KİTABIN BAŞINA DÖNMEK İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.
Naif Resim – Doğan AKÇA
Herhalde insanlar resim yapmaya başladıkları andan itibaren naïf resim de vardı. Ama 20. yüzyılın başlarında “Beş Büyükler” diye adlandırılan Henri Rousseau, Andre Bauchant, Louis Vivin, Claude Bombais, Seraphine Louis’in resimlerinden oluşan sergi 1928 de açıIıncaya, hele 19. yüzyıl sonunun resim sanatıyla tüm bağlarını koparmış olan Picasso ve Apollinaire’in naif ressamları ilk kez gerçek “sanatçı” saymaları ile bu ressamlar tanınmaya, izlenmeye başlanmış, Naif Resim, Naif Ressam kavramları doğmuş.
Naif sözcüğü Latincedeki nativus sözcüğünden geliyor. Doğal, yapmacıksız, yalın anlamında kullanılıyor. Ama özellikle beş büyüklerin sergisinden sonra, yani 1928 lerden itibaren batılı düşünürler naif sözcüğünün “Yitirilmemiş çocuksu duyarlılığın egemen olduğu bir sanat” diye tanımlamışlar.
Bu arada bir çok değişik isimle de anıImışlar. Hatta başka işlerde çalışıp ancak tatil zamanlarında resim yapabildikleri için “Pazar Ressamları” bile denilmiş.
Bazıları, eğitimden yoksun oluşları ve doğaya bağlı kaldıklarını sandıkları için ilkel (primitif) ressamlarla karıştırılmış.
Eğitilmemiş oldukları için halk sanatçıları ile ilişki kurulmuş, anonim, yüzyıllar boyu sürdürülmüş, geleneklere bağlı, bir gurubun ortak ürünü olan halk resmini (şahmeran, Hz. Ali resimleri gibi) naif resimle benzerleştirmiş.
Çocuk resmi ile naif resim arasında da benzerlik kurulmuş. Oysa belirli bir yaş döneminin resmi olan çocuk resminde naifteki seçme, ayıklama, değerlendirme özelliği yok. Kişisel izlenimler hiç yok.
Yine naïf resim ile akıl hastalarının resimleri arasında bir bağ kurmaya kalkanlar olmuş. Her ne kadar kimin hasta, kimin sağlıklı olduğunu söylemek güç ise de, naif ressamı dış etkenlerden koruyan özel ruhsal yapının akıl hastalarından farklı olduğu kesin. Naif ressam, içinde yaşadığı topluma sıkıca bağlı, oysa akıl hastalarının çalışmaları kendi geçmişleri ve dış dünyayla bağlarını koparmış, üstelik hastalığın etkisiyle resim dili giderek anlaşılmaz hale gelmiş işlerdir.
Bütün bunlar, naif resmin tarifi konusundaki bu karışıklık niye? Çünkü naif resmi diğer sanat dalları ve türleri gibi matematiksel bir kesinlikle tanımlamak mümkün değil. Batıda da, doğuda da bu sanatın ortaklaşa tanımı ortaya konmuş değil. Genel kanı naif resimin saf ve özellikle “yitirilmemiş çocuksu duyarlılığın” hissedildiği resim şeklinde.
Çekoslavakyalı ünlü düşünür Cajak Junior “insita” dergisinde yayınlanan bir yazısında “Onlar tıpkı ışığa doğru büyüyen bitkiler gibidir.
Düşledikleri ya da özlemini çektikleri şeylerin resmini yaparlar. Sade bir yaşantı günlük davranışlar, sevimli bir evren, çiçeklerle, çocuklarla, şen bayramlarla, yaşamın acıklı kesimleriyle yapılan diyaloglar. Merakı çekecek bir şekilde bize ulusallık kavramının yanısıra, hangi ülkeden olursa olsun her zaman ortak solukları olduğunu düşündüren bir ortaklık içindedirler. Bu yanlarıyla de evrensele ulaşmaktadırlar.” diyor:
1920’1i yıllarda dünyada, Herbert Read’in belirttiği gibi “modern resmin öncülerinden” sayılmaya başlayan naif resmin adı 1960’lı yıllara kadar ülkemizde hiç anılmamış. Sanki dünyada böyle bir resim yokmuş gibi davranılmış. Dünya resim sanatını anlatan kitaplara H. Rousseau’nun resimleri de konulmuş ama onun naif resmin öncüsü olduğu yazılmamış. Bu durum hâlâ bir çok akademik kökenli res¬samın beyinlerinde devam ediyor. Onlarca naif resim hâlâ resimden sayılmıyor. Ama 1960 lardan beri naif resim kavgası veren bir çok naif ressamın ortaya çıkmasını sağlayan, büyük bir naif ve bu resmin dev savunucusu Fahir Aksoy hocamız “Naif Resim ve Türk Naifleri” adlı kitabında bakın neler diyor.
