BİRAZ GEÇMİŞE BAKARSAK “Mersin diye bir yer yoktu”
Eşimin babasına “Barutçu Ali” derler, yöredeki en yaşlı köy ağasıydı. Değirmenderesi Köyü’nden ihtiyaçların alımı için Tarsus’a geldiklerini anlatırdı.
…değneğini attığın yer senindi, Mersin diye bir yer yoktu. demişti.
İşte o kadar değersiz topraktı buraları. Ve de sivrisinek, hastalık, pislik…
Eski Dünya kentlerinden Tarsus ile Soli-Pompeipolis’in arasında yer alan Mersin, yeniden doğuşunu 1860’lardaki dünya pamuk krizine borçludur. O yılların Kazanlı köyündeki deniz iskelesi yetersiz kalmış, Tarsus’un iskelesi bulunan Lagün Gölü de dolmuştu. 2500 yıllık antik Soli Limanı ise merkeze uzak kalmıştı. Artık, Mersin’deki derme çatma ahşap iskeleden, ilk pamuk balyaları yola çıkarılmaya başlamıştı.
Kent dokusu, sahil boyunca geniş tabanlı bir üçgen içinde gelişmiştir. Mersin’in Yumuktepe’den yavaş yavaş sahile indiği, Mersin Çayı’nın doğusundan güneye yayılarak geliştiği kabul gören bir olgudur. Önceleri, Tarsus ile Silifke arasında konaklama yeri olduğu, ilk iskelelerden, Sursuklar’ın yelkenlileri ile Suriye’ye kereste, kömür, pamuk götürüp, Sükkari taşı getirildiği anlatılanlar arasındadır.
Mersin’in mayası Yoğurt Pazarı
II. Mahmut döneminde Adana sancağı mutasarrıfı Seyit Ali Paşa’nın isteği üzerine Silifke (1812) ve Anamur (1814) beylerine karşı destek verip isyanın bastırılmasında etkin olan Göğçeli, Koloğlu (Yüzbaşı) Mehmet Ağa; Padişah II. Mahmut tarafından Alaybeyliğine yükseltilir. Göğçeli köyünden Akdeniz kıyılarına kadar, devlet mülkü toprakları aşiretine “arpalık” olarak bağışlanır. Tapu benzeri ferman/berat, aşiret büyüklerinden Derviş namıyla maruf Mehmet Ağa’ya verilir. Ardından Tarsus kaymakamlığı da kendisine emanet edilir. Tarsus’ta Koloğlu hamamını yaptıran Mehmet Ağa, 1829 – 1830 yıllarında, Silifke Tarsus yolunun geçtiği eski çeşmenin başında bir Pazaryeri kurmayı düşünür. Bu yeri seçmesinin nedenleri arasında,
1) Deniz kıyısına yakınlığı,
2) Çevre ile ilişki kurulabilecek ilk yolların buluştuğu bir yer olması,
3) Tatlı su kaynağının bulunmasıydı.
Tarsus Alaybeyi (Binbaşı), Göğçeli Koloğlu Derviş Mehmet Ağa, 1831 yılında Yörükler ve Türkmen köylülerin ve tüm yöre halkının alışveriş yapacağı bir pazaryeri oluşturmak adına, Mersin için önemli olacak bir karar vermişti. Bugünkü “Yoğurt Pazarı” olarak bilinen yeri, çalılardan, mersin ağaççıklarından temizletip düzleterek genişçe bir alan meydana getirdi.
Eski ismiyle Frenk Mahallesindeki Mersin’in en eski meydanı ve çarşısı olan Yoğurt Pazarı, Mersin’in oluşumundaki ilk ve tek nokta sayılır.
Köylü ve Yörüklerin davarları için gerekli olan tuzu pazarın ilk malı olarak, Adana Karataş’tan getirtir. Kıbrıs toprak kapları, tuz, süt ürünleri, tütün, deri, yün, kıl aba, el dokumaları, meyve, bal bu pazarın ilk malları oldu. Antik dönem dokumaları Cillium’dan Yörük Kilimi’ne kadar. Levanten halkın oluşturduğu ticaret merkezinin yanındaki bu alan bir köylü pazarı niteliğindeydi.
Mehmet Ağa, pazarın yönetimi için oğlu Hüseyin Ağayı görevlendirmişti. Pazarın kuzey yönünde şimdiki Hastane/İstiklal Caddesi kavşağında, Mersin’in ilk evini; moloz taş duvarlı, üstü toprak damlı, uzun konuk salonu olan büyükçe binayı oğlu için yaptırdı. Hüseyin Ağanın evinin doğu yönünde testici İsmail Efendi için bir “huğ” evi yaptırdı. Pazar yönetimine yardım eden Camili köyü eşrafına da, İsmail Efendinin çevresine dam ve huğ evler yapılmasına izin verildi.
Böylece Yoğurt Pazarı merkezi çevresindeki bir kaç ahşap kulübe yanında, tütüncü, demirci dükkânları sıralanmaya başladı. Eski fotoğraflarda ortada bir çeşme yapısı görülür.
Yoğurt Pazarı aslında bir alış veriş alanı olarak kurulmuştu ama kurulduğunda Mersin diye bir yer yoktu. Bu nedenle Yoğurt Pazarı zamanla kentin çekirdeğini oluşturdu.
Hüseyin Ağa ticari gelişmeyi görerek, pazaryerinin güneyine doğru bir yol açtırarak, deniz kenarında kayıkçılar için (Şimdiki postanenin yerinde) bir iskele çaktırdı. Böylece pazarın deniz bağlantısı da kurulmuş oluyordu. Köy ürünlerinin yanına, bahçeciler, balıkçılar ve seyyar satıcılar da ticarete katıldılar.
Yoğurt Pazarı Mersin’in oluşumundaki ilk ve tek nokta sayılır. Köylüler ürünlerini, Yoğurt Pazarı çevresinde bir kaç salaş kulübede pazarlıyorlar, böylece ticaret dünyasına katılıyorlardı. Gön körüklü demirciler, taş dibekte kahve dövüp satan ve “tahmisçi” denen kurukahveciler, elde kıyılmış kehribar misali tütün satıcıları bağrışıyordu.
1888 yılında Mersin İlçe merkezi (Mutasarrıf Nazım Paşa) olunca pazaryerinin peyzajı yapılıp zemine beyaz sükkari taşları döşendi, dört köşesine ağaçlar dikildi. 19.yüzyılın ortalarına doğru ise Süveyş Kanalı inşaatına gerekli kereste ihtiyacı nedeni ile ticaret büyük oranda gelişmişti. Bu kerestelerin büyük bir bölümü bu yöreden karşılanmıştır. Yine aynı yıllarda Amerika ve Almanya’nın susam ve pamuk talebi üzerine, yörede çeltik ve susam tarımına ağırlık verilmiş, uzun süre iyi kâr getirdiği için de göçebe veya yarı göçebelik yapan aşiretlerin birçoğu iskâna geçerek kimisi toprağa bağlanmış kimisi de sırf kereste ve yük çekmek için deve alarak kervancılık yapmaya başlamıştır. Özellikle Amerika ve Almanya’nın talep ettiği pamuğu ve askerin gıda ihtiyacını karşılamak için Mısırlı İbrahim Paşa Suriye’den 2000 tarım işçisini (Fellah) getirterek Mersin’ den Hatay’a kadar sahil kesimine yerleştirmiştir. Sıcak ülkeden getirilen bu işçi ailelerini, özellikle Çukurova’nın aşırı sıcağı çok fazla etkilemiyor, kısa sürede istenilen performansı göstererek atıl vaziyette duran arazileri verimli hale getiriyorlardı.
Daha sonraki yıllarda 19.yüzyılın sonlarından itibaren Mersin gelişmeye başlayınca Yoğurt Pazarı ve Tüccar Han (Azakhan) Pazarları’nın tam devreye girmesine kadar eski Mezitli önemini korumuş, bu tarihten sonra ise alış verişin merkezi Mersin’ e kaymıştır.
• 1960’lı yıllara kadar Yoğurt Pazarı özelliğini kaybetmemişti.
• 1980’li yıllara kadar arazözler kuzeybatı köşesindeki bir kaynaktan su alırlardı.
• 1990’larda Meydanın adı “Muammer Aksoy” olarak değiştirilmişse de kimse bu adı kullanmıyor. 170 yıllık bir isim kolayca terkedilir mi?
• 1997 yılında Mersin’in simgesi olan “Yoğurt Pazarı”; insan ölçülerine uymayan beton bir havuz çevresinde sıralı banklar konularak sözde park haline getirildi.
• “Yoğurt Pazarı”, halen Mersin’de mekân ve yön tanımlamalarında “Çevre yolu”, “Çarşı”, “Forum”, “Metropol” gibi başlıca belirtkenliklerden biridir.
Eski Mersin kartpostallarında da görüleceği gibi, o yıllarda bu iskele – çarşı, köy – bahçe ve çevresindeki Mersin bitkisi ağırlıklı yeşil doku arasında tek evler göze çarpıyordu. Bu tek odalı “Huğ” ve çardak tipi kulübeler, zamanla yerlerini kemerli ahşap ve taş evlere, hızlı gelişmenin etkisiyle yabancı kültür yapılarına terkettiler.
