MERSİN’İ ZİYARET EDENLER – FRANK FOKKE FERWERDA – PARİS
Dr. Louis Charles Lortet.
Mersin’e gelişi : Nisan 1875
Fransız gezgin, yazar ve bilim adamı Dr. Louis Charles Lortet 1836 senesinde, Lyon civarlarında bulunan Oullins kasabasında dünyaya gelir. Yüksek tahsil görmek için Paris’e gidip 1861 yılında tıp fakültesini bitirir, aynı sene doktorasını kazanır. Ancak, 25 yaşında olan bilim adamı sadece Tıp Doktoru unvanıyla memnun kalmayarak Lyon’a dönüp oradaki yeni kurulan Doğa Bilimleri Fakültesinde Doğa Tarihi okumaya başlar ki altı sene sonra ikinci bir doktor unvanına layık bulunur! Fen Doktoru olur olmaz Lyon Üniversitesinin Tıp Fakültesinde hayvan bilimi öğretmeye başlar. 1877 senesinde aynı fakültenin dekanı olarak Fransa’da fen, tıp ve bilim çevrelerinde büyük ün kazanır. 1909 senesinde vefat eden Lortet, meşhur etnolog ve Türkiyeyi karış karış dolaşmış hemşerisi Lyon’lu Ernest Chantre’nin meslektaş ve arkadaşlarındandı. Lyon şehrindeki Doğa Tarihi Müzesinin Genel Müdürü Dr. Lortet, kendisi de dört kez seyehata çıkar; birinci defa Yunanistan’a, sene 1873, sonra Anadolu ve Suriye’ye. Bu ikinci gezinin bizi ilgilendiren önemli notlarından bahsetmek istiyorum. Lortet’nin “Levant’a Yolculuğu,” 19 Mart 1875 senesinde başlar ve Hatay’la Lübnan ve Suriye’ye kadar uzanır. Hem zoolog, hem de tıp doktoru olarak bu geziye katılan Louis Charles Lortet bize kalın, büyük boylu, 675 sayfalık!, 364 gravürlü! bir eser bırakacaktır: ” LA SYRIE D’AUJOURD’HUI. VOYAGES DANS LA PHENICIE, LE LIBAN ET LA JUDEE, 1875 – 1880, PAR LE DR. LORTET, DOYEN DE LA FACULTE DE MEDECINE DE LYON. OUVRAGE CONTENANT 364 GRAVURES, UNE CARTE DE LA PALESTINE ET HUIT AUTRES CARTES.” PARİS : HACHETTE : 1884 : In Fol : 675 pages. (Yani Türkçe olarak: “Bugünkü Suriye. Lyon’un Tıp Fakültesinin Dekanı Dr. Lortet tarafından Filistin’e, Lübnan’a ve Yahudiyeye 1875 ve 1880 senelerinde yapılan seyehatler (364 Gravür, Filistin’in bir haritası ve sekiz adet başka haritalar içeren bir eserdir.) Paris’te 1884 senesinde Haşet Kitabevi tarafından basılmıştır).
Gördüğümüz gibi bu gezi 19 Mart 1875 tarihinde başlar, ve Nisan’ın ilk günlerinde gezginlerimiz Finike civarlarında kısa bir durak yapıp dağlara çıkarak yerli Tahtacıları tasvir eder, kurt köpeklerinden korkup akşam üstü tekrar Scamandre gemilerine dönerler. Ertesi gün, fırtınalı bir deniz üzerinden Likiya’yı Pamfiliya’dan ayıran burnu aşarlar. O andan itibaren Lortet’nin kendi sözleriyle dinleyelim:
“Hava tamamen düzeldi. Kelidonya Burnu’nu aşıp Antalya Körfezinin içinden geçiyoruz. Dürbünlerimizle, MÖ 158 senesinde prens Attalos tarafından kurulan Antalya şehrini bütün ayrıntılarıyla seyredebiliyoruz. Denize bakan yüksek kayalıklar üzerindeki bu kasabanın etrafında, güzel bahçelerin mevcut olduğunu gösteren koyu yeşil bir kuşağı vardır. Ertesi günün sabahında vapurumuz, antik çağlarda Kilikiya Tracheia, yani Kayalık ve yahut Sarp Kilikya denilen Anadolu’nun sahillerine yaklaşmaktadır. Hava son derece güzel, karadan esen rüzgâr yüzünden uzaklarda yükselen kar ile kaplı, Alplerimizi andıran zirveler çok net bir şekilde gözükmektedir. Sahiller çok girintili çıkıntılıdır ve ani bir şekilde denizde biter. Tepeleri olduğu gibi ormanlarla kaplıdır.