“Naif ressamı onu yapar, bunu yapmaz, onu böyle yapar, şunu böyle yapmaz şeklinde ortaya koymamak gerekir. İçerikleri, biçimleri, dokuları ve teknikleri diledikleri gibi kullanırlar, naif sanatta genel kurallar uygulanmaz, söz gelimi perspektif yoktur gibi ileri sürülen savların tümü geçersizdir. ilginç bir desen anlayışına da, teknik ya da imgesel (imajiner) bir perspektif görüntüsüne de, şaşılası bir ritm olgusuna da rastlanabilir çünkü. Bunu savlayanların çoğu naif sanatın temelinde özgürlüğün yattığını unutan ve başka sanatlarla bunu karıştıranlar, isteyerek ya da istemeyerek akademik sanatla karşılaştırmalar yapanlar arasında çıkıyor.”
“Öte yandan, genel kültüre sahip ya da sanat okullarından birini bitirmiş bir kişinin naif resim yapamayacağı yolunda yaygın bir söylenti vardır. Onlara göre bu sanat cehalet ürünüdür. Eğitimden geçmemiş, hiç bir şey öğrenmemiş olmak gerekir. O kişi bir okulun kapısından girip çıksa, ya da bir müzeyi kazara gezse, o artık naif resim yapamaz, az da olsa görgüsü oldu artık, derler. Bu yakıştırmalar gülünç olduğu ölçüde, neresinden bakılırsa neresiden ele alınırsa alınsın yüzeysel ve sorunun alfabesini bilmeyen, derinliklerine inmemiş olan kişilerin savları olmaktan ileri gidemez.”
Naif resim konusunda daha çok şey yazılıp söylenebilir. Ama bu benim bilgi donanımımı da
zorlar, dergimizde de çok yer kaplar. Oysa ben sadece, geçen sayımızın kapağındaki resmi nedeniyle büyük naif ressam Cihat Burak’ı bir kez daha anmak, Türk Resmindeki doldurulamıyacak yerini bir kez daha hatırlatmak istedim.
Yazımı Fahir Aksoy hocamın bir yazısına aldığı, önemli düşünür ve sanat tarihçisi Jakovsky’in sözleriyle bitireyim.
“… Yaş, sosyal durum ve kültürel gelişme düzeyine bağlı olmadan pek çok kadın ve erkek yaşamın belirli bir anında kendini plastik bir rezonans içinde bulabilir. Önemsiz sayılamayacak katkıda da bulunabilir. Bu yaratıcı etkinlik, kişilere, düşüncenin dışa vuran yollarının tümüne göre ve daha önce görülmemiş olanın süprizine dayanır. Bu bizim nesnelere bakışımızdaki edinilmiş alışkanlıklarımızı yıkan, bilgilerimizi sarsan, entellektüel rahatımızı zorlayan bir sanat çeşitidir. Zaten Fransız ressam Derain naif sanatı yakınımızda patlayan bir silah sesine benzetir.” (İçel Sanat Kulübü Bülteni, Mayıs 1994)
Tepkisizlik – Doğan AKÇA
Yazın en sıcak günlerinde bile püfür püfür esen Akkahve’nin açık kısmında oturup sohbet ederken o keyfin kıymetini bilmiyorduk.
Sonra etrafı kapatılıp Martı Lokantası yapıldığında, bugün emlak vergisi tahsilat bürosu haline getirildiğinde de maalesef hiçbir tepki vermedik.
Akkahve’den çıkıp Atatürk Caddesi’nden kışlaya doğru, yolun iki tarafındaki, şimdi sadece Vali Konağı’nın önünde, küçücük bir kısımda kalan, üstü asmalar, begonvillerle örtülü pergolaların altında yürürken üstümüzdeki o güzel gölgenin de kıymetini bilmiyorduk. Ancak şimdi oralarda yürümek zorunda kaldığımızda güneşin cehennem sıcağı beynimizi kavururken ah çekiyor, o güzelliği hatırlıyor, ama, yine de hiçbir tepki göstermiyoruz.
O pergolaların altında yürüyerek Atatürk Heykel’inin karşısındaki Millet Bahçesi’ne ulaştığımızda dev gibi okaliptüs ve çam ağaçlarının gölgesinde, dilersek ayağınızı denize değdirerek çayımızı içer, en acımasız sıcakta bile o tatlı çam serinliğini yaşardık. Sonra o dev okaliptüs ve çam ağaçları gözümüzün önünde kesildi. Sonra o yemyeşil alan çirkin, rezil bir betonla kaplandı.
