“Mut’luyum…”
-Böyle bir konuşmaya doğumdan başlanır. Fakat 1920’lerin Türkiyesi’nde daha nüfus kayıtları doğru dürüst yoktu. Bundan kaynaklanan bir olay var: Doğumumun gerçek tarihini bilmiyorum.
Çünkü annem rahmetli “Zemheri’de doğdun.” derdi. Sonradan öğrendim: Aralık ayının sonu ile Ocak’ın ilk günlerine rastlayan dönem; ama hangi yıl? İlk okulu bitirdikten sonra ortaokula kaydolacaktım. Yaşım küçük diye almadılar. Bu yüzden mahkemeye başvuruldu ve yaşım büyütüldü. Nüfus teskeremdeki tarih 1339