmasına rağmen hâlâ yaşayan bir bilim dalı. İnsanlığa her zaman için yol gösteren ve geçmişini tanıtan, geleceğinin de aşağı yukarı ne olacağını gösteren bilim dalı.
Arkeoloji beni her zaman heyecanlandırmıştır. Çünkü ben öyle bir yerde dünyaya geldim ki Allah’a şükür, hep övünürüm; Çukurova’da Mersin’de doğmuş olmaktan… Dünyanın kültür merkezi belki de burasıydı. Siz her şeye “Yunan, Yunan” denildiğine bakmayın. Zaten o tabir yanlış. “Helen” demek lazım. Ama Helenizm’in de kökü Anadolu’dadır. Büyük düşünürler, tarihçiler Anadolu’dan çıkmıştır, burada yaşamış sonra oralara gitmişlerdir.
Bir kompozitör için arkeoloji ne ifade eder? Tabi ki çok şey ifade eder. Ben tarih içerisinde yaşıyorum. Bizim çevremiz sahiden bir açıkhava müzesidir. Hayalimde her zaman o eski insanları yaşatıyorum. Ne büyük medeniyetler kurmuşlar, nasıl yaşamışlar? Ne büyük konserler vermişler, ne büyük tiyatrolar oynamışlar, diye onu görüp, onu yaşıyorum. Bunun sonucu da şöyle oluyor; Ben çok eski eserlere büyük müzikler yazdım. Bunlardan bir tanesi Oidipus. Oidipus’a müzik yazmak için çok evveliyatı olması lazım insanın. Bir kere o zamanın müziğinin ne olacağını bileceksiniz. O devirde keman gibi müzik aletleri yok. O zaman ne kullanacağım ben? Demek ki ben nefesli çalgılar kullanacağım. Gerekirse bir lir kullanacağım.
Yazdığım melodinin nasıl olması gerekiyor? E tabii ki ben onları biliyorum. Bugün gördüğünüz kilise gamlarının hepsi Anadolu kökenlidir. Bizim Anadolu’nun değişik bölgelerinin kendi gamlarıdır. Biraz daha ileri giderse araştırmalarınız görürsünüz ki bizim geleneksel müziğimizi, bizim icad ettiğimizi söylediğimiz müziğimizi, aslında orada bulursunuz. Mesela Farabi’nin, tam Arapçasını bilemeyeceğim ama, “Makalât-ı Musikî” diye müzik üzerine yazdığı bir yazı var. Bizim makamları anlatıyor. Fakat yanında ne var biliyor musunuz? Rumcaları var. Ama Anadolu’nun Rumcası tabii, Yunanistan değil. O zaman anlıyorsunuz ki Anadolu bütün dünyaya ışık tutmuş.
Biliyorsunuz bir Gilgameş Operası’nı yazdım. Tabii elime geçen birçok rölyeften, resimden ilham aldım. Bana fikir verdi. Bir dans icap ediyordu, dans yapılacaktı içerisinde operanın. Koreograf düşünüyordu nasıl olacak diye dans figürleri. Dedim; “Yahu müzeye gidip bakin, bulursunuz ve buldular… Yani; arkeoloji her zaman için bir müzisyene, özelikle bir kompozitöre ışık tutacaktır.
Oturdum Lisistrata’yı yazdım. Akad’ın Yayı, Midas’ın Altınları… Ben çok tiyatro müziği yazdığım için hepsi aklıma gelmiyor. Ama bunların 10-12 tanesi “Antikite” ile ilgilidir. Benim için arkeoloji tabii ki mesleğimin bir parçası olmuştur.
Benim bir de söylemek istediğim şu ki; burada çok güzel Arkeoloji Günleri yapıyoruz. Ben bu altı yıl içerisinde hemen hemen birçoğuna katıldım ve istifade ettim. Bir kere yapılan kazıların sonuçlarını alıyoruz. Düşünün bugün Ayaş’ta muazzam bir tiyatro çıktı. Orada temsiller yapacağımız, operalar oynayacağımız amfiteatra çıkıyor. Burada nereyi ele alırsanız alın, bir şey çıkıyor karşımıza. Arkeoloji Günleri’nde birbirimizden faydalanıyoruz.
