,

DOĞAN AKÇA İLE SÖYLEŞİLER 16/18

Doğan-Akça-6.jpg

KİTABIN BAŞINA DÖNMEK İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.

AK SAÇLI BİR ÇOCUK : DOĞAN AKÇA ( Celâl SOYCAN – İçel Sanat Kulübü Bülteni, Kasım 1994)
Tarif edilmemiş sevinçlerini, incitilmemiş umutlarını ışık ve renk uçurtmaları halinde tuvale aktararak, naif resmin başarılı örneklerini sunan sevgili Doğan AKÇA ile sohbetteyiz. Kulübümüzün çabalarıyla oluşan Sanat Sokağı’ndaki atölyesinde, çocuk oyun odası gibi cıvıltılı bir ortamdayız.
C.S.- Hep konuşuruz ya, kısaca özetler misin naif resmi?
D.A.- Naif resmi matematiksel bir kesinlikle tanımlamak pek mümkün değil bence. Aslında hiç bir sanat türünü kesin çizgilerle tanımlamak mümkün değil ama, bu çaresizlik naif resimde daha öne çıkıyor gibi geliyor bana. Çünkü naif resim diye bir resim olduğu kesinlik kazanalı yüz yıla yakın bir zaman geçmiş ve naif resimle birlikte veya daha sonra otaya çıkan bir çok sanat akımı neredeyse bütün boyutlarıyla tanımlanmış iken, naif resmin batıda da, doğuda da ortaklaşa bir tanımı yeni yeni oluşmaya başlamış. Hemen herkesin birleştiği bu ortak tanım “saf ve özellikle yitirilmemiş çocuksu duyarlılığın egemen olduğu resim” şeklinde. Böyle olunca da naif resmi anlamak için naif resim yapanların karakter yapıları ve kendine özgü içgüdüleri üzerinde durup düşünmek veya naif resim yok-naif ressam var demek gerekiyor. Zaten, biliyorsun naif sözcüğü de Latincedeki “nativus” sözcüğünden geliyor ve doğal, yapmacıksız, yalın, safyürek anlamında kullanılıyor.
C.S.- Naiflerin akademik kaygılardan uzak çalıştığını biliriz. Bu uzaklık “uzak durmak” anlamında mıdır? Yoksa “uzağında olmak, bilmemek midir” söz konusu olan?
D.A.- İlk yıllarda, Rousseau’dan başlarak Vivin, Seraphine, Bauchant ve Bombois gibi naif resmin ustaları akademik eğitiminden yoksun, sanatın dışındaki işlerden ekmek parasını kazanan, boş vakitlerinde resim yapan insanlar olduğu için, bu akademik kaygıların uzağında olmak, bilmemek sözü neredeyse naif resmin tanımı olmuş. Ama bu gün artık olaya böyle bakılmıyor. Özellikle Çekoslavakya’da İnsita adında bir dergi yayınlanıp, bilimsel çalışmalar başladıktan sonra naif resmin akademik eğitimle ilgisi veya ilgisizliği artık gündemden kalkıyor. Çünkü akademik eğitimin içinden çıkmış bir çok ressamda naif resmin özellikleri saptanıyor.
Bizde Cihat Burak, Nedim Günsur, Mehmet Pesen, Yalçın Gökçebağ ustalar bunun tipik örnekleri. Zaten bu saptamalar ki dünyada “naif resim yok, naif ressam var” sözünü doğuruyor. Bütün olay, resimde o yitirilmemiş, saf, çocuksu duyarlılığı hissetmekte. Yoksa dünyada ve etrafımızda bir çok insan hiç bir akademik eğitim almadan resim yapıyor ama yaptıkları naif resim değil.
C.S.- Kimi resimlerinde perspektif kaygılar gözlüyorum. Bu kaygı kendiliğinden midir? Naif resim açısından nasıl yorumlarsın?
D.A.- Bu sorunda da olay akademik eğitimde kilitleniyor. Çünkü naif resmin perspektif olmayacak gibi kuralı yok ama, naif resim yapanlar perspektifi bilmezler, çünkü okumamışlar saplantısı var ya, işte o, bir naif resimde perspektif olmaz saplantısına itiyor bizi. Tabii ilgisi yok.
Benim resimlerimde ise akademik bir eğitimim olmadığı için matematik bir perspektif yoktur. Ama içgüdüsel, hissî bir perspektif var herhalde. Bunu da perspektif olsun veya olmasın gibi bir kaygıyla yapmıyorum. Öylesi hoşuma gittiği için yapıyorum.
C.S.- Benim en çok sevdiğim naiflerden Fatma Eye, ilk kez çok ileri yaşlarda resimle tanıştı ve akademik resim kurallarını beceremediği için naif resim yaptığını söyler. Bu bağlamda senin söyleyeceklerin var mı?
D.A.- Bence insan benim akademik eğitimim yok, hadi öyleyse naif resim yapayım diyerek naif resim yapamaz. Çünkü insanın yüreğindeki bir türkü, içindeki o saf çocuksu duyarlılıktır naif resim. O büyük sevgidir. Fatma Eye’nin de tam senin söylediğin gibi söylediğine inanmıyorum bu sözü. Çünkü o zaman yaptığı ısmarlama gibi olur. Oysa hele naif resim ısmarlamacılığa, şekilciliğe hiç gelemez.