Dar sokaklar daha serin olması, gölge sağlaması nedeni ile tipik Akdeniz mimarlık özelliğinde idi. Doğu-batı, kuzey-güney yönlerindeki yollar gün boyunca denizden esen rüzgarların yalaması ile serinleyen taş evlerle ve onu çevreleyen doğal yeşil doku ile iç içe idi.
Arazi yapısı engebeli olmadığından yapı düzenlemeleri, sokak ve caddelerin oluşumunda zorluk çıkarmamıştır.
Eski Mersin Yapıları, yalın planlı, gösterişsiz cepheli yapılardır genellikle. Dini mimarlık yapıları gibi, sivil mimarlık yapıları da yalınlık sınırlarını zorlamaz. Yine de Mersin’de yüzyılımızın başında çağdaş Avrupa kentlerinde görülen, planlama ve uygulamaya koşut kent yapıları yükselmiştir. Önceleri dışarıdan getirtilen yapı gereçleri, zamanla kent çevresindeki taş ocaklarından sağlanmış, çevrede zaten bol bulunan kereste ile günün koşullarına uygun, Avrupa modası yapılar, yine yabancı ustalar tarafından inşa edilmişti. Yapılar görkemli olmasa da hizmetler batı standartlarında gelişiyor, bunu tren, tramvay gibi raylı taşımacılık, enerji, hal binaları, iskele, depo, fabrika gibi yatırımlar destekliyordu.
Bu gelişme, İstanbul’un altın çağı ile eşzamanlıydı. Bu hizmetlerde çalışanlar dış ülkelerden sağlanan işgücü idi. Yoksulu varlıklısı, bu insan mozaiği, doğaldır ki kendi evleriyle, kendi mahallelerini oluşturup, kendi tapınaklarını, okullarını kurdular. Göçler, işgaller, savaşlar, daha sonra Cumhuriyet ve devrimler bu oluşumu etkiledi ise de gelişmeyi, kentin büyümesini engellemedi. Endüstriye bağlı tarımın gelişmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası her büyük kent gibi Mersin’i de besleyip büyüttü. Nur Müderris arşivi
Mersin Akdeniz’in en yeni kent merkezidir. Ulaşım olanakları iyidir. Demiryoluyla Anadolu ağına, Karayolu ile batıda Antalya’ya, Sertavul Geçidi’nden Konya’ya, Gülek Boğazı’ndan Orta Anadolu’ya, doğuda Adana ile Antakya üzerinden Suriye’ye, deniz yoluyla Kıbrıs ve tüm Dünya’ya bağlantılıdır.
İlk çağlardan beri çoğu yollar, obsidiyen, kalay ve diğer madenler ile tarım ürünlerinin ihraç kapısıydı.
Kenti kuzeyden duvar gibi kuşatan Toroslar’ın eteğindeki sahil yerleşimi, ona karakter veren denizi ile dağ-deniz birlikteliğinin ürünlerini ve avantajlarını alabildiğine kullanmıştır
Her karış toprağından fışkıran yeşil içindeki, portakal, limon bahçeleri, pamuk tarlaları yanında kurulan Eski Mersin Yapıları, artık geçmişin hüzünlü şarkılarında kalmıştır.
Çimento blokların gölgesinde kalmış, kaderlerine terk edilmiş kimileri. Oysa halâ direnip, insan sıcaklığını gözeneklerinde duyumsayanları dimdik ayakta. Yeşilin özlemini çekiyorlar mı hâlâ? Bu bitek toprakta; bina ile kaldırımın ayrılıverdiği çatlakta, inatla yeşeren palmiye çitillerini sizler de görmüş olmalısınız. 30–40 yıl öncesinin çiçekli bahçeleri, parke taş döşeli sokakları, kesme taş yapıları da anılarda kaldı artık. Evden işe, işten eve koştururken, asırlık dost yapılarımız, şimdi biraz kahırlı, kırgın gülümserler bize.
Sahibi, kiracısı veya konuğu olduğumuz, soyu tükenip sayıları azalan, devrinin sağlıklı yapılarına; hangimiz onlara dost gözüyle bakıp, içimizden güzel şeyler geçiririz!
Onca görmüş geçirmiş, türlü-çeşitli olaylara tanık olmuş, kent yapı kültürünün kahramanları; doğumunu gördüğü kimbilir kaç genci emekli etmişlerdir.
İstanbul’da gözüne bakıp, nazlı büyüyen, 8–10 yapraklı olduğunda karşısına geçip gurur duyduğumuz kauçuk bitkisini, Mersin’de dev ağaçlar halinde gördüğümde, içimde bir sızı duymuştum. Gıpta edip Mersin Garı bahçesinden genç bir fidanı götüresim gelmişti.
Kırk yıldan bu yana, bana Mersin’e yerleşme kararı verdiren bu fidanlarla, bu rengârenk açan Gelin duvakları, Japon gülleri ile kuşatılmış Mersin taş yapıları artık ilgimi çekmiyor mu?
Ben İstanbul’dan, herkesin ulaşmak için düş kurduğu İstanbul’dan, bu çiçekler içindeki, hep güneşli, masmavi gökyüzüne sahip, taş evlerde yaşamak için geldim. Doğaya, denize, dağa, antik kentlere kolay ulaşabilme heyecanı ile doğduğum topraklardan Mersin’e göçtüm.
O yıllarda bir masal ülkesiydi Mersin. Çok kısa sürede herşeyin yalnızca adı kalıyor, anısı kalıyor. Herşey söylenceye dönüşüyor. Pozcu semti diye bilinen “Bahçelievler” şimdi sadece bir durak ismi. Ne bahçesi kaldı ne evi. Gözümüzün önünde 45 evler, 84 evler, binleri aştı. Öyle aştı ki eteğindeki Türkmen Oteli ve onun plajıyla birlikte, denizi de itip Kıbrıs’a 200–300 metre yaklaştı. Ya Türkmen Caddesi. Onun da adı kaldı. Hem de adeta çıkmaz sokak. 2009’da cadde ile bulvarın bağlantısı yapıldı.
Pek az kentin sahip olduğu bir özelliği vardı Mersin’in. Yüzülebilir sahil ve kumsalı, göz göre göre yok oldu. Yapı imar planları, yönetmelikler, acımasızca yuttu yok etti onu. İncecik kumsalındaki Zefiryum antik kentinin, son kalıntılarıyla birlikte.
Soli-Pompeipolis Antik kenti sahilinden, antik kent Anchiale’ye (Kazanlı) kadar Büyük İskender’in at koşturduğu, yarışmalar düzenlediği sahil şimdi çirkin çokkatlı sitelerle kapatıldı.
2005 yılında antik Soli limanının içinde kumsal üzerinde atık su deşarj pompası binası yapıldı. 1980’lede burası Halk Plajı idi.
Bir başka güzel semt, Plaj Yolu idi. İncecik kumsalında, 84 Evler mahallesindeki evimizden mayolarımızı giyip denize girerdik. Artık plajın yerinde Mersin Feneri’nden itibaren batı yönüne doğru, denizin üzerinde inşa edilmiş nice ünlü yapılar yer alıyor.
Artık o sadece bir minibüs durağı adı. Plajı gitti adı (yolu) kaldı. İzi bile kalmadı. Yazık…
Oysa 1923 yılında
ATATÜRK MERSİN’DE
“Mersinliler, Mersin’e sahip olunuz.” demişti
Atatürk Mersin’e yaptığı ziyaretlerinden birinde, denize de girmişti. Bugünkü liman tesislerinin yakınında olduğu bilinen Alman İskelesi’ne dekovil hattıyla gelen Atatürk, deniz banyosu almıştı. Doğduğu kente benzediğinden gönlünde ayrı bir yeri olmalıydı Mersin’in.
17 Mart 1923’te de Millet Bahçesi’nde söylev veren Gazi’nin, anısı kalan bir özdeyişi vardır;
“Mersinliler, Mersin’e sahip olunuz.“
O günlerde gözü pamuktan başka birşey görmeyen Mersinlilerin sanki “kulakları da pamuk tıkalı”ydı. Tam tersini yaptı Belediye Başkanları. Sanki izi, belgesi kalmasın diyerek bu güzel alanı, Millet Bahçesi ‘ni de yok edip, üzerine beton döktüler. Orası önce bir otopark oldu, şimdi çirkin bir boşluk; karşısındaki Atatürk’ün heykeline bakar.
Artık Mersin’de denize girmek mümkün değildir. Atatürk’ün denize girdiği yerin yakınında kentin kanalizasyonu denize veriliyor. Ne demeli?
17 Mart Mersinliler tarafından Atatürk Bayramı olarak coşkuyla kutlanırdı. Bu ünlü söylevin yapıldığı yerde Çardak Mahallesi vardı. (Tevfik Sırrı Gür döneminde yıktırılmıştı.) Şehircilik uzmanı Prof. Herman Jansen bu alanı yeniden planlamıştı. Atatürk’ün isteğiyle Vali Konağı bu meydanın ucuna inşa edildi. Kilise ile Vali Konağı arasındaki alana önce görkemli bir havuzlu park yapıldı.