Gönül diler ki Arkeoloji Günleri yalnız bizlere değil, yani arkeoloji bilimiyle uğraşanlara ve meraklılarına değil tüm halkımıza erişsin. Çünkü halkımızın arkeolojinin önemini anlaması gerekiyor Birçok tarihi eser bilgisizlik yüzünden tahrip ediyor. Bu ancak eğitim ve kültür vermekle kabildir. Birçok bağnazlıklar var, bunları yok etmek lazım. Bu bağnazlığı okumuş yazmışlarda da görüyorsunuz. Ben bir-iki tanesini size söyleyeyim:
Uzuncaburç’a gitmiştim yıllarca önce. O Zeus Tapınağı’nın sütunlarının arasına kıl bir çadır çekilmiş, karşıdan bir eşek bakıyor bana. O zaman düşünüyorsunuz, o zamanın medeniyetine bugünkü medeniyetin ne kadar düştüğünü görün… Köylüye soruyorum: “Bu su nereden geliyor?”, “Valla gavurun yaptığı şeyi kullanıyoruz hala” diyor. “Yahu” diyorum, “Müslüman, Hıristiyanlık yoktu ki gâvurluk olsun, sen nasıl böyle bir şey söylersin?”. “Vallahi biz orasını bilmeyiz” diyor.
Ama daha sonra gittiğimde baktım ki kullandıkları su taa Selefkos zamanında yapılmış su bentleri… Önümüzde bir arazöz gidiyor. Kahvede sordum “Bu ne?” diye. “Aşağıdan su taşıyoruz” dediler… “Kullandığınız su ne oldu?” dedim. “Yukarıda elma bahçeleri yapmak için bentleri kırmışlar, bize artık su gelmiyor” dediler.
Sanat Kulübümüzün gezilerine katılıyorum zaman zaman. İlk defa bulunmuş bir eser görüyoruz. İkinci gittiğimizde kafası, kolu kırılmış oluyor köylüler tarafından…
Onun için Arkeoloji Günleri’miz böyle üç-beş güne bağlı kalmasın, aylarca belki sürsün, ama bir kültür kampanyası olarak sürsün. Benim isteğim budur.
Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

HİKMET ŞİMŞEK’İN ARDINDAN – (Mersin Valisine piyano emreden şef) / İSK Bülteni Sayı 109
Yıl 1946 – 47 ders yılı, ben Ankara Devlet Konservatuarının son sınıfında İleri Yüksek Kompozisyon ile Orkestra Şefliği bölümlerini bitirmek üzereyim… O sıralar hepimiz yatılı öğrencileriz Ben yatakhanede, dolabımda bir şeyler aramaktayım. Ders yılı henüz açılmış, yeni öğrenciler gelmişler. Bunlardan esmer, zayıf, uzunca boylu biri, bir şeyler anlatıyor… Bizim eski öğrenciler de etrafını almış, anlattıklarını dinliyorlar. Bu dinleyiş ciddi mi yoksa dalga geçmek üzere mi bilemem. Çünkü Konservatuarın bir geleneği var. herkes birbirini işletir, özellikle yeni gelenleri!
Delikanlının anlattıkları şöyle bir kulağıma çalındı.. Baktım, seslerin tizlerinin, peşlerinin fizik olarak nasıl elde edildiğini anlatıyor.. “Mesela” dedi, “bir flütün bütün deliklerini kapayıp üflerseniz “do” sesini verir.” Ben oradan “hayır!’ dedim. ‘Re sesini verir.” (Yani doğrusunu) Delikanlı bana döndü, “siz flütçü müsünüz kardeşim?* diye sordu. Ben işletmek için * evet’ diye yanıtladım “Şimdi neler çalıyorsunuz?” benden yanıt Mussorsgkinin flüt konçertosunu!’ (aslında Mussorsgki’nin böyle bir esen yoktur Tabii işletmenin devamıydı bu.) Delikanlı Çok güzeeell dedi. Bu hikâyesini anlattığım kışı okula henüz gelmiş Hikmet Şimşek ti…Kompozisyon ve Orkestra Şefliğini bitirmek üzere olduğumu, hele ille ‘hiç flütçü olmadığımı öğrenince uzun zaman gözüme gözükmedi.