C.S.- Klee’nin çocuksu bir duyarlılığı koruyan desen ve renkleriyle naif resmin bir akrabalığı olabilir mi? Bu çerçevede, çocuk resmiyle çocuksu resim arasmdaki farkı bir de senden dinlesek.
D.A.- Klee ve Miro resimlerindeki çocuksu desen ve renk, büyük bir akademik bilgi ve dehanın ulaştığı en uç noktadır. Ama orada konulan her nokta bir hesapla, bilinçle ve bilgiyle konulmuştur. Naif resimdeki ise içgüdüsel çocuksuluk ve saflıktır. Ama bu çocuksuluğu çocuk resmiyle karıştırmamak lazım. Çünkü çocukların seçen, ayıklıyan ve ardından değerlendiren gözleri yok. Ortak temalara ortak biçimde bakan çocukların çalışmalarında kişisellik de yok.
C.S.– Naif resmi en iyi naifler tanır. Buna karşın, özellikle izlenimcilerin eleştiri ve yorumları oldukça yaygmdır. Senin resmini tartışan çevrelerin de bu yapıda olduğunu biliyorum. Öte yandan, bizzat naif ressamın, yaptığı işin kurallarına ilişkin yazıp çizmesi de bana hep ters gelmiştir. Sen ne diyorsun?
D.A.- Aslında bir insanın ben şöyle resim yapıyorum, üslubum, tarzım şudur, demesi ve bu konuda yazı yazması bana da ters geliyor. Ayrıca ben şu tarz resim yapıyorum, diye ortaya çıkmak da güzel değil. Bunu başkaları yapmalı. Ben şu anda yaptığım resme ulaştığımda da, şimdi de tek bir hedefim var: İYİ RESİM YAPMAK!
Ama açtığım sergileri Milliyet Sanat’ta eleştiren Kaya Özsezgin ve Ahmet Köksal gibi önemli eleştirmenler, Nuri Abaç gibi Türk resminin bir büyük ismi, Naif Resmin büyük kuramcısı Fahir Aksoy Hocam, resmimin naif olduğunu söylediler, yazdılar. Ama biz Mersin’de yaşıyoruz. Üstelik ben Mersin’in resmini yapıyorum. Ve bir çok sohbette resmimin yanlış şekilde tartışıldığını duyuyorum. Aslında iyi veya kötü şekilde yaptığımdan söz edilmesi hoşuma da gidiyor, ama en azından bu tartışmaları naif resmin ne olduğunu bilerek yapalım istedim. Ve bu konuda derleme bir yazı yazdım. Geçenlerde Ömer Anamur bu hatamı yüzüme vurdu, şimdi de sen. Ama ne yapayım, siz yazmadınız, bari ben yazayım, dedim. Galiba hata ettim.
C.S.- İlk resimlerinden sonlara doğru renk ve konturlarda, tuşlarda modern resmin rüzgârlarını duyuyorum. Kendinden bile gizlediğin bir modern ressam var mı içinde? Ya da böyle kımıltı?
D.A.- Modern Resmin Tarihi adlı kitabında Herbert Read, Rousseau’yu modern resmin öncülerinden sayar ve özellikle naiflerin gerçeküstücüleri etkilemiş olmaları gerektiğini söyler. Bu ne derece doğru bilmiyorum. Ama modern resim özgürlükse, kalıpları kırmaksa, şuuraltının derinliklerindeki duyguları, çocuksulukları resmin gizli köşelerine yansıtmaksa bunlar zaten naif resmin özellikleridir. Bende de olabilir belki.
C.S.- Şu sıralar çok önemli ve profesyonel anlamda ciddi bir sergi hazırlığı içinde olduğunu biliyorum. Bilgi verir misin?
D.A.- 31 Aralık tarihinde Ankara’da “dam Galeri”de bir sergim var. Gerçekten ben bugüne kadar 5 kişisel sergi açtım ama bu benim profesyonel anlamdaki ilk sergim olacak. O nedenle bütün yaz burnumdan ter akarak resim yapıp hazırlandım. Bir de ben serginin bir bütünlüğü, bir konusu olsun istiyorum. Bu sefer kendime Mersin’in deniz ve balıkçılarını seçtim. Böylece kendime de istediğim özgürlükte çalışacak geniş bir konu bulmuş oldum. Daha sergiye iki ay var ama heyecandan yüreğim çatlıyor.
C.S.- Duyarlığı, teması, çizgileri, renkleri ve kokusuyla kaybolmaya zorlanan güzelim Mersin’i yaşamaya ve yaşatmaya çabalayan bu naif eserler, içimizdeki çocuksu yanı besliyor. Başarılar ve teşekkürler sevgili Doğan. Son söz senin.
D.A.- Sohbetin başlangıcında da, sonunda da o usta şair duyarlılığı ile söylediğin güzel sözler için sonsuz teşekkürler. Hele atölyemi “çocuk oyun odası gibi cıvıltılı” diye tarif etmen! Yoksa ben gerçekten naif miyim!!! Bilmiyorum, ama bütün gücümle daha iyi ve daha güzel resim yapmak için uğraşıyorum. Sana tekrar teşekkür ederken bu söyleşileri Mersin’li bütün sanatçılarla yapmanı diliyor, bunu ancak senin gibi usta bir şair ve yazarın başaracağına inanıyorum.