Her tarafta harap burçlar, ören surlar ve çarköse kulelerle, meşe ve çam ormanlarının içinden yükselen hemen hemen hiç bozulmamış gözüken haçlı seferlerinden kalma Venedikli kaleler. En geçmiş zamanlardan beri onca değişik halklar için yol olarak hizmet vermiş, antik ve ortaçağ devirlerinde öylece nüfuslu olan engebeli bu sahillerin güzel dağlarını titizce keşfeden arkeologla bilim adamı için nice zengin harmanlar kalmış bulunmaktadır. Birbirlerinin arkasında yükselen Cragus, Andricus ve imbarus’un silsileleri Sarp Kilikya’ya çok özel bir görünüm vermektedir. Sayısız kollarıyla dimdik dikilmiş kocaman bu kaya tabyaları, ya çıplak, ya şahane bir yeşillikle kaplı, koyu renkli kitleleriyle kendilerini, her zaman kızılca topraklardan canlı bir şekilde iyice ayrılan bembeyaz kuşakla çevrilmiş sahile kadar atarlar, Alanya’dan sonra, yani Lisan Burnuna kadar sadece kireç dağlarla karşı karşıya geliyoruz, ki onların jeolojik yaşı daha keşfedilmiş değildir. İşte, limanından atılgan Kilikya Korsanlarının Roma Donanmasına karşı gemilerini gönderdiği, antik çağda Korakesion denilen Alanya şehri; biraz ilerde işte, Milat’tan sonra 117 senesinde isyan eden Yahudilere karşı yönelttiği seferinden dönen İmparator Traianus, yakınlarında öldüğü için Selinos Traianoupolis denilen Selindi köyü. İşte Anamur Burnu ve güney tarafında Anemurion harabeleri. Onlar da Güney-Batıya açılan bir koydan uzak olmayan bir tepenin yamacında kurulmuş, bugün tamamen terk edilmiş antik bir şehir. Yöresinde yüzlerce bozulmamış, dokunulmamış ve mükemmel muhafaza edilmiş mezarlar ve ufak, tonozlu, ve aşağı/yukarı hepsinin kapıları deniz tarafına açılır aynı istikamete yöneliktirler. Şehir batı ve kuzey tarafından eski ve mazgallı surlarla korunmuştur. Tepe yamaçlarında dağların sularını şehire getiren uzun su kemerleri var. İsmi henüz bilinmeyen ve tarihi hâlâ yazılmayan bu Anamur kenti daha özel bir incelemeye layıktır; bütün ayrıntılarını gayet rahatça görebiliyoruz, çünkü vapurumuz sahile o kadar yakından geçiyor ki tabancalarımızın kurşunları yalının kayalarını parça parça ediyor. Lisan, yahut eski ismiyle Sarpedon burnunu aştıktan sonra gemimiz, yine sürekli olarak, sahili pek yakından izleyerek kuzey / doğu istikametine dönüp bizi Silifke, Korikos, Eleusa (yahut Sebaste / Lamas) ve Pompeiopolis’in muhteşem kalıntılarının önlerinde gezdiriyor. Denizden görünen şehrin dalga kıran ve liman havuzuna ulaşan elli adet korintiyen sütunlu caddesi, eskiden mutlaka son derece görkemli bir etki yapmış olmalı. Bu örenler şimdilik alçak, batak ve hemen hemen ıssız bir yalının kamış ve saflarının ortasından yükselmektedir. Günün ortasında gemimiz, sahillerinde Mersin kasabasının basit binalarının yayıldığı şirin körfeze demir attı.
Mersin kasabası, sadece Orta Anadolu’dan kervan ile getirilen mallar için depo olarak kullanılan otuz kadar alçak evlerden ibarettir! Hemen hemen bir tek barınak uygun gözükür ki, o evde, Messageries Maritimes İşletmeleri’nin yerli temsilcisi, sayın İbrahim Sabah Efendi, bizi, iyi niyet ve mükemmel bir misafirperverlikle kabul etmişti. Mersin’in doğru dürüst bir limanı yoktur. Gemiler açıklarda kalmak mecburiyetindedir ve iki tane uzun, tahtadan yapılmış, kazık temelli iskele, ticaret mallarının mavna ile yükleme ve boşaltmasına müsade ederler. Evlerin arkalarında, meyve ağaçları dikilmiş ve yeşil çitlerle kuşatılmış bostanlar uzanır. Bu bitki örtüsü o kadar gürdür ki sadece çatılarının uçları ağaçların üstünde gözükmektedir. Kayısı, armut ağaçları eşsizdir ve Beyrut’a, Rodos’a pek büyük miktarlarda gönderilen çok arandan meyveler üretir. Sözde liman, Fransa ve İngiltere’ye yün ve birkaç seneden itibaren, denize yakın bu yörelerden, bilhassa Tarsus’un etraflarında üretilen büyük miktarda da pamuk gönderir. Şehrin batı tarafında bir tepecikte antik sur kalıntıları gözükür; biraz daha ilerisinde, dar çayın ağzı belli olur. Orada hazır bulunan yontulmuş taşları Mersin’deki binalar için almasını gayet kolay bulan Türkler’in bilgisizliğinden dolayı sayısı her sene giderek azalan Pompeiopolis’in yüksek sütunlarını gemimizin güvertesinden çok net seyredebiliyoruz. Doğu istikamete bakarsak bir, iki ufacık höyük daha var ki onlar da klasik yapı kırıntıları taşımaktadır. Karaya çıkar çıkmaz, görülmesi mümkün en gözalıcı, en rengarenk, ayrıca da hepsi parıltılı, alaca giyinişlerle Türk, Arap, Suriyeli, Zenci ve Ansarilerden oluşan bir toplulukla kuşatılmış bulunuyoruz. Birkaç pis, çamurlu, daracık sokak geçtik, ondan sonra, hem avlanarak, hem ilerleyerek Tarsus’a giden yolu tarlalar üzerinden takip ettik. Alçak, bataklı bu ovanın her tarafına sayısız dereler akar. Kuzey tarafına bakarsak bir süre yeşil ve ormanla kaplı tepeler mevcuttur; düzenli bir şekilde, kat kat yükselmektedirler, muhteşem Dümbelek, Bulgar, Anasa ve Allah zirvelerine kadar. Hem taslak, hem renk bakımından hayranlığa değer bir çok zirveler vardır, ki onların arasında Medetsiz Dağı en önemlisidir. Yüksekliği 3666 metre, üçgenli, piramidal bir şekilde olup kuzey yüzü 600 metrelik sarp bir duvardır….
Türkçe Tercümeye yardımcı olan Güzin Berkmen’e teşekkür ederim.
İçel Sanat Kulübü Aylık Bülteni 41. Sayısından alınmıştır.