Ardından park yıktırılıp Mersin Halkevi inşa edildi. Önündeki meydan, Cumhuriyet alanı olarak düzenlendi. Atatürk Heykeli dikildi.
Karşısındaki Millet Bahçesi 1947 yılında modern bir projeyle Belediye bahçesi olarak yeniden yapılandı. Mersinlilerin talebiyle, Mersin Belediyesi tarafından güney tarafında bir anı köşesi yapılmıştı. Küçük anı parkının önünde Siyah mermer bir küp taş üzerinde,
M.Kemal Atatürk 17 Mart 1923 tarihinde Mersinlilere burada hitab etmiştir. Sözleri kazınmıştı
…
Yıl 2000; artık “o” taş da yok, yazı da. Yeniden düzenlenen Cumhuriyet Alanında Atatürk’ün konuşmasını yaptığı yer de tarihten silindi. Her şey yok edildi.
BİR DE “HUĞ” VARDI
En eski Mersin yapısı
Eski Mersin Yapılarını araştırırken, yapı tipleri ile ilgili kesin guruplar oluşturmak mümkün değildir.
Çeşitli ulustan insanların gelenekleri, beğenileri ve ihtiyaçları doğrultusundaki, yapılanma sonucu kurulan mahalleler ve böylelikle meydana gelen kent dokusu yer yer farklılıklar sergiler.
İşte bu yapılar sisteminde, sayıları bugün pek az da olsa, günümüze ulaşabilmiş örnekleriyle Huğ’ların apayrı bir yeri vardır.
Bölgede yerleşim elemanı olarak, Türkmen çadırından da önce görülen ilk yapı, ilk barınak Huğ olmalı. Arap aksanına göre “kuh” olarak da söylenen huğ, Mersin’in ilk yapısı olarak kayıtlıdır. 1860’lardaki Adana Salnamesi’nde; …derununda Mersin ağaçlarından oluşan yeşillikler içinde birkaç huğdan oluşan Kariyecik, tanımı, bizleri o yıllara çekip götürüyor. Bugün kentin eski bahçecilerinin oturduğu, fellah halkın yaşadığı Bahçe Mahallesi’nde ayakta kalan bir kaç huğ, barınak ve müştemilat olarak kullanılmaktadır. (2010 yılında bunlar da yerlerini apartmanlara bıraktılar.)
Yumuktepe eteğindeki Huğ evi, Şefik Maya’nın akrabalarına aitti. Kazı ekibinin önerisi ile Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmıştır. Bu karar 15 Ocak 1993 tarihinde Mersin Belediyesi Encümen kararıyla onaylanmıştır. Sit kapsamına alınarak korunacak bu tek huğ’dan başka yerde yok.
Bu kazının başladığı yıl Mersin’de yayımlanan Mozaik dergisindeki Huğ ile ilgili yazıyı okuyan Prof. İsabella Caneva şöyle demişti: “Ben şimdi kazıda bir Huğ arayacağım”. Yıllar sonra basında çıkan yazılarda şu cümle dikkat çekicidir:
…“ayrıca ahşap direkler, saz ve kamış ile çamurdan yapılmış bir kulübe bulduk. Kazılarda erken neolitik dönemine ait saz ve çamurdan oluşan yapının yanı sıra kalkolitik döneme ait sur ve kerpiçten yapılmış yapılara ulaştık..”
Mersin’in atası sayılan Yumuktepe’de bu tür yapıların varlığı ortaya çıktı.
Mersinli Şefik Maya, yapımını gördüğü tipik bir huğ evini anlatıyor:
Mersin Huğ’ları
İnsanlar yerleşik düzene geçtikten sonra içinde oturdukları evleri, bulundukları yörenin koşullarına ve malzemelerine göre inşa etmişlerdir. Taş bulunan yörede taştan, ormanlık yerde ağaç gövdelerinden ve ovalık yörelerde ise, bataklık sazı, kamış, mersin dalları ve zanzalak denilen ağaç ve saman karıştırılmış killi çamurdan faydalanmışlardır.
İşte Mersin’in ilk evleri “Huğ” denilen bu sazdan kargıdan yapılan evlerdir. Huğlar’ın iskeletini oluşturan ağaç ise zanzalaktır. Bu ağac önemli bir özelliğinden dolayı Huğ yapımında tercih edilmiştir. Ağacın özü acı olduğu için kurtlar içine işlemez. Kuruyunca çok sert ve dirençli olur. Bu özelliklerinden dolayı uzun yıllar dayanır.
Huğ’un iskeleti çatıldıktan sonra, duvar ve ara bölmeler, kargı ve kıvrak mersin bitkisi dallarından ustalıkla örülür.
Örgü işlemi bittikten sonra saman veya pamuk karıştırılan killi toprak ıslatılarak, ayakla çiğnenip iyice yoğrulur.
Mayalanıp kıvamını bulan bu çamur, Huğ’un kargı duvarlarına sıvanır.
Daha sonra içi ve dışı, tabanı ve duvarları kireçle badana edilir.
Çatıya gelince, demet haline getirilen bataklık sazı, diziler halinde çatıya döşenir. Yine sazdan yapılan örgülerle bağlanır. Sazın da içi boş, yani hava dolu olduğundan, doğal bir yalıtım sağlanır. Bölgede geçen en sert kışlarda soğuğu, sarı sıcak yazlarda da sıcağı geçirmez. Ayrıca son derece sağlıklıdır.
Günümüzde hala kullanılan tek-tük de olsa bu tipik, şirin yapılara Mersinimizde rastlanabilir.”
Usta romancımız Yaşar Kemal, yaşam öyküsünü anlatırken Huğ’a değinir.
…”Köylüler bizimkilere onbeş-yirmi gün içinde güzel bir huğ yapıyorlar, sıvıyorlar, döşüyorlar, neleri eksikse tamamlıyorlar.
Ben bu huğları iyi bilirim. Duvarları yani çitleri kamıştan, damı sazdandır. Bizim köyde renk renk toprak vardır. Mavi, sarı, kırmızı, gönlü isteyen istediği renkte boyayabilir.
Şimdi o huğlar, o güzel yapıların yerini taş damlar, çinko damlı evler aldı”…
TARİH BOYUTUNDA KENT KAVRAMI ve KİLİKYA
Türkiye genelinde, geçmişten günümüze “Anadolu evi” tanımı yapılırken, Kilikya Bölgesi içinde bulunan ve Roma Dönemi’ne uzanan örnekleri görmek ilgi çekicidir.
M.Ö. 2.bin yıl önce Anadolu’da, Luwiler’in Hitit İmparatorluğu (birliği) ülkelerinin güney yarımında yaşadığı kesinlikle biliniyor. O güney yarım, Helenleşme Dönemi’nin tarihsel coğrafya adlarıyla, Güney Kapadokya, Dağlık Kilikya, Düz Kilikya, Pisidia bölgelerini kapsamına alır.
Anadolu’ya sırtını dönmüş Anadolu parçası: KİLİKYA
…Toros sıradağlarıyla çevrelenmiş olan Kilikya düzlüğü, Anadolu’ya sırtını dönerek güneydoğu yönünden Kuzey Suriye ve Mezopotamya’ya açılırken, güneybatı yönünden de kıyı boyunca Kıbrıs, Girit ve Ege adalarına ulaşan bağlantılar içindedir. Bir yandan iki büyük kara arasındaki köprü, öte yandan Akdeniz ortasında ulaşım yolu durumunda olmak gibi iki ögeye, Filistin ve Suriye’yi içine alan Mısır, Ege ve Girit gibi üç büyük uygarlığın etki alanında, Anadolu’nun toplumsal tarihini saptayan üçüncü bir öğe eklenmektedir.
…Neolitik çağda penceresiz kalın dış duvarları bulunan, savunma aracı için kullanılan düz damlı ve biribirleriyle bitişik evlerin oluşturduğu bir yerleşme düzeni vardı. Ayrı bir savunma duvarını gerekli kılmayan, yapılar topluluğu biçiminde guruplaşmış konutların oluşturduğu bu yerleşme biçimi, Kalkolitik çağın 5.bin yılları sonuna kadar geleneğini sürdürdü.
Bugünkü anlamda olmasa bile, eski Anadolu yerleşmelerinde kentsel-kırsal ayırımı yapılabilmektedir. Beş hektarın altındaki yerleşimler bir toprak ağasının hisarlı çiftliği, yönetici konumundaki bir kişinin kalesi ya da bir köy olabilmektedir. Özellikle kale, duvarla çevrili konut gurubundan oluşuyor ise, büyük yerleşmeler kent olarak yorumlanabilir. Kısacası bir hisar, kentleşmiş bir yerleşmenin göstergesi olabilir.
Eski çağlarda Orta Anadolu yerleşme düzeni, genellikle gelişi güzel yanyana gelmiş konutlardan oluşmaktadır. Mekânların köşelerinin dik açılı olmayışı evlerin dış biçimlenişine de yansımış, buna bağlı olarak düzensiz sokak ve meydancıklar ortaya çıkmıştır.