Doğan Akça 96

DOĞAN AKÇA İLE DOSTÇA… “Kocaman Bir Gülümseme”
( Erdoğan Tanaltay’ın İstanbul’da Kitap ve Sanat Fuarı’nda yaptığı söyleşi )
Evet, işte bir şenlik, bir Fuar… Resimler, heykeller, kitaplar ille de insan sıcağı…
Ve çok yakın, çok bildik kocaman bir gülümseme… Bu ancak Mersin’in tüm güzelliklerini gönlüyle ve resimleriyle bize getirmiş olan Doğan Akça olabilir… Kucaklaşıyoruz… Söyleşi için onu, Mersin’in portakal bahçelerinde ararken, Sanat Fuarı’nın göklerinde buluyorum. Bizler onu yakından tanıyor ve seviyoruz. Sizlerin de bu sevgiyi paylaşacağınıza inanıyorum.
…Doğan Akça’ya, eski bir espriyi hatırlatıyordum: “Meğer ben de yıllardan beri nesir konuşuyormuşum….” diyen adamın öyküsünü. Hep birlikte gülüşüyoruz. “Hep birlikte” diyorum. Çünkü eski okul arkadaşı, sevgili eşi Ayfer daima Doğan’ının yanında. Sanki birbirlerinin koruyucu melekleri.
Ayfer’le beraber biz de Doğan’ı dinlemeye devam ediyoruz:
“- Bu ay Ankara’da, ‘dam Galeri’de 14. kişisel sergimi açacağım. 50’den fazla karma sergiye katıldım. Bunlar içinde önemli olanları Naifler ile birlikte yapılanlar. Bazı galeriler birkaç naifi bir araya getirerek sergi açıyorlar. Onlara da katılıyorum.
Daha çok yol almam ve bunun için çalışmam lazım. Çünkü resmin ne ucu belli, ne de sonu. Ama çok güzel bir iş. İnsan bir türlü doyamıyor. Devamlı üretmek istiyor…
…”Evlerinin Önü Mersin”
Sevgili Doğan Akça’dan resim çalışmalarının yaşamına katkısını öğrenmek istiyorum:
“- Ne demek, ağabey…” diyor. “Maddi yönden de yaşamımı sürdürmeme yarıyor. Yani İnsana yaşam gücü veriyor resim. Eğer resme başlamasaydım çok kötü şeyler yapabilirdim. Bir takım hastalıklar geçiriyordum. Çok zayıflamıştım… Şeker, bedenimi ve moralimi etkilemişti. Artık benim için hayat bitmiş gibi geliyordu. Resim bütün güçleri yeniden kazanmama, yeniden hayata sarılmama ve onu sevmeme neden oldu.
1992 yılında açtığım ilk kişisel sergide siz de vardınız. «Evlerinin Önü Mersin…»di adı. Bu sergide, ben hiç inanmadım; neredeyse tablolarımın dörtte üçü satıldı. «Nasıl oluyor bu iş?» diye ben de şaşırdım. Fakat ondan sonra sürekli şekilde benim resimlerime bir ilgi oldu. İnsanlar naif resmi çok seviyorlar. Bunun kültürel farkla bir ilgisi yok. Sadece bir duygu, bir sevgi olayı. Ünlü bir düşünürün sözleri bunu ne güzel anlatıyor: «Eğer siz bir galeriye gittiğiniz zaman yüzünüze bir tebessüm gelir ve içinize bir aydınlık dolarsa, bir naif resim sergisindesiniz demektir.» İşte, naif resimde böyle bir çekicilik var.”