Hikmet Şimşek, yıllar sonra Konservatuarı bitirdi, görgü-bilgi yasasından yararlanarak Avrupa’ya gitti, orkestra şefliği eğitimi aldı ve C.S.O.’da şef yardımcısı ve şef olarak uzun yıllar çalıştı. İşte bu tarihlerden sonra Hikmet’le dostluğumuz başladı, ölümüne kadar yani bundan iki ay öncesine kadar aralıksız sürdü. Yıllar yılı Atatürk’ün müzik devriminin yayılması, ilerlemesi amacında ikimiz de birer savaşçı olarak çalıştık durduk. Hikmet çok atılgan ve cerbezeli idi. Koroların kurulmasında yeni orkestraların ve konservatuarın açılmasında emeği büyüktür. Fakat onun evrensel ve ulusal Türk müziğinin tanıtılması ve yayılması için verdiği hizmetler diğerlerinden çok daha büyüktür.
Türk şefleri, orkestraları Türk kompozitörlerinin eserlerini çaldırmaktan, çalmaktan daima yan çizerler, onlara zor gelir, çalışmak gerekir. Bildikleri dünya literatürünün çalına çalına artık aşınmış eserlerini çaldırmak kendilerine daha kolay gibi gözükür. Oysa bu tür dünya şaheserlerine daha çok çalışmak ve saygı göstermek gerekir. İşte bu gerçekleri ve eksikleri daha gençliğinden itibaren Hikmet Şimşek anlamış, her programına mutlaka bir Türk kompozitörün eserini koymuş, benimkiler dahil olmak üzere, birçoğunun dünya prömiyerini yapmış, özellikle Türk solistlerini desteklemiş, yer vermiştir. Şimdiye değin orkestralarımızın şu son 35 yıllık programlarına bir göz atarsak bu gerçeği anlar ve Şimşek’in ne denli Türk kompozitörlerine önem verdiğini, kaçının dünya prömiyerini kendisinin yaptığını görürüz.
Bugün Türk kompozitörlerinin eserleri onun kişisel çabaları sayesinde Avrupa ve diğer ülkelerde icra edilmiş, ilk plâk, CD’leri ilk kez O’nun tarafından yapılmıştır. Atatürk’ün Müzik Devrimini sürekli göz ardı eden TRT’nin antenlerine bile girerek programlarıyla halkımızın müzik kültürüne sunduğu büyük hizmetleri nasıl unutabiliriz?
Devlet orkestralarımızın Türk eserlerine, şeflerine yer vermediği, operalarımızın aynı şekilde Türk operalarına sahnelerini kapadığı, hatta ana dilimiz Türkçeyi dışladığı, Milli Eğitimimizde, TRT’de, Renkli Basınımızda Atatürk gerçeğinin yadsındığı bir donemde biz Hikmet Şimşek’i daha çok arayacağız ve hizmetlerini unutmayacağız.
Atatürkçülük ve müzik savaşı arkadaşım, Kardeşim!..Yerin “Uçmak” olsun..

“Ben Nevit Kodallı” kitabının bu bölümünde “ MERSİN 1. ULUSLAR ARASI MÜZİK FESTİVALİ – (Festivale Övgü) ” başlıklı yazı var.
Bu kitabın hazırlanmasından yaklaşık 10 yıl önce bu siteye konan söz konusu yazıya ulaşmak için bu satırı tıklayınız.
*******

BİR GÜZEL MERSİNLİNİN ARDINDAN – (Hanri Atat öldü) / İSK Bülteni Sayı 123
Mersin 22 Temmuz 2003 günü bir aşığını, Kültür Derneği Başkanı Hanri Atat’ı hiç beklenmedik bir zamanda yitirdi. Hanri Bey gerçekten bir Mersin aşığı idi. Her fırsatta “doğup büyüdüğüm bu şehre, özellikle kültür hayatına ne gibi yardımlarda bulunabilirim” diye düşünür, yakaladığı fırsatları hiç kaçırmazdı. Ondaki bu sevgi hiç eksilmeyen bir sevgi idi.