Bu yerleşim biçimlerinin hiç kesintiye uğramadan Eski Hitit Çağı’na uzandığı, yine kazı bulgularından anlaşılabilmektedir.
…Helenistik dönemde Batı Anadolu’da, kıyılardan içerilere doğru kent sayılarıyla birlikte, nüfusta da artma olmuştur. Böylece Anadolu’nun en son halkının en yenileri olan Makedonyalılara, Helenistik Dönem’den sonra, Romalılara ve Galatlara kadar çeşitli etnik guruplar karışıp kaynaşmışlardır.
Bu ortam içinde oluşan Antik Dönem evlerin merkezini, açık avluların oluşturduğu görülür. Genellikle evin bölümlerini birleştiren, giriş-çıkışı sağlayan bir işlevi yüklenmişlerdir. Roma Dönemi evlerinde ise mekânlar avluyu çevrelemiştir. Romalılar döneminde mimarlıkta gösteriş ve anıtsallık yaygınlaşmış, cadde ve sokaklarda bu karakter egemen olmuştur. Anadolu’nun güneyindeki bazı kentlerde iki taraflı galerili caddeler yaygınlaşmıştır.
Bizans Kentleri ise, gerek kurumsal gerekse biçimsel bakımdan Helenistik ve Roma Dönemi kentlerinden oldukça farklıdır. Putperestliğin yerine Hıristiyanlığın yaygınlaşması, kentsel istekleri de kendi kurallarına göre belirlemiştir.
…Eski Anadolu Mimarlığı, Helenistik ve Roma Dönemi kent ve ev anlayışından pek fazla etkilenmeyerek, Bizans’a Anadolu Selçuklularının belli ölçülerde Osmanlılara ulaşarak Türklerin mimarlık ve şehircilik anlayışıyla bütünleşmiştir. Likya’da moloz taştan iki katlı evler gözlenirken, Kilikya’da Silifke çevresinde ve dağlarda, Bizans Dönemi’ne ait pek çok ev kalıntılarına rastlanır.
Taşucu yakınındaki bir yerleşimde, düzensiz planlı, üst katına dıştan çıkılan merdivenli, mazgal pencereli yalnız üst katlarında güneye açılan pencereleri olan evler vardır.
Kesme taştan düzenli planlanmış evler ise, Gökkale, Karakabaklı, Devecili ‘de görülür. Bunlardan bazılarının güney cephelerinde balkonlar bulunuyordu. Karakabaklı’da üç ayrı tip Bizans evinin varlığı dikkate değer. Bunlardan biri, Helenistik geleneğe uygun, tek kat üzerine revaklı avlulu tiptedir. Fotoğraf Bülent Akbaş
Silifke ‘nin doğusunda kıyıdaki Akkale, cephesi denize bakan, içinde tonozlu büyük salonlar olan iki belki de üç katlı bir yapıdır. Deniz tarafına açılan çok yüksek tonozlu giriş holleri bunun kale olamayacağını gösterir. Yukarı katla bağlantı geniş çaplı bir helezonlu merdiven veya rampayla sağlanmıştır. Kuzey Afrika Roma villalarıyla benzerliği açık olan bu büyük bina, büyük bir olasılıkla Roma Çağı’nda Kapadokya Kralı Archelaos’un yaptırttığı sarayı olmalıdır. Bizans Dönemi’nde de kullanılmıştır.
Osmanlı kentlerinin hep sur dışında gelişme göstermesi, Roma, Bizans ve daha önceki diğer uygarlıklarda görülen kent gelişmelerindeki ilave duvarlarının hiç yapılmamış olması Türkler’in açık kent anlayışı içinde yerleştiklerini ortaya koymaktadır.
…Kent, dokusunu oluşturan evlerin sınırladığı çıkmaz sokaklardan ara sokaklara, daha da sonra ana yollara ve giderek mahalle camilerinin bulunduğu küçük merkezlere, buradan da ana merkeze bağlantı sağlayan bir yol sistemi kurulmuştur.
…Kent, evlerine göre değerlendirildiğinde kuzeyde Çanakkale, Balıkesir, doğuda Eskişehir, Uşak, Eğirdir, güneyde ise, Antalya, Alanya çevresini kapsayan ve bazı farklılıklar bulunmasına rağmen Mersin, Adana ve Antakya’ya ulaşan sınırları, Batı Anadolu Evleri alanı olarak tanımlamak mümkündür. Yine de Batı Anadolu ev mimarlığını Marmara ve İç Anadolu’dan ayıran sınırlar kesin olarak belirlenememektedir.
* Türkler’den Önce Anadolu EV VE İNSAN (Metin Sözen-Cengiz Eruzun-EMLAKBANK yayını–1992, S.15 v.d)
YUMUKTEPE
İnsanların yerleşme için ilk seçtiği yerler istisnasız bir ırmak ya da dere kenarında oluyor ve çevresi de tarıma elverişli bulunuyordu. Bu nedenle ilk yerleşme, deprem, salgın hastalıklar ya da savaş sonunda yıkılıp oturulamaz duruma geldiğinde, yörenin oturmaya en elverişli yeri burası olduğu için başka bir yana gidilmiyor, kerpiçten olan evlerin yıkıntıları kolaylıkla düzlenip yeni iskân, eskisinin üstüne kuruluyordu. Böylece uygarlık katları su böreği gibi birbirinin üzerinde yer alarak kenttepeler meydana getiriyordu. Anadolu halkı bu kültür katlarından oluşan tepelere ‘Höyük’ adını vermiştir. Höyüklerin bazılarında en alt kat, Mersin’deki Yumuktepe ve Tarsus’taki Gözlükule’de olduğu gibi, Yeni taş çağı ile başlar. Ancak genellikle en alttaki tabaka Kalkolitik Dönem’e aittir. (Ekrem Akurgal, Anadolu Kültür Tarihi – Sh:10)
Mersin’in Atası Yumuktepe – Veli Sevin
Türkiye’nin güneyinde, Akdeniz kıyısında birer inci gibi sıralanmış Adana, Tarsus, Silifke, Anamur, Alanya ve Antalya gibi pek çok kentten biridir Mersin. Toros Dağları’nın gölgesinde, bereketli Çukurova’nın batı ucunda, giderek gelişip büyüyen zengin ve alımlı bir liman şehri. Portakal kokan bahçeleri, palmiyeleri ve sımsıcak insanlarıyla bir Doğu Akdeniz beldesi.
Sanılanın aksine onun öyküsü çok ama çok eskilere, tarihin diplerine doğru uzanır. Günümüzden tam 9 bin yıl önce kurulmuştur Mersin. Kulübeden gökdelene doğru sürdürüp gider yaşantısını. Bu yüzden dünyanın hâlâ yaşayan ve gelişen en eski kentidir o.
Mersin’de Neolitik Çağ’da ilk kent, şimdi denizden 1,5 kilometre içeride kalmış olan Yumuktepe mevkiinde kurulmuştu. O zamanlar Akdeniz’in kıyısında, derin bir körfezin kenarındaki bu küçük tepede 9 bin yıl öncesinin kulübeleri saz-kamış ve çamurdan yapılmıştı. Bugün hâlâ bu türde evler görülebilir şehrin ara sokaklarında ya da bahçe kenarlarında tek tük ve yapayalnız. İlk köylüler hayvanları evcilleştirmeyi öğrenmişti.
Koyun, keçi, inek ve domuz ilk evcil hayvanlar arasındaydı. Buğday ve arpa tarımı yapılıyor, mercimek ve bezelye yetiştiriyorlardı. Bugünün o mis kokulu portakal bahçelerinin yerine, çevre yabani zeytin, incir ve badem ağaçlarıyla kaplıydı. Böylelikle kuruldu Mersin binlerce yıl önce; böylelikle atıldı kent uygarlığının temelleri Çukurova’da. Daha sonra tarih içinde hep giderek gelişip büyüdü aynı yerde.
Bugün modern şehrin kuzeyinde, mahalleler içindeki yemyeşil bir koruluk görünümündedir Yumuktepe Höyüğü. 23 metre yüksekliğindeki bu höyük 9 bin yıllık köklü bir geçmişin gurur veren anıtı gibi yükselir Müftü Deresi’nin (Efrenk Çayı) kıyısında. Binlerce yıldır biri yıkılıp öteki kurulan üst üste 60’dan fazla kentin kalıntılarını korur sanki kanatlarının altında. Önce, 1930’lu ve 40’lı yıllarda Liverpool Üniversitesi’nden İngiliz arkeologları, John Garstang’ın başkanlığı altında, bilimsel kazılar yapıldı tepede. Ardından 1990’lı yıllarda, Türk ve İtalyan bilim insanları aralamaya çalıştı onu saran esrar perdesini.
Sonuçta anlaşıldı ki, MÖ 7000 yıllarında kurulan kent hiç ıssızlaşmadan günümüze değin yaşantısını sürdürmüştür. Mersin, sanıldığı gibi geçmişi ancak 19. yüzyıla uzanan yeni ve çağdaş bir belde değildir.