***
“- Ayrıca şunu da iddia ediyorum: Mersin, Türkiye’de İstanbul ve Ankara’dan sonra sanata en duyarlı olan ve sanatın en coşkulu yaşandığı kenttir. 7 tane sanat galerisi var. Ve bunların hepsinde güzel sergiler açılıyor. Çok genç ve dinamik bir kadroya sahip Devlet Opera ve Balesi var. Akıl almaz güzellikte oyunlar sahneleniyor. Mersin’in bir büyük şansı da Nevit Kodallı’nın Ankara’dan Mersin’e gelmesi. Kodallı, Mersin’li ama Ankara’da görevliydi ve orada yaşıyordu. Mersin’e dönmesi burada müzik yaşamına büyük katkılar sağladı. İlk olarak bir polifonik koro kurdu. Bu koro Ankara’da yarışmalara katılıyor, Mersin’de koro şenlikleri düzenleniyor: Yani herkes Mersin’de sanat adına bir şeyler üretmeye çalışıyor. Tabii taşra olduğu için basına çok yansımıyor. İnsanlar, Mersin’de neler olup bittiğinden habersiz. Ama konser vermeye, sergi açmaya ve söyleşiye gelen her sanatçı Mersin’i hayranlıkla terk ediyor.
Biz sizi de Mersinli sayıyoruz. Sizin, Suna Ablamın, Etem Çalışkan’ın, Nuri Abaç’ın öğrettiği bir insan ilişkisi örneği de var. Siz, bize sevmeyi, dostluğu ve birbirimize sarılmayı öğrettiniz. Bu bizim için bir yaşam biçimi oldu artık. O şekilde giden güzel bir şehirde, güzel bir yaşam var şu anda.”
“Mersin’de Sanat”
“- Mersin’in sanatsal bir yaşam çizgisi var. 1950’ye kadar Mersin, sanat yönünden çok önemli bir şehirdi. 1946 yılında Madam Butterfly ile Opera açılmış. Üstelik o bina aynı zamanda Halkevi… Kütüphanesiyle, kurslarıyla korkunç bir sanatsal ortam. Mersin’de ayrıca sürekli oynayan ve turnelere de çıkan bir tiyatro grubu bulunuyordu. Bu topluluğun başında Nuri Ağabeyin babası Celâl Abaç bulunuyordu. 1950’den sonra Köy Enstitüleriyle birlikte Halkevleri de kapatıldı. Sanatsal ortam Mersin’de de ne yapacağını şaşırdı. Bir 10 sene kadar Akkahve Dönemi oluştu. Sanatçılar orada toplandı. Yavaş yavaş bu ortam da bozuldu. 1980’li yıllarda Mersin’de sanat adına yaprak kıpırdamıyordu. Biraz sanat izlemek, tiyatro ve resim sergisi görme için Ankara’ya, İstanbul’a giderdik.
1989’da artık bir patlama oldu. Sanatçılar İçel Sanat Kulübü’nü kurdular. Aslında ilk kımıldanmayı İstanbul’daki Mersin Liseliler Derneği başlatmıştı. İstanbul’dan Mersin’e tiyatro, konser gibi etkinlikler getirildi, söyleşiler yapıldı.”
“Şakayık Sokak” kitabında Suna’nın “Kalk artık sabah oldu” yazısını okudunuz mu? Muayenehanemizin hemen girişinde sevgili Doğan Akça’nın naif ve “güpgüzel” evi Suna’nın çocukluğundan çıkıp gelmiştir de bize seslenmektedir. Bu ev, Doğan’ın pırıl pırıl ve çocuksu tadını yitirmemiş yüreğiyle bütünleşmiştir. Yanlışa bulaşmamış ve çocuk gülümsemesini hiç yitirmemiş ressam Doğan Akça’nın simgesidir bence bu ev… Evreni kucaklayan bu tatlı gülümseyişe hem sevgi, hem saygı duyuyoruz. Belki de resimlerini aydın¬latan bu kocaman gülümsemedir.
(Erdoğan Tanaltay, Sanata Su Verenler, Tekin Yayınevi, 1999)