Anımsadığım kadarıyla Kültür Bakanlığımızın elinde yıllardır sallanıp duran eski Mersin Halkevi binasının restorasyonu derneği ve daha birçok Mersinlinin katkılarıyla sonuçlandırarak binanın Mersinlilerin hizmetine açılmasına yardımcı olmuştur ve bu sayede Mersin Devlet Opera ve Balesi’ne kavuşmuştur.
Birçok değerli piyanistimize ve sanatçılarımıza bu binada konserler verdirmiş, halkımızın gerçek müziği ve büyük sanatçılarımızı tanımasına olanak sağlamıştır. Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuvarı binasının yapımına başlamış, bunca emek vardığı halde bina tamamlanamamış, bundan hep yakınmıştır. Müzik kurumlarımıza ve diğer yerlere yardımlarını yazmağa kalksak kocaman bir liste oluşturur.
Ben Hanri Atat’ı 1995 yılında Mersin’e temelli yerleştiğimde tanıdım ve aramızdaki dosttuk bugüne kadar sürdü. Tanışmamıza neden de o sıralarda şehrimizde bir konser veren dağarlı piyanistimiz Gülsin Onay’ın resitalinden sonra yanılmıyorsam Tüccar Kulübü’nde verdiği bir supeye beni ve eşimi davet etmesi oldu. Orada bir ara beni bir kenara çekerek konser bitiminde Gülsin Onay’ın kendisine “Mersin ve Mersinlileri çok seviyorum, çok mutlu oluyorum ama lütfen bu berbat piyanoda beni bir daha çalmaya zorlamayın” dediğini anlattı. Ve ne yapacağız? diye sordu. Gerçi Kültür Merkezi’nde kuyruklu bir piyano vardı ama bilgisiz ellerde ayağı kırılmış, hor kullanılmaktan hurda haline gelmişti ve Gülsin Onay yakınmakta çok haklıydı. Kendisine “Mersin’in müzik kültürü hayatına lâyık büyük bir konser piyanosu alalım” dediğimde “Bunca parayı nereden buluruz? diye sordu, “Bir yolunu buluruz” diye yanıtladım ve biz hemen işe koyulduk. Kültür Bakanımızla temasa geçerek Sn. Fikri Sağlar’dan bu iş için oldukça yüklü bir yardım aldık. Ama yetmiyordu.
Hanri Bey oturdu, kimler bize ne kadar yardım edebilir diye bir liste hazırladı ve o zaman Mersin Valisi olan Gökhan Bey’e birlikte çıktık, bu hususta yardımlarını rica ettik. Bugün gibi anımsarım, listeyi Hanri Bey okurken Vali Bey; “O mu, o bu kadar vermez.” “ha o mu, ondan biraz daha isteyebiliriz.” diye listeyi tamamladık ve Gökhan Bey’in yardımlarıyla da bir hayli paramız oldu. Etraftan “şu marka-bu marka diye teklifler gelmeğe başladı, ama ben tutturdum; “İlle de Steinvvay” diye. Çünkü konser tipi piyanolar korkunç pahalıdır, ama bunların arasında en kral Steinvvay’dir, elimizdeki paramız ise bir Steinway’e yetmiyor. Bu arada da paramızın değerini korumak hatta yükseltmek için Hanri Bey bazı tedbirler de almış.
Bir gün telâşla bana telefon etti. O zamanlar kahraman adlı bir Kültür Bakanı vardı. Kültür Derneği Başkanlığından tahsis edilen ödeneği değerlendirip kullanmadığımız için iadesini istiyormuş. “Ne yapacağız?” diye sordu ve “Gelin şu Steinway’den vazgeçin, bir başka marka alalım, yoksa yardımı geri alacaklar” dedi. Sonra buluştuk, bir büyük konser piyanosu için soruşturduk gene de paramız yetmiyordu. Kendisine Yamaha’nın Paris’teki bölge yetkilisi ile görüşmesini, bizimle ilk kez Yamaha konser tipi piyanonun Türkiye’ye gireceğini, bunun Yamaha için güzel bir reklâm olacağı, derneğimizin bir kültür derneği olduğu, kazanç için çalışmadığı, bu yüzden iskontolu bir fiyat verilmesi hususlarını işlemesini önerdim. Paris’e gitti, gerekeni, hem de büyük iskontolar yaptırarak döndü, biz de bu harika konser piyanosuna sahip olduk.