Biz ne ağaçlar kesilirken, ne o rezil beton yapılırken hiçbir tepki vermedik. Şu anda bile yeni yetme bir şarkıcının alanı gürültü kirliliğine boğan konseri daha çok insan tarafından izlensin diye kalan tek tük ağacın da dalları budanıyor, bazan kökünden kesiliyor. Biz hâlâ hiç bir tepki vermiyoruz.
Şimdi içinizden ülkenin bu kadar sorunu varken, ekonomik açmaz hepimizi cendereye almışken adam oturmuş ne uyduruk şeylere tepki göstermemizi istiyor, diyeceksiniz.
Oysa bu küçük güzellikler elimizden alındığında tepki göstermeyi öğrenemezsek büyük sorunlara hiç tepki veremeyiz.
Üstelik büyük sorunlar bütün ülkeyi ilgilendirirken, Akkahve, Millet Bahçesi, pergolalar bizim yani Mersinlilerin özel sorunları. O güzel ağaçların gölgeleri, o bahçelerin serinlikleri yalnız bize aitti ve artık yok. Ve bu yokluğun acısını sadece biz, yani o günleri yaşayan Mersinliler çekiyor.
Ama galiba tepki vermek bir kültür birikiminin sonucunda oluşuyor İngiltere’de bir kadın hem de kendi evinin bahçesindeki dört ağacı kesti diye 220 milyon lira cezaya çarptırılıyorsa bu o ülkede yüzyıllardır biriken kültürün tepkisidir.
Biz bu korkunç iletişim çağında belki de yüzyıllarca beklemeyecek ve bu kültür birikimini çok daha kısa zamanda kazanacağız diye ümit ediyorum.
(Akkahve, Mersin’den Duyuru- Eylül-Ekim, Sayı: 7, 1994)
Kim Bu Renan Koen – Doğan AKÇA
Mersin Liselileri Derneği’nin, “Mersin İlkbaharında Sevgi Haftası” içinde Kulübümüzle birlikte organize ettiği “Renan Koen Piyano Resitali” haftanın en önemli etkinliği bence. 1950/56 Yılları arasında Mersin Lisesi’nde okuyanlar çok yakışıklı, sanatçı ruhlu, olaylara hep güzel gözlüklerle bakan, güzel şiir okuyan bir öğrenciyi, yani Salo Koen’i hatırlayacaklardır. Ama ben hiç unutamadım. Çünkü o yıllarda şair Ergun Evren, Salo ve ben ayrılmaz üçlü gibiydik. Sigaraya birlikte başlamış, ilk Bafra paketini paralarımızı birleştirip almış ve birlikte içmiştik. Birlikte gülmüş, üzülmüş, sevinmiş, birlikte şiir okumuştuk.
Sonra Salo İstanbul’a gitti. Bu ayrılığın sıkıntısı onda da bizde de birkaç yıl sürdü. Sık sık mektup yazıyorduk. Sonra mektuplar seyrekleşti, buluşmalar azaldı. Hepimiz ekmek parası, iş güç kavgasına düştük. Salo’yla çok seyrek de olsa görüşmelerimiz sırasında artık çocuklarımızdan bahsediyorduk. Ve Salo’nun Renan adında bir kızı olduğunu, müzik yeteneğinin yüksekliğini, sekiz yaşında klasik flüt çalmaya başladığını, sonra piyanoya geçip, besteci Ali Darmar ve Devlet sanatçısı Ayşegül Sarıca’nın öğrencisi olduğunu, sonra Fransa’da, İngiltere’de müzik öğrenimini sürdürdüğünü öğreniyor ve büyük mutluluk duyuyorduk. Renan Koen şimdi İstanbul, Paris resitallerinden sonra en önemli konserlerinden birini Mersin’de gerçekleştiriyor.
Konserde sunacağı eserler, detaylı özgeçmişi velhasıl her şey Derneğimiz tarafından satılacak davetiyelerde sizlere sunulacak. Ben sadece mutluluğumu anlatmak istedim. Ne güzel değil mi? Mersin Lisesi’nden yetişmiş, Mersinli bir kardeşimizin üstün yetenekli çocuğu, Mersin Liselileri Derneği’nin etkinlikleri içinde ve Mersin’de konser verecek.