İlk köyün yıkılışından sonra, üzerine daha gelişkinlerini kurdular Mersin’in erken Neolitik Çağ sakinleri. Giderek daha sağlam, taş temelli evler dikmeye başladılar. MÖ 4900 yıllarında etrafı surlarla çevrili bir kaleye dönüşmüştü tepe. Belli ki o dönemde Mersin’in güçlü bir beyi vardı. Bu kalede yaşayanlar üzümle tanışmış, belki de şarap üretmeye başlamışlardı. Bundan 3500 yıl kadar sonra bir kez daha surlarla kuşatılmış, bir kez daha güçlendirilmişti Çukurova’nın yerli krallarınca, Orta Anadolulu Hititlerden gelen tehditlere karşın. MÖ 5. yüzyılın sonlarına, yani günümüzden 2400 yıl öncesine değin sürdü Yumuktepe’deki yaşantı kesilmeksizin. Bu tarihlerde kıyı şeridinin Müftü Deresi’nin getirdiği alüvyonlarla iyice güneye kaymış olması nedeniyle denizden uzaklaşmış ve onun sunduğu olanaklardan yararlanamaz duruma girmişti
Bu yüzden giderek ıssızlaşarak şimdiki yerine taşındı. Deniz kıyısında, küçük ve sakin bir liman kasabası olarak Zephyrion adıyla Bizans döneminin ortalarına değin yaşadı, Tarsus ve Soli-Pompeipolis (Mezitli) gibi iki dev kentin arasında sesini duyuramadan. Yumuktepe, MS 7. yüzyıldan sonra bir kez daha güçlü bir şato durumuna sokuldu, içinde kiliseler ve evler inşa olundu Bizans krallarınca.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin, nüfusu milyona doğru sarkan ve hızla büyüyen modern bir kenti Mersin. 52 katlı gökdeleni, modern otelleri ve Akdeniz’in en büyük limanı ile önemli bir ticaret ve kültür merkezi. Bu yaşlı ve fakat yaşama sevincini hiç yitirmeyen dinamik kente ait geçmişin kalıntıları, bir zaman tünelindeymiş gibi, Yumuktepe Höyüğü ile Mersin Müzesi salonlarında izlenebilir günümüzde.
Prof. Dr. Veli Sevin, Arkeolog – SKY Life Dergisi 2002 Şubat sayısı
Kültürlerin Buluşma Noktası
Yumuktepe Höyüğü’nde ilk çalışmalar Garstang başkanlığında bir ekip tarafından yürütülmüştür. Bu çalışmalara, Neolitik’ten (Yeni Taş Çağı) başlayan ve Orta Çağa kadar süren 33 tabakanın varlığı belirlenmişti. Höyükte halen devam etmekte olan yeni kazılar, 1993 yılında Veli Sevin başkanlığında başlamış, 2001 yılından itibaren de Isabella Caneva bu görevi devralmıştır.
Çağlar boyunca Yumuktepe’de yaşayan insanlar, kendi yerel üretimleri yanında farklı bölgelerden gelen günlük eşyaları da kullanmışlardı. Buradan geçen yolların genellikle ticari ve kültürel ilişkilere açık tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu, Yumuktepe’yi adeta “kültürlerin buluşma noktası” yapmıştır. Mersin’deki yaşam başlangıçta ağırlıklı olarak Doğu Akdeniz ve Mezopotamya’dan gelen etkilerle şekillenmişti. Tunç Çağı’ndan itibaren doğu etkilerine batıda Troya’ya kadar uzayan ilişkiler zinciri eklenmişti. Arkasından ikinci binyılın ikinci yarısında da Orta Anadolu (Hitit) kültür etkisi öne çıkmıştı. Demir Çağı’nda kültürel etkileşim alanı Kıbrıs, Fenike ve Yunan Yarımadası’na kadar uzanmaktaydı. (Prof. Dr. Kemalettin Köroğlu, Marmara Üniversitesi.)
…
Mimarlık Tarihinde Bir İlk
Mersin Yumuktepe’deki kazılarda Kalkolitik Çağdan kalma bir köy yerleşmesi çıktı. M.Ö. 4500’le tarihlenen bir tabakada çok çarpıcı bir keşifte bulunuldu. Bu benzersiz örneğe göre “surla çevrilmiş bir kale kent” ortaya çıkmıştı. Yer aldığı tepeden aşağıları gözleyen, dar uzun yarıklar biçimindeki pencereleriyle duvarın iç kısmında yer alan odalar, atılmaya hazır (cephane) sapan taşları yığını ve dar girişin yanındaki komutan konutu gibi bölümler içeriyordu. “Komutan”ın kaldığı yerler daha genişti ve içlerindeki birkaç güzel boyalı toprak kapla diğerlerinden ayrıcalıklıydı. (Seton Lloyd – Türkiyenin Tarihi)
Mersin çevresindeki Roma ve Bizans dönemi yerleşimleri ile antik yollar
…
PİTURA
Neolitik çağdan bu yana yerleşim yeri olduğu, Yumuktepe kazılarıyla kanıtlanan Mersin’in bu höyükte tarihin her dönemine ait bulgular günyüzüne çıkar. Bu arada bulunan bir mühürden, buranın Pitura adlı bir Hitit veya Luwi sınır kalesi olabileceği tartışılır. Luwi yazılı kaynaklarına göre, pita: suyu bol yöre, ura: büyük, ulu, yüce (ülke) anlamında. Pita-ura, dan; PİTURA: Sulak geniş ülke, Engin sulak yurt, Yüce sulak yer, anlamında olmalı.
Mersin’in yerinde ne vardı?
ZEPHYRIUM
Mersin adı geçmese de buradan ilk söz eden ünlü coğrafya yazarı Strabon ‘dur.
Okuyacağınız satırlar yaklaşık 2000 yıl önceye ait :
…Lamos’tan sonra önemli bir kent olan Soli’ye (Viranşehir) gelinir. Sonra Zephyron’a (Mersin) ve denizden biraz yukarıda bulunan ve Aristobulos’a göre Sardanapallos tarafından kurulmuş olan Ankhiale’ye (Karaduvar) gelinir…
ZEPHYRİUM
Taş Devrinden (Neolitik Çağ) beri, 9000 yıllık kesintisiz yerleşim yeri olmasına karşın, Mersin Akdeniz’in en genç kentidir. Ama Mersin kenti içinde bulunan bazı mimari parçalardan ve gezginlerin 19. yüzyılın başında yazdıklarından anlaşılmaktadır ki, Mersin Kenti Zephyrion adlı eski bir yerleşimin üzerinde yayılmıştır. Kentin bir de mitolojik öyküsü var:
İlkbaharın ılık ve güzel kokulu nefesi olan Zephyrios, Antik Çağda tanrılaştırılmış batı rüzgârıdır. O gül mevsiminde Eros ile her yere ulaşır. Zephyrios’un adı ilk kez Homeros Destanı’nda karşımıza çıkar. Hesiodos ise ayrıntılı olarak anlatır. Zephyros, şafak tanrıçası Eos’la Astraios’un oğullarından, Boreas, Notos ve Eosphoros’un en büyüğüdür.
Hesiodos’un dizelerini, güzel Türkçesi ile Azra Erhat’tan dinliyoruz:
Şafak tanrıça Astraios’la birleşip, coşku yürekli rüzgârları doğurdu
Gökleri arıtan Zephyros’u azgın esişli Boreas’ı ve Notos’u
Rüzgârlardan sonra şafak tanrıça, günün müjdecisi
Şafak yıldızını doğurdu ve göklerin çelenk yıldızlarını…
Önceleri Karayel olarak görülen Zephyros, daha sonra Akhilleus’un arabasını rüzgâr gibi koşturan ölümsüz atları olur. Harpya’lar rüzgâr tanrısı Zephyros ile birleşip Akhilleus’un ölümsüz atları Ksanthos’la Balios’u dünyaya getirmişlerdir.
Zephyros’un Tanrıça Aphrodite’in Akdeniz’den ak köpükler içinde kıyıya çıkışında da rolü vardır. Hesiodos olayı şöyle anlatır:
“Batı yelinin soluğu taşıdı onu
Gürüldeyen denizin üstünde
Sevimli köpüklerden kaldırıp
Dalgalarla çevrili Kıbrıs’ına…
Daha sonraları bahar müjdecisi tatlı ve kokulu rüzgar, uçarak çiçekler taşıyan delikanlı oluverir. Yine Azra Erhat’ın güzel çevirisinden,
Ak köpükler rüzgarı Notos’un devşirdiği bulutları
Zephyros ağır bir sağnakla çarpar da hani,
Şişkin dalgalar biner birbirinin sırtına,
Ak köpükler parça parça dağılır gider.
İnek gözlü Hera’nın bir tehdidi var,
Ben de gidip kopartayım deniz kıyısında
Zephyros’la akpak Notos’un korkunç kasırgasını…
Akhilleus’un yakarışından :
Yığından uzağa çekilip yakardı iki rüzgara
Boreas’la Zephyros’a güzelim adaklar adadı
Yeller, sert Zephyros’un çevresinde şölendeydi.