Bana bu piyanoyu dernek olarak Mersin Operası’na hediye etmeyi düşündüğünü söyleyince; sakın böyle bir şey yapılmamasını, piyanonun derneğin malı olarak kalmasını, Mersin Kültür Merkezi’nde muhafaza edilmesini, önemli Konserler dışında kimseye tahsis edilmmesini, anahtarının dernekte kalmasını aksi halde aksi halde operada bu değerli piyanonun da bilgisiz ve lakayt kimseler elinde diğerleri gibi ayaklan kırılacağını, sonunda hurda olacağını söyledim.
Opera sahnesinin arkasına piyano için seyyar bir oda yapıldı ve ilk zamanlar korunmasına gerekli hassasiyet gösterildi, fakat sonraları iş gevşedi. Normal bir konsol piyano ile yapılması gereken uyduruk konserler, çocuk koroları konserlerine, amatör programlara, bu binbir güçlükle alınan nefis piyano, dekor kurucularının elinde yerinden çıkarılarak orası burası çizildi. Festivalde aynı şekilde üniversite kampüsüne Allah’ın güneşinde taşındı ve Hanri Bey’in dünyanın parasını vererek aldığı piyanonun taburesi bile baktık kırılmış. Bu piyanolar çok hassas ve naziktirler. Önceden de belirttiğim gibi çok pahalıdırlar. Dikkatle kullanılmaları şarttır. Yerinden oynatılamaz, acemi ve sorumsuz kişilerin elinde oyuncak edilemez.
Bunları, Derneği’ni uyarmak için yazdım. Bu piyanonun mahvolmasına engel olunmalıdır, sorumluluk kendilerinindir. Böylesi bir hazine bir daha ortaya çıkacak ne rahmetli Hanri Atat vardır, ne Vali Gökhan Bey, ne kimse…
Bu piyanoya ehil ellerde gözümüz gibi bakmamız gerekir. Hiç olmazsa Hanri Atat’m anısına hürmeten…
Hanri Bey yalnız Mersin’e değil, Gözne Yaylası’na aşıktı. Orayı çok sever, eliyle ağaçlar, sebzeler yetiştirerek evinde huzur bulurdu. Ölümünden bir hafta önce oğlum Murat kendisini ziyaret etmişti. Orada Murat’a Gözne’nin şenlendirilmesi, canlandırılması, konserler ve diğer aktivitelerin yapılması için Gözne Kalesi’nin arka taraflarına bir amfiteatr yaptırma düşüncesinde olduğunu anlatmış. Ne harika bir düşünce değil mi?. Düşünün o antik mekânda bir Oedipus seyretmek ne şahane olurdu. Murat’a dönerken bana özel olarak yetiştirdiği salatalıklardan yollamıştı. Rahmetli benim Camambert peynirlerini pek sevdiğimi bildiği için ara sura Paris dönüşünde bana özel olarak getirirdi.
Hanri Bey ailesinin bütün bireyleri gibi son derece nazik, ince, geniş kültürlü ve hoşgörülü, değerli bir dostumdu. Hiç kimseyi kırmak istemezdi. Ben kendisini bunca yılda bir kere bile asık suratlı görmemişimdir. Vefatıyla Mersin büyük bir sevdalısını yitirdi.
Konserlerde, sanat faaliyetlerinde gözümüz kendisini çok arayacak ve anacaktır.
Bu güzel dost bizleri ilk kez vefatıyla üzdü.. Yeri aydınlık olsun…

İSK Bülteni 139. Sayı
IV. Mersin Uluslararası Müzik Festivali (NK-Festival Sözcüsü)
Bundan beş yıl önce “Her şey Mersin için” diyen aziz dostumuz Hanri Bey; “Mersin’de uluslararası bir müzik festivali yapsak” dediği zaman maddi yükünü düşünerek bu bir ütopya gibi gelmişti bana. Ütopyalar bazen büyük gerçekleri doğurur. Hanri Bey de, ben de Mersin’e inanmışızdır. Mersin insanı olumlu her şeyi gerçekleştirir.