Ne mutlu! (İçel Sanat Kulübü Bülteni, Nisan 1992)
Kapaktaki Resim – Doğan AKÇA
Bence Mersin, Akdeniz sahil şeridindeki en güzel ilimiz. Belki bütün dünyaca en tanınanı değil. Belki en çok reklamı yapılanı değil. Belki en iyi bakılan, en iyi yönetilen değil. Ama yine de en güzel konumdaki, en güzel şehir.
Bir de, şu yukarıda saydığım belkilerle Mersin’i öne geçirebilirsek, yani, bir takım safsatalardan korkmadan Mersin’i dünyaya açsak. Kısa bir dönem bir Ermeni Krallığı bu topraklarda var olmuş diye, şu bütün dünyanın bildiği KİLİKYA sözünü kullanmaktan korkmasak. Korkmak ne kelime, KİLİKYA sözüne sahip çıksak. Mersin’in KİLİKYA toprakları üzerinde, dünyanın en eski medeniyetinin ortasındaki büyük güzelliğini anlatsak. Ve bu topraklarda insan varolduğundan beri yaşamış herkesin hemşehrimiz olduğu gerçeğini hissetsek, bununla övünsek. Oysa tersine ve çıkarcı bir mantıkla biz bu medeniyetlerin ortaya çıkmasından ürküyor gibiyiz. Elimize bir fırsat geçtikçe bir tarihî eseri daha yıkıyor, toprağa gömüyor, üzerine yeni bir zevksizlik ve çirkinlik abidesi, yeni bir yazlık site dikiyoruz.
O güzelim sit alanlarını çirkin siteler alanı yapıyoruz. Sanki bundan bir takım yöneticiler çıkar sağlıyormuş gibi sitelere verilen alanlardaki kaybolan büyük tarihi, kurnazca gizliyoruz.
Oysa ülkenin gerçek çıkarının sahili bir beton şerit gibi kapatan sitelerde değil, tarihin ortaya çıkmasında, dünyadaki en eski yerleşim yerlerin¬den bir YUMUKTEPE’nin dünyaya anlatılmasında, bir Kanlıdivane güzelliğinin, Levent Zoroğlu hocamızın Aydıncık’ta bulduğu muhteşem Mozaik’in, bu derginin bir sayısının kapağındaki İsmail Kayadelen’in usta objektifinin görüntülediği Tisan Koyu mozaiklerinin dünyaya sunulmasında ve bu büyük güzellikleri bütün dünya in¬sanlarıyla paylaşmakta olduğunu, artık anlayabilsek.
İşte ancak o zaman Mersin’i de dünya seyahat rehberlerinde layık olduğu yere katabilir, turistik kent statüsüne sokabiliriz.
Ve o zaman gerçek çıkarımızın yazlık sitelerde değil, turizmde olduğunu görür, bir dünya kenti olmanın mutluluğunu yaşarız.
Oysa biz böyle yapacağımıza, tersine şehrin göbeğindeki iki ormana bile sahip çıkamıyor, Atatürk Parkı’nın limana bağlanıp contanier sahası olması projesine de, kışlanın Oyak tarafından dinlenme tesisleri yapılması projesine de hiç tepki vermiyoruz.
Aslında çağdaş bir şehrin halkı ta 1950’1i yıllarda limanın ve ATAŞ Rafinerisinin böyle tam şehrin önüne, şehirle, denizi birbirinden koparacak şekilde kurulmasına tepki verir ve yaptırmazdı. Ama biz bu şehrin kıyılarında, İtalyan Kilisesi’nin, Mersin Oteli’nin, Belediye’nin önünde denize girmiş, o güzelliği yıllarca yaşamış insanlar bile o zaman hiç tepki vermemiş, hatta liman yapılıyor diye sevinmiştik. Çünkü çağdaş insanın ne olduğunu bilmiyorduk. Belki bilen ve tepki vermek isteyen vardı ama onlar da antidemokratik yasalardan korkuyor ve böyle çağdaş bir tepkinin bile başına iş açacağını düşünüyordu.
Şimdi o günlerden 40 yıl sonra, 25 yıl emek verilerek yapılan Atatürk Parkı’nın o dünya güzeli ormanı, hem de limana saha kazandırmak için yok edilmek isteniyor devlet tarafından.
Limanın etrafında, limanla serbest bölge arasında bir yığın boş arazi var. Limanın karşısında Mersin-Adana yolunun dağ tarafında, ta dağa kadar her yer boş. Üstelik liman tesislerinin içinde plan ve projesi 1950’1i yıllarda yapılmış, fakat o zaman bazı nedenlerle inşa edilmemiş koskoca bir container rıhtımının yeri hazır. Ama bunlar hep birazcık masrafla açılacak sahalar. Oysa Atatürk Parkı’nda iş kolay, birkaç günde kesersin o dünya güzeli ağaçları, sahayı düzelttin mi oldu sana container sahası. Üstelik elde ettiğin odun da cabası.