TOROSLARIN, AKDENİZ’İN DUYARLI SAFYÜREĞİ DOĞAN AKÇA
(Şefik Kahramankaptan’ın Doğan Akça ile Mersin’de, atölyesinde Mart 1999’da yapmış olduğu bir söyleşi)
….
Ş. K -Pekiyi, naif resimin ne olduğunu nereden, nasıl öğrendiniz?
D.A.- Türkiye’de naif resim üzerine çok yazılıp konuşulmuyor. Bilinen tarifleri var bunun, Çok aradım, birkaç yazı buldum. Nur Koçak’ın Ankara’daki Birleşmiş Ressamlar Heykeltıraşlar Derneği’nin dergisinde çıkmış bir yazısı çok güzeldi. Sonra Fahir Aksoy “Naif Resim ve Türk Naifleri” diye bir kitap çıkardı. Daha sonra sanat dergilerinde başka yazılar çıktı, ama Türkiye’de bu konudaki yayınlar çok yetersiz. Oğlum Amerika’ya giderken “Dünya Naifleri” diye bir kitap istemiştim. Baskısı tükenmiş, yeni baskısı yapılacakmış. Onun yerine oğlum bana dört sayfalık bir kitap listesi getirdi naif resim hakkında. İstediğini getirteyim, dedi. Meksika, Güney Afrika, Brezilya naiflerinden Yugoslav naiflerine kadar yazılmış pek çok kitap. Ne yazık ki Türk naifleri hakkında bir kitap yoktu o listede.
Ş.K.- Dileyelim yakında o da olur. Siz naif resim tarifini nasıl biçimlendirdiniz bu araştırmalarınız sonunda?
D.A.-Eğitimsiz, cahil insanların içlerindeki çocuksu duyarlılıkla yaptıkları resim. Kısaca böyle bir tanım. Aslında bunun üzerinde çok konuşmak lazım. Örneğin, cahil bir insan deniyor. İnsan bir süre bâkire olur. Şimdi ilk resimlerinizde belki cehaletiniz vardır, tekniğiniz zayıftır, ama on sene sonra herhalde bir şeyler öğrenmiş, geliştirmiş olacaksınız. Ne olacak, naiflikten çıkacak mısınız? Şimdi ben naif resim mi yapıyorum, bu yaptıklarım gerçekten naif mi? Doğrusu tam olarak bilemiyorum. Değerlendirenler öyle diyorlar. Ama en çok uyan tanım, eleştirmen Kaya Özsezgin’in de kullandığı. İnsanın, içinde duyduğu çocuksu duyarlılıkları yansıttığı resim bence naif. Bunu yaparken akademisyen olup olmamak, cahil veya kültürlü olup olmamak gibi bir sınır olmamalı, diye düşünüyorum, çünkü insan yaptıkça öğreniyor. Ama siz kişi olarak safyürekseniz eğer, resminiz de naif olur.

Ş.K.- Naiflerin örgütlü sergiler de yaptığını görüyoruz. Naifliğin ölçüsü ne oluyor? Bir mihenk yok galiba?
D.A.- Maalesef bir ölçü yok. Naif sergiler Fahir Aksoy’un girişimiyle başladı. Zaten kendisi 1960’lı yıllardan itibaren büyük bir naif savaşımı vermiş bir kişi. Ben ona naif resmin şövalyesi, diyorum. 1990’lı yılların başlarında da Fahir Aksoy naif ressamları örgütlemeye, toplu sergiler düzenlemeye başladı. Ben 1994’te 15-20 ressamın yer aldığı böyle bir naifler karmasına katıldım. Hepimizin naif olduğuna Fahir Aksoy karar vermişti. Şimdi yalnız Fahir Aksoy başkanlığında açılan sergiler dışında bazı galeriler de üç-beş ressamla naif sergiler düzenliyor son beş yıldır.