Nitekim öyle oldu. Hemşerilerimizin ilgisi ve dolayısıyla inanan sponsorların yardımıyla ve festivalde özveriyle çalışan değerli bir avuç insanın yüklendiği sorumluluk sayesinde öncekilerden çok daha renkli ve başarılı IV. Mersin Uluslararası Müzik Festivali’ni yüz akıyla tamamladık.
Başarının her yeni festivallerimizde daha ileride olması doğaldır. İşe başlarken hepimiz deneyimli değildik Elbette dördüncüsü öncekilerden bunun için daha başarılı olacaktı. Benim her zaman dile getirdiğim bir sözüm vardır. Bizim mali sistemimiz “dolmuş”, sosyal sistemimiz de “gecekondu” dur maalesef. Mersin Festivalimizde de bizleri daha büyük düşünmeden geri tutan, devamlılığı sağlayacak, ileriye dönük daha yüksek ve zengin programları sergileyecek daimi bir bütçemiz, kaynağımız yoktur. Yeni festivalin nelerden oluşacağını biz önceden saptayamayız, çünkü paramızın ne olacağını bilemeyiz. Bu ileride, geleceğe bağlıdır. Sponsorlarımız, Kültür Bakanlığımız, Belediyelerimiz programlarımıza ne kadar yardım edeceklerse biz ancak o kadar etkinlikler yapabileceğiz demektir. Bu “dolmuş sisteminden başka bir şey değildir.
Biz, bütün Mersinliler olarak festivallerimizde yüksek düzeyde müzikleri dinlememize, kültürümüzün artmasına, dünyayı ayağımıza kadar getirilmesine yardım eden Kültür Bakanlığımıza, Valiliğimize, Mersin Devlet Operası’na, şehrimizdeki belediye ve dernek başkanlarımıza ve tabii ki sponsorlarımıza, halkımıza şükran borçluyuz. Ama Mersinimiz çok daha yüksek olanak ve düzeyde festivallere layıktır. Bu dolmuş sistemiyle, “islim arkadan gelsin”le, amacımıza ulaşmamız zordur. Bunun için tek çare bir “Mersin Uluslararası Müzik Festivali Vakfı’nı bir an önce kurmaktır.
İleriye dönük büyük faaliyetleri gerçekleştirebilmek için sürekli kaynağı olan bir vakıf halini alma zamanı gelmiştir. Kültür Bakanlığımızla, Valiliğimiz, Belediye Başkanlarımız ve Mersin’e inanan tüm kuruluşlar, tüm Mersinliler bu vakfın kuruluşuna omuz vererek en kısa zamanda gerçekleştirmek için işe koyulmalıyız.
Festivallerimizin daha uluslararası ilgi odağı olabilmesi için Kızkalesi, Kanlıdivane ve daha birçok tarihi yerlerimizin tarihselliğine zarar vermeden sanata açılması için çalışmalar yapmamız gerekmektedir.
İnsanın kullanmadığı yerler ölü yerlerdir. Mekânlar da ancak insanlarla yaşar. Bunun en güzel örneği Aspendos Müzik Festivali’dir. Biz niye geri kalalım?

BİR ATATÜRK ANISI / İSK Bülteni Sayı 155
“…Atatürk’ün söylediği gibi “Bizim gerçek müziğimiz halk müziğidir.” Onlardan istifade ettim. Günümüzün şartlarına ve tekniğine uygun surette birçok eser verdim. Bunlardan bazıları halkı çok sesliliğe alıştırmak içindi. Türk karakterini yansıtan, kendi atmosferi içinde büyük eserler yazdım. Mesela Atatürk Oratoryosu.
Biliyorsunuz Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’ün ilk açtırdığı okul Musiki Muallim Mektebi’dir. Bu, çocuklarımız müziği doğru dürüst öğrensin diye açılan bir okuldur. 1935 yılında da Devlet Konservatuvarı’nı kurdurdu ki oradan orkestralara, operalara sanatçı, kompozitör yetiştirmek için. Ben de o okuldan mezun olan birisiyim. Bütün hayatımızı biz Atatürk’e borçluyuz.