Zephyrion antik coğrafyada genellikle denize uzantı yapan burunlara verilen isimdir. Batı rüzgârı alan yer anlamındadır. Rüzgârlı burundaki meltemler kenti Zephyrion, işte böyle birçok mitolojik öyküden alır adını.
Homeros Destanı’nda dört rüzgârın adı geçer. Notos, Boreas, Euros ve Zephyros. Her birinin eserde önemli rolleri vardır. Homeros’un mitolojik rüzgarlarını usta yazar Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir şöyle yorumluyor:
“Notos, bizde adını Lodos’a, Boreas da Poyraz’a vermiştir. Ama ikisi de 45 derece yer değiştirmiş oluyorlar. Notos’a Kıble ya da Lodos, Boreas’a Yıldız, Euros’a Keşişleme, Zephyros’a Batı Yeli, Meltem ya da sert esene Karayel dememiz doğru olur.”
Sümbüle Dönüşen Hyakinthos
Rüzgârlar kralı Ailos’un emrindeki, güneş soylu, “meyveleri olgunlaştıran” ılık meltemdir Zephyr. Zephyr, güzel bir “kanatlı delikanlı” şeklinde tasvir edilir. Zephyrios’un gönlü Hykinthos’a uçar, bu güzel çiçeğe göz koyar. Öykü bu ya, batı yeli sümbüle aşık olur. Ama Apollon da sümbülü sevmektedir, kıskançlık başlar. Elimden bir kaza çıkacak misali yaşanır. Apollon’un katıldığı şenliklerde disk atma yarışında öfkelenen Zephyrios hızla eserek tunç diskin yönünü değiştirir; metal spor aleti bir silâha dönüşür. Apollon’un iyi arkadaşı olan Hykinthos’un (sümbül) bir şenlik sırasında ölümüne sebep olur.
Sessiz gece boyunca süren Hykinthos şenliklerinde öldü,
Apollon’la yaptığı yarışmada.
Disk atmada yarışıyorlardı, Tanrının hızla fırlattığı disk
Yolunu şaşırdı…
Öyküde anlatılan Tanrılaştırılan Rüzgar Zephyr, sümbülün boynunu kırıp ölümüne neden olur.
Bu anlatım tarzı biraz yabancı gelse de; Anadolu ozanı onu çok güzel betimler.
Sümbül der ki boynum uzun
Yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin
Benden ala çiçek var mı?
Arkadaşımız Ali Çağlar, 1961 tarihli eski bir kitapçıktan aktardı:
Karacoğlan eydür başların tacı
Ayrılık şerbeti zehirden acı
Kıvrım kıvrım olmuş zülfünün ucu
Sümbülün boynunu eğdiği gibi.
Bir başka dörtlükte ise:
Bakmazmısın Karacoğlan haline, / Garip bülbül konmuş gülün dalına,
Kadrini bilmeyen alır eline / Onun için boynun eğri menevşe…
Âşık Veysel adını koymuş: Sümbül der ki ben alâyım, yiğit başına belayım…
Karacaoğlan dörtlüklerinde 10–12 yerde sevdiği, başına yanağına sümbül takar. Sadettin Nüzhet Ergun’un derlediği (1948 basımı) kitabında Eflatun Cem katkılı koşmalardan birinde, mitolojik öyküyü anımsatır: Rüzgârın esişi Sünbülün boynunu kırar. Sabahleyin seher yeli esince, / Lale verip sümbül boyun eğince,
Yan gelip te beş ayları doğunca, / Çekilir sağmalı yozu dağların.
Türkçede Zephyr, mavi rüzgar sayılır. Zephyr yazın “Meltem” sayılsa da, kışın “zehir” gibi eser. Halk arasında kışın esen bu rüzgâra “Zifir” denir. Akdeniz’de Zephyr’in bir başka adı da “Ponant”dır. Levant’ın karşıtı olan Ponant, “ponore” den gelir ve “güneş orada batar” anlamındadır.
Zephyros adı, mitolojide tanrılaştırılmış batı rüzgarı anlamındadır. Antik kaynaklardaki Zephyrium adı, coğrafyaya geçen Zephyros adına kurulmuş kenttir.
19. yüzyıldan itibaren yöremizi gören gezginlerin anlattıklarından ve bina inşaatları temel kazılarından çıkan eserlerden anlaşıldığına göre; Mersin eski bir yerleşimin üzerinde yapılanmıştır.
2000 yılında Cumhuriyet Alanı düzenlenmesi sırasında Atatürk Caddesinin asfaltı kaldırıldığında, genişçe bir alana yayılan antik amfora kırıkları görülmüştü. Mersin Müzesi’nin önünde yaşanan bu tablo ile hiçbir kurum ciddi olarak ilgilenmedi.
“Zehyr’in yeri” anlamındaki Zephyrion, Selevkoslar ile eşzamanlı olarak görülür ve özgür sikke basan kentlerden biridir. M.Ö. 175 tarihinde, Selevkos kralı IV. Antiokhos döneminde, Kilikya sınır kentlerinden sayılır. Zephyrion-Hadrianopolis şehrinin resmi tarihi ise M.Ö. 68’de başlar. Roma Döneminde Zephyrion şehri, İmparator Hadrianus’un bölgeye yaptığı ziyaret sırasında veya öncesinde “Hadrianopolis” (Hadrian’ın Şehri) unvanını almıştı.
M.S. 260 yılında başlayan Pers saldırılarında Sasani Kralı Şapur tarafından fethedildi ve kent ortadan kaldırıldı.
Yaklaşık 300 yıllık bir yaşamın izlerini ancak o döneme ait Zephyrion sikkelerinde ve müzelerdeki eserlerde görülüyor, antik dizelerde, öykülerde yaşıyor.
…
KARADUVAR (ANCHİALE)
Mersin’e bağlı Karaduvar mahallesi, doğu yönünde bir yerleşimdir.
Bazı kayıtlara göre, kayıp kent Ancheale burası (da) olabilir.(!) Helen dilinde “deniz kıyısında” ya da “denizle çevrili” anlamındadır.
Bu yerleşim birimi için Strabon, Aristobulos’u kaynak göstererek, Asur Kralı Sardanapal’ın Tarsus ile birlikte Anchiale’yi bir gün içinde İnşa ettiği efsanesinden bahsetmektedir. Gezgin Coğrafyacının bu abartılı bilgisini dayandırdığı Asur diliyle yazılırmış kitabeden, Khoirilos’da sözetmektedir.
Antık Çağın bu kıyı kenti İÖ. 333 tarihinde Pers Kralı Darius lll ile yapmış olduğu ünlü İssos Savaşı’nda hemen önce Büyük İskender tarafından alınmıştır.
Karaduvar da Roma döneminde inşa edilen Mozaikli Roma Hamamının su ihtiyacı Eski Gözne yolu üzerinde bulunan içmeden karşılanmıştır.
Burada 500 metre uzunluğunda su kemeri halen sağlam durumda bulunmaktadır.
Karaduvar beldesinde yapı kalıntıları, bir höyük, Romalılardan kalma Mozaikli bir hamam kalıntısı vardı. Yaşadığımız son kırk yılda, deniz kenarında tabanında mozaik olan bu hamam ne yazık ki yok olmuştur.
Karaduvar Mahallesi ve Balıkçı Barınağı
Karaduvar tarihi bir geçmişe sahip yerleşim birimidir.
Karaduvar Arap/Fellah halkın yerleştiği, bahçeci, tarım köyü iken ATAŞ Tesisi’nin kurulmasından sonra 1962 yılında Mersin kent sınırları içine alınmıştır.
Hititlere kadar uzanan tarihi geçmişe sahiptir. Romalı şair Avienus’a göre Karaduvar zamanında büyük bir liman kentiydi. Romalı Şair Avienus’un bir liman kenti dediği, şimdi balıkçı barınağı olan mahalledir.
Tarihsel boyuta sahip olan ve 1950 li yılların Mersin’ini bağrında yaşatan bu yerleşim biriminin en büyük özel1iği Mersin’i gören bir açıya sahip olmasıdır.
Karaduvar denizle bağlantısını koparmış olan Mersin için Deniz-Kent ilişkisini gerçekleştirebilecek konumda olması nedeniyle bir şanstır. Balıkçılık sektöründe önemli bir yeri olan yerleşimdir. Mersin’in arka bahçesi konumundaki üretici belde, balık yanında bahçe ürünlerini de yetiştirmektedir.
Beldede Caretta-caretta kaplumbağaları için uçaktan görülebilecek bir park yaptırılmıştır. Turistik potansiyeli vardır.
Dikilitaş / Bekirde
Dikilitaş olarak anılan anıt heykel bugün Dikilitaş – Bekirde köyü sınırları içindedir. Köy 90’lı yıllarda bu antik dikilitaşı kendine isim olarak almış ve Bekirde adı, Dikilitaş olarak değiştirilmiştir.