Ş.K.- Siz öncelikle Mersin ve yöresini işliyorsunuz. Doğaya çıkıp çalışıyor musunuz, yoksa aldığınız notlarla, gözlemlerinizi atölyede mi tuvale döküyorsunuz?
D.A.- Ben 63 yaşındayım. Mersin’de doğdum, büyüdüm, yaşadım ve yaşıyorum. Artık bu kentin güzellikleri benim bilinçaltıma yerleşmiş. Resimlerimi yaparken, ya önceden çektiğim fotoğraflardan yararlanıyorum, ya da hafızamdan. Ama hiç fotoğrafı aynen kullanmadım. Daha çok kendi renklerimle, kendi gözlemlerimle yapıyorum resimleri.
….
Ş.K. -Resimlerinizde insan unsuruna da çokça rastlanıyor.
D.A.- Evet. Ben insansız bir doğa düşünemiyorum
… Ama bazı resimlerde insan olmuyor, ağaçları ben insan gibi düşünüyorum. Bazı tabloda ağaçlar o denli çok ve egemen oluyor ki, artık insana gerek kalmıyor.
Ş.K.-Bir ara sergileriniz belli bir konuyla sınırlıydı. Bundan neden vazgeçtiniz?
D.A.- Gördüğüm değil, görmek istediğim, düşlediğim, olmasını istediğim bir takım şeyleri resimle anlatmak istiyorum. Resim benim yazım, şarkım, şiirim, her şeyim. Sürekli resimle iç içe yaşamak, benim hayata bağlılığımı sonsuz şekilde arttıran bir şey. Her sergimin bir konusu olurdu, doğru. Balıkçıların hayatını anlatan “Oltanın Ucundaki Dünya” ya da portakal bahçelerini anlatan “Güneyde Mis Kokulu bir Ağaç” gibi. Son yıllarda kendimi böyle konularla sınırlamak istemiyorum…. Ne geçerse içimden onu resmetmeye çalışıyorum.

Ş.K.-Sergilerinize Mersinlilerin ilgisi nasıl oluyor? Biliyoruz ki, İstanbul’da, Ankara’da yerleşmiş pek çok entelektüel Mersinli var.
D.A.- Bunların çoğu da benim yakın arkadaşım. Bu nedenle Mersin dışındaki sergilerim de çok renkli, çok güzel geçiyor. O dostlarla birlikte oluyoruz. Sonra benim hiç tanımadığım Mersinlilerin gelip sergiyi gezdiklerini, resim aldıklarını da öğreniyorum. Doğrusu bu da beni çok mutlu ediyor.

Ş.K.-Genel olarak resim sanatının ulaştığı yer hakkında ne düşünüyorsunuz?
D.A.- Son on yıldır Türkiye’de büyük bir gelişme var. Bunu Mersin’de de yaşıyorum.
… Şimdi Mersin’deki her sergiden en az üç-beş resim satılıyor.
…Ben ilk sergimi 1992’de açtım, aşağı yukarı resimlerimin hepsi satıldı. O güne kadar kimse böyle dolu dolu Mersin resmi yapmamıştı.. Sonraki her sergimde de hep iyi satış oldu, insanlardan yakınlık gördüm. Koleksiyoncular, bankalar resimlerimi aldı. … Artık genelde, Türkiye’de resim satılıyor.
Ş.K.-Resim eleştirisinin genel durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
D.A.-Bakıyorsunuz eleştiri yazılarında konu edilen bütün ressamlar hakkında iyi şeyler çıkıyor. Hocalarımıza soruyoruz, niye kötüyü söylemiyorsunuz, diye. Biz bir sergiyi hiç yazmıyorsak, bu bir eleştiridir, demek ki o sergi kötüdür diyorlar. Halbuki, kötü bulduklarımı da yazsalar, neresi eksik, neresi yanlış bunu belirtseler, genel eleştiride bulunsalar, belki insanlar kızar, bozulur ama, resime dört elle sarılmışlara da katkı olur. Araştırmasını derinleştirir, kendini düzeltmeye çalışır, ne yaptığını bilir. Onun için bence sadece iyiler değil, kötüler hakkında da yazılmalı.
(Şefik Kahramankaptan, Ressam Söyleşileri, s.7, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001)

KİTABIN DEVAMI İÇİN BU SATIRI TIKLAYINIZ

Biyografik Bilgi

scroll to top