Atatürk’ü nasıl gördüm:
4 – 5 yaşlarındaydım. Düşünün Atatürk geliyor diye herkes bayramlık elbiselerini giydi. Mersin’de, mahallede herkes sanki gidip görecekmiş gibi üstüne temiz elbiselerini giydi. Sanki Atatürk gelip de onları görecekmiş gibi… Bu kadar saygı ve sevgi var.
Maarif Müdürü bizim mahallede oturuyordu. Annem de beni giydirmişti. Bir bahriyeli elbisem vardı. Evin önünde oynuyorum kendi kendime. Baktı ki kıyafetim müsait, o senelerde harpten yeni çıkılmış, millet perişan vaziyette. Kimsenin doğru dürüst bir şeyi yok. “Nevit gel seni Atatürk’e götüreyim.” dedi. Aldı götürdü, elimden tutarak. Gittim, baktım 10–12 tane de kız var orada. Bir ip üstüne portakalları dizmişler, bir de kocaman portakal dalı… Üstünde portakallar… Kızlar ay yapacak, ben de ortalarında yıldız olacağım. Atatürk gelince ben bu dalı vereceğim ve öğrettikleri sözleri söyleyeceğim.
Ben müthiş sevindim tabii. Atatürk bir türlü gelmez. Bizim evdekiler korkmaya başlamışlar. Arıyorlar, denize gitti çocuk öldü diye. Ben de çok küçüğüm demek ki otuz senesinde gelmiş olsa gerek. Neyse Atatürk nihayet geldi. Biz hemen “ay-yıldız”ı tamamladık. Önüne çıktım ben; “Hoş geldiniz.” dedim, elini sıktım. O da benim yüzümü okşadı. Döndü dedi ki:
“Bunu alın, ben akşam bu portakalları yiyeceğim.”
Atatürk’ü gördüğüm an gözlerim kamaştı. Bir kere nasıl saçları vardı biliyor musun, altın sarısı… Kuyumcu dükkânındaki ışıklarla aydınlatılmış altınlar gibi parlıyordu. Müthiş güzel bir insan. Tertemiz giyinmiş, insan çarpılıyordu. Ondan, ben uzun müddet elimi yıkatmadım evde. Çünkü Atatürk’ün elini tutmuştum. Evet, bizim kuşağımız işte böyle yetişti. Onun için de biz hâlâ öyleyiz.
1950 yılında Paris’teyken hocam Honeger oratoryo formunu çıkardı. Cahit Külebi’nin şiirlerini bestelemiştim daha önce. Bunlar ta o zamanlar Avrupa’da söylenmişti. Kendisi bana “Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda” adlı şiirini gönderdi. Uzun uzun mektuplaştık. Çeşitli düzeltmeler oldu tabii. Sonra ben bu eseri bir destan gibi yazdım. Doğrudan doğruya bir destan formunda. Halk âşıkları nasıl söylemişse ben de o şekilde yazdım. Olanca gücümle çalıştım. Eser bitti. Hocam Honeger’e gösterdim. Hemen bizim Milli Eğitim Bakanlığı’na mektup yazdı. Bu eser şöyle iyi bir eserdir. Hemen çalışmalara başlansın.” gibi…
İlk kez 1953 yılında Atatürk’ün aziz naaşının Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakli törenleri sırasında 9 Kasım’da çalındı. Cahit Külebi’nin eseri de bir ilkti. O güne kadar Atatürk, marşların içinde hamasi sözlerle, öldükten sonra da ağıtlarla anılıyordu. Bu doğrudan doğruya Atatürk’ün kendisine eğilmişti. Çok güzel bir işbirliği yaptık ve ikimiz de bu eseri Atatürk’e, birlikte savaşanlara ve çocuklarına ithaf ettik.
Ben her zaman Atatürk’e şükran borçluyum. Bu eserle O’na olan borcumu bir nebze ödediysem kendimi mutlu sayarım.
Bundan sonra ben çok güzel bir eser daha yazdım. Onu yüzük kaşına benzetirim. Cumhuriyet Kantatı’nı yazdım. Sözlerini Ceyhun Atuf Kansu özel olarak yazdı. O da Cumhuriyet Bayramlarında sık sık seslendiriliyor…”

Biyografik Bilgi

scroll to top