Victor Langlois “Kilikya’da bir gezi” kitabında Dikilitaş’a yer vermiştir: “Pompeipolis’ten Tarsus’a giden eski yol üstünde bir taş direk vardır. Yüksekliği 15, genişliği 4, kalınlığı 2 metredir. İşlenmiş bir kayadır. Tevrat’ın birçok yerinde yazılıdır ki, İbraniler önemli olayların olduğu yerlerde, böyle anıtlar dikerlerdi. Bazen böyle taşlar iki ülke sınırını veya bir mezarı gösterirdi”.
M.Ö. 696 yılında Yunanlıları yenen Asur Kralı Sanharib bu zaferinden dolayı bu günkü Karaduvar beldesinin yerinde ya da civarında bulunan Anchiale şehri yakınında kendi heykelini taşıyan muazzam bir anıt diktirmişti. Büyük olasılıkla bu anıttan kalanlar Dikilitaş olabilir.
Bu taş eskiden Soli’den Tarsus’a giden Roma yolu üzerindeydi. Soli Tarsus güzergâhı sonradan değiştirilmiştir. Çevresi portakal bahçesiyle sarılı olan Dikilitaş, kaba yonulu bir kaya görünümündedir. Taban yine say, doğal kaya yapıya oturmuştur. Taşın üzerinde yazı ya da resim yoktur. Eski yöresel yazarlardan Bekir Uluğ, bu taştan söz ederek, sebepsiz dikilmiş olamayacağını ve mutlaka bir kitabenin de bulunması gerektiğini belirtir.
Anlatıcılara göre taşın üzerinde kentin banisi Asurbanipal’ (Sardanapallos)in bir heykeli varmış ve taşın geniş yüzeyindeki kitabede şu anlamlı sözler yazılıymış:
“ANAKYNDARAKSES OĞLU SARDANAPALLOS ANKHİALE’Yİ BİR GÜNDE KURDU. FAKAT SEN!
YE İÇ, SEV, (EĞLEN) NEŞELEN, ÇÜNKÜ DİĞER ŞEYLER BUNUN KADAR DEĞMEZ. BÜTÜN YEDİKLERİM, BAŞIBOŞ DÜŞKÜNLÜKLERİM VE AŞKTAN ALDIĞIM ZEVKLER HEPSİ BENİMDİR; FAKAT BU SAYISIZ NİMETLER GERİDE KALDI.
EY YABANCI, YE, İÇ,
BUNLARDAN BAŞKA (İNSANDA) NE VARSA SÖZ ETMEYE BİLE DEĞMEZ.
Yukarıdaki dördüncü satırın aslında erotik biçimde yazılı olduğu da söylenenler arasındadır.
Antik çağ yazarı Strabon’un Coğrafya adlı eserinde Aristobulos’u kaynak göstererek Kilikya kıyı kentleri arasında saydığı, Zephyrium yakınındaki Anchiale kenti eski yazılı kaynaklarda söz edilen bir kentti.
Strabon’un Coğrafya kitabında Ankihale şöyle anlatılıyor:
“Sonra Zephyron’a (Mersin) ve denizden biraz yukarda bulunan ve Aristobulos’a <5> göre Sardanapallos tarafından kurulmuş olan Ankhiale’ye (Karaduvar)’ye gelinir. O, Sardanapallos’un mezarının burada olduğunu ve sağ elinin parmaklarını şaklatır durumda taş heykelinin bulunduğunu ve Asur dilinde yazılmış yazıttaki “Anakyndarakses oğlu Sardanapallos Ankhiale’yi ve Tarsos’u bir günde kurdu. Ye, iç, neşelen; çünkü diğer şeyler bunun kadar değmez” şeklindeki metnin parmakların anlamını açıkladığını söyler. Khoirilos da bu yazıttan söz eder.”
ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDA MERSİN
MERSİNA Yasak bir aşk öyküsü – Mitolojide ensest
Mitolojik bir öyküye göre de Kıbrıs Kralı’nın kızı Mirna, Mersin Ağacına dönüşüp kıyılarımıza çıkmış.
Kıbrıs Kralı Kinyras’ın Myrrha adında bir kızı varmış. Apollondoros’a göre bu kız Aphrodite’e gereğince saygı göstermeyip, güzelliğiyle alay ettiği için tanrıların hışmına uğramış. Tanrıça kızın içine, önüne geçilmez bir baba arzusu koymuş. Dadısının kurduğu bir düzenle, babasının yatağına girmiş, oniki gece onunla sevişmiş, son gecesi de gebe kalmış. Ne var ki, farkında olmadan işlediği bu günahı öğrenen kral, kılıcıyla kızının peşine düşüp, onu öldürmek istemiş. Myrrha denize doğru koşarak tanrılara yalvarmış. Kurtulmak için görünmez olmayı dilemiş.
Kıza acıyan tanrılar, onu bizim kıyılarımıza çıkartıp, hoş kokulu Murt dalına dönüştürmüşler.
İşte güzel kokulu, Mersin Ağaççığı’nın öyküsü…
PİRİ REİS PORTALANI
Mersin’in yerini tarihsel coğrafyada ilk tanımlayan Antik Yazar Strabon ‘dur. Daha sonraları, 1526 yıllarında Akdeniz’i tarayan Piri Reis, Mersin çevresinden bilgiler verir, Tarsus Lagünü ve çevresini anlatıp çizer ama Mersin’den söz etmez.
MERSİNOĞLU
1671 yılında bölgeden geçen ünlü seyyahımız Evliya Çelebi Mersin ve adının kaynağı ile ilgili birşeyler çıtlatır gibi…
…sonra kırk, elli evli Hacı Alâeddin oğlu Köyü’nü geçerek Gerendir Nehri’nden sonra Mersinoğlu denilen yetmiş evli bir Türkmen Köyü’nde misafir olduk. Sabahleyin yine deniz kenarında üç saat gittik ve Mahkulaç Nehri’nin iki gözlü köprüsünden geçtik…
SOĞUKSU
Yoğunlaşmış bir tarih ve yok olmuş bir doğa harikası
Bugün Yumuktepe dediğimiz, Mersin’in çok yakınındaki ören yeri tepesi, eskiden Soğuksu Tepesi adıyla anılırdı. Tepenin kuzeybatısındaki 50 m. kadar uzağında bir soğuksu akarından adını alıyordu. Tepe ve civarı, zamanın mesire yeriydi. Tüm Mersinliler’in sıcaktan bunalıp koştukları bu alan, salkım söğütler ve zengin bir doğal yeşil dokunun çevrelediği benzersiz bir yerdi. Denizden yüksek olması, tepe nedeniyle rüzgar alması ve nehir üzerinden sürekli hafif bir esintinin olması, buraya ayrıcalık vermişti. Yumuktepe Uygarlıkları’nın nedeni de bu Soğuksu akarı olmalı. Deniz, akarsu ve tarım yapılabilecek topraklar yanında temiz soğuk bir pınar. Hele yakınında bölgeyi savunmak için stratejik bir tepenin olması. Başka ne istenir?
Çevresinde açılan sondajlar, artezyenlerle çekilen zemin altı suyu, sonunda akarı kuruttu. 1968 selinde yükselen sular, Soğuksu akarından kalan son izleri de sildi, yok etti….
Bugüne sadece bir cadde adı kaldı:
Soğuksu Caddesi ile ismiyle, yeriyle ilgisi olmasa da, Soğuksu Karakolu!
MERSİN DOĞUYOR – KARAMANYA
İngiliz denizci (sonra Amiral) Sir Francis Beaufort (1774-1857) Karamanya kıyılarının haritasını çizmekle görevlendirilmiş; çok sayıda ressam, haritacı ve uzmanın da bulunduğu bir gurupla 1811-1812 yıllarında güney kıyılarımızı, bu arada İçel kıyılarını çok yönlü incelemiştir. Beaufort’un haritasında bölgemiz Karamanya sınırları içinde gösterilmiştir.
O sıralarda bir kaç kulübeden oluşmuş bu köyde gördüğü taş ve tuğlaların, eskiden burada bazı büyük binaların bulunduğuna tanıklık ettiğini; bunların Pompeipolis harabelerinden getirilmiş olabileceğini yazmış! Mersin isminin yerli halk tarafından verildiğini de belirtmiş.
1833-1837 yılları arasında İstanbul’dan başlayıp tün Anadolu’yu gezen Fransız Mimar Arkeolog Charles Texier, 1836 yılında Silifke’den sonra geldiği Mersin Köyü’nün eski Zephyrium Kenti’nin yerinde kurulmuş olduğunu, çevresinde yapılacak kazılarda pek çok eski eser bulunacağını, yazmış.
Adana Vilayet Salnamesi’nde 1841 yılında bir kaç hanelik balıkçı köyü olduğu yazar.
Yine 1880 Adana Salnamesi,
…derununda ormanlık, mersin ağaçlarından ibaret bulunduğu cihetle, kaza-i mezkureye MERSİN tesmiye olunmuştur. diye yazıyor.
1870’lerde Doğu Bilimcisi Charles Viktor Langlois bölgede, oldukça geniş araştırmalar yapar. Buralardan söz ederken,
Mersin’e giderken, Yumuk Şatosu solda kalır, bir Türk köprüsünden geçildikten sonra Mersin şehrine varılır. Bu adda sahilde başka şehirler de vardır. Mersin Alize rüzgarlarına açık olmakla birlikte bu bölgenin en büyük iskelesidir… demektedir.
1875 baharında Edvin John Davis, arkadaşı, Ancketill ile birlikte deniz yoluyla Mersin’e gelir. 2 harita, 14 resim çizer. Mersin’le ilgili bazı bölümleri aktaralım:
Mersin’in 1800’lü yılların başlarında sıtmaya yakalanmamak için kaçanların barındığı, kazıklar üzerinde yükselen bir kaç kulübenin küçük bir yerleşim yeri iken, özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra büyük bir gelişme göstererek Kilikya Bölgesi ürünlerinin ihraç edildiği zengin bir liman kenti haline geldiğini anlatır.
Kıyıdan uzakta demirlemiş pek çok teknenin bulunduğundan; kıyıya doğru alabildiğine uzanan tarım arazisinden; kentin kuzeyden atla yaklaşık iki saatlik uzaklıktaki Toros Dağları ile kuşatıldığından ve buradaki Gözne, İçme gibi mesire yerlerinden bahseden Davis, kentte sıtma ve dizanteri salgının yaygın olduğuna işaret ettikten sonra, çeşitli ırktan insanların alışveriş yaptığı çarşıları, eski Adana Valisi Halil Paşa’nın yaptırdığını söylediği “kare biçimli kireç taşından” kaldırımlı sokakları ve çok sayıdaki güzel taş evleri ile Mersin’i gelişmiş küçük bir kent olarak nitelendirmiştir. Kentteki Rum kolonisinden söz eden Davis, Rum ve Hıristiyan Araplar’ın okullarını gezdiğini, iki kilise gördüğünü, kentte bir hastane bulunduğunu yazar.
Mersin’den yaklaşık bir buçuk saat uzaklıkta çevresinden yüksek ve yapay oldukları açıkça anlaşılan üç tepeden söz eden Davis, bu tepelerden birinin üzerinde, (Yumuktepe) Cenevizliler’in yaptırdığı söylenen küçük bir kalenin bulunduğunu, zaten bu bölgedeki tüm kalıntıların Cenevizliler’den kaldığının sanıldığını belirterek, buradaki düzgün kesme taşların Mersin’e taşınarak bina yapımında kullanıldığını yazar. Davis, Mersin’in en önemli ve zengin Yunanlı tüccarı diye tanıttığı Mr.Mavromati’nin mağazasının duvarlarında Soli-Pompeipolis harabelerinden getirilen taşları görmüştür.
Mavromati’nin eski fotoğraflarda görülen anıt-tapınak şeklindeki mezarı da yine antik kentlerden sökülen devşirme malzeme olduğu açıkça bellidir. Bugün de mezarlıkta eskisi kadar görkemli olmasa bile eskinin izlerini görebiliyoruz.
İzmir’den İskenderun’a yaptığı gezi sırasında, Mersin’de gemiden inerek, karadan yoluna devam eden bir Alman gezgin, Kont Karl Graf Lanckoronski, kentimiz için şunları yazıyor: ... 4 Mart 1883 günü Rodos’tan sabahın köründe yola çıkıyoruz. 4 Mart sabahı, sol tarafımızda Pompeipolis’in sütunlarını görüyoruz. Mersin’in doğru dürüst bir limanı olmadığı için Mezitli’de karaya çıkıyoruz. Şehir ve çevresinde, rengârenk her türlü ırk ve boy bulunmaktadır. Uzakta karla kaplı Toros Dağları görünmektedir. Hâlbuki Kilikya ovası sıcaktır ve her türlü meyve yetiştiriliyor. Mersin tanımlanamayan bir antik kent üzerinde bulunmaktadır. Bu eski kentin her yerinde, özellikle batısında, sayısız pişmiş toprak eser kalıntıları ve mimari mermer parçaları bulunmaktadır.
Kentin ana yolunda epey düzenli şekilde inşa edilmiş “alafranga stilde” evler vardır. Ve birçok yan sokaklar da görülür.
Yaz aylarında sakinlerini yakın dağlardaki yaylalara davet eden sağlıksız iklime rağmen yeniden canlanan ve gelişen bir yerleşim bölgesidir. Hareketli ticaretini aralarında birçok zenginler de bulunan Rum ve Levantenler idare ediyor. İhraç edilen mallar arasında en çok, Adana’dan pamuk oluşturur…
Mersin’in ilk yıllarında önemli bir kişi
Mersin Mutasarrıfı
MEHMED NÂZIM PAŞA (1848–1926)
Nâzım Hikmet’e Adı Verilen Büyükbaba
Mehmet Nâzım Paşa, 29 Ağustos 1848 günü Üsküdar’da doğdu. Devlet memurluğuna Mithat Paşa ‘nın hususi kâtibi olarak başladı. Takvim-i Vekâyi’de yazarlık ve başyazarlık yaptı. Şair Ziya Paşa ‘nın Adana valiliğine tayini sırasında, Mehmed Nâzım Bey’in de Adana mektupçuluğuna atanmasını sağladı.
Ziya Paşa, sıcağı ağır Adana’da hastalığı ile uğraşarak valilik yaparken, Mehmed Nâzım Bey yetenekli bir idareci olarak ona yardımcı oldu.
Mevlevi tarikatı mensubu olan Mehmed Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür.
Mehmet Nâzım Paşa evinde toplanan şair, yazar ve musikişinaslar arasında oniki senelik sürgünden sonra Sakız Adası’nda vefat eden, Namık Kemal de vardı. “İbret” adındaki gazetenin de bir kaç nüshası bulunurdu.
Evinde daima fakir iş arkadaşlarının, O yıllara ait bir müzisyen grubu. Ali Merzeci arşivi uzak akrabalarının çocukları ve sayısız manevi evlâdı oturmakta idi. Nâzım Paşa Yardım için başvurulara elinden geleni yapar, yardım ederdi. Yaşlı ve fakirlere yiyecek dağıtırdı.
Adana’dan sonra Konya, Bitlis, Halep ve Kastamonu mektupçuluklarında bulunan Mehmed Nâzım Paşa, 1895 yılında Mersin Mutasarrıfı oldu.
Mersin’deki hizmetleri
Mehmed Nazım Paşa zamanında okulların yasayabilmesi için, bun¬lara gelir kaynakları aranmış, okulların idaresi Derneklerin ellerinden alınmış ve özel bir komisyona devredilmiştir. Taş Han’ın üst katı düzenlenerek Maarif Oteli açılmış ve bina önünde bir iskele yapılmıştır. Bunların geliri ile okulların masrafları ve öğretmenlerin maaşları karşılanmış, ayrıca köylerde birkaç ilkokul yaptırıldığı gibi, Mesudiye Mahallesinde halen faaliyette bulunan “Kayatepe” ile Mahmudiye Mahallesindeki uzun süre tedrisat yapılmış olan ‘İnönü’ okulu da bu komisyonun eseridir. Konstantin Mavromati’nin mülkü olan Mersin İdadisi adı ile öğretim yapılan okulun adı daha sonra Kayatepe İlköğretim Okulu olarak değiştirilmiştir.
1 Ocak 1910 günü gemi ile Mersin’e gelip bilgi veren ilk ciddi yazar Gazeteci Ahmet Şerif olmalı.
…Vapura gelen karayağız, tuhaf bir şekilde Arapça konuşan kayıkçılar bir çekirge kadar çevik, kayıktan kayığa sıçrıyor vapurun merdivenlerine, halatlarına sarılarak yukarı çıkıyorlardı.
…Mersin’e çıktığımda bizim o kadar alışık olmadığımız bir hayatın başlamakta olduğunu anladım. …Kalabalık sokaklarda çeşitli şekil ve kıyafette, birbirine benzemeyen lisanlarla konuşan örnekler görülüyordu.
…Mersin’in bir caddesi hariç, diğer sokakların durumu dar ve pis, çamurdan girilemeyecek gibi. Hele Girit Mahallesi bütün bütüne iğrenti vericidir.
…Trenin geçtiği arazide boş bir karış toprak görülmüyor.
…Mersin Adana’dan çok Suriye’ye Beyrut’a ait bir şehirdir. Burada hayatla ilgili çalışmalar artar. İnsanların daha çok uğraştıkları, hayatı kazanmak için daha çok koşuşturdukları gözlenir.
Fakat bu çalışmalar asıl Mersin’in değildir. Oradaki yabancıların bir çok seneler önce beş parasız gelip, bugün zengin olan adamların hareketidir.
Mersin’in ilerlemesi, ne halkın isteği, ne de hükümetin çalışması ve teşviki ile meydana gelmiş değildir. Aksine bu ilerleme ortamın izniyle tabii bir şekilde meydana gelmiştir. Ve hep yabancıların lehine, yerlilerin aleyhinedir; dışarıdan gelenler kazandıkça, yerliler ve hak sahibi olanlar kaybetmiş ve Mersin, Mersinliler’in zararına ilerlemiştir. (Maalesef yıllar sonra yine aynı gözlemi Atatürk de yapmıştır.)