Atatürk Parkı’nın bir bölümünün kapaktaki resmini yaparken aklımdan hep bunlar geçiyordu. Acaba Halkevleri, Köy Enstitüleri hızla çağdaşlaşmamızı sağladığı için mi kapatılmıştı? Çağdaş olursak bu katliamlara tepki veririz diye mi acaba?
Merak ediyorum, bu kez limanın inşasında yaptığımız hatayı yine yapacak mıyız? Yine hiç tepki vermeden seyirci mi kalacağız? Merak ediyorum şehri yönetenler, devlete başka arazileri gösterip, istedikleri sahayı oraya yapmaya, Atatürk Parkı’na dokunmamaya ikna edebilecek mi? Kışlayı birkaç kişinin dinlenmesi uğruna tarumar etmeye kalkanları başka arazilere yollayıp orada bütün şehrin kullanacağı görkemli bir park yapabilecek mi?
(Doğan Akça, Kapaktaki Resim, Mozaik, Ocak 1994)
Kaleden Kaleye Tarih uçurdum – Doğan AKÇA
Kimbilir hangi çağın, hangi milattan öncesinde kimler yapmış bunları oraya… Kimler Toros’un taşlarına o güzellikleri, o nakışları işlemiş… Kaç kez sahip değiştirmiş, kaç din, kaç ırk, kaç millet gelip geçmiş oralardan…
Kimbilir kaç güzel kız, kaç yakışıklı delikanlıya aşık olmuş, türküler yakmış kulelerde… Kaç delikanlı sevgisine karşılık bulamamış da, atmış kendini aşağılara…
Şimdi Toroslar’ın bilmem hangi zirvesinde suskun ama muhteşem bir yalnızlıkla bizleri seyrediyor. Ve yüzyılların bütün acımasılığına rağmen hâlâ güzel.
Ve İçel Sanat Kulübü’nün o güzel insanları, onlarla tanışmaya, onlarla kucaklaşmaya, onlarla sevişmeye götürüyor bizi. Kalelerden kulelere, köprülerden kiliselere sevgi uçurmaya.
(Dere Tepe Gezerken, İçel Sanat Kulübü Gezi Rehberi, Kasım 1994)
Kar Taneleri – Doğan AKÇA
Siz hiç içine kar taneleri düşerken çay içtiniz mi?
Veya, bir kasım gününde kendinizi birden bir doğa cennetinde bulup, kendi elinizle
dalından kopardığınız cennet meyvelerini, incirleri, böğürtlenleri yediniz mi?
Yahut bir minübüsün içinde yolculuk ederken hiç, Mersin’in gururu, büyük kompozitör, Devlet Sanatçısı Sayın Nevit Kodallı’nın yanında oturan Harun Arslan’dan “Manda yuva yapmış söğüt dalına” türküsünü dinleyip o muhteşem zıtlığın keyfini yaşadınız mı?
Ben kulübümün düzenlediği her gezide böyle tadına doyulmaz keyifler yaşıyorum. Bu saydıklarımı da 6 Kasım’daki Kaleler-Kuleler gezisinde yaşadım. Sözde biz 12-13, kaleyi gezecek ve “kaleden kaleye tarih uçuracaktık.” Oysa bizi Küstüllü’deki konağı görmek için minübüsten iner inmez korkunç bir soğuk kucakladı. Dişlerimiz takırdamaya başlarken kendimizi tekrar minübüslere attık. Kale, kule görecek halimiz kalmamıştı. Hemen bir köy kahvesi bulup sıcak çaylara kavuşmak istedik. Ama, Veyselli’deki kahvede durup çaylarımızı almaya başlamadan, o, lapa lapa muhteşem kar başladı. Ve gerçekten çaylarımıza kar taneleri düşüyordu artık.
Veyselli’de de Koramşalı denilen cennette de dünya güzeli saatleri yaşarken kaleleri, kuleleri bir başka geziye bırakmış, o anın lezzetini tadıyorduk artık.
Ha, bir de Safa’nın Veyselli’lilerden istediği bazlamalara köy bakkalından aldığımız helvayı sarıp yemek vardı. Onun tadını da siz hesaplayın artık.
Veya en iyisi siz İçel Sanat Kulübü’nün gezilerine katılın.
(Dere Tepe Gezerken, İçel Sanat Kulübü Gezi Rehberi, Aralık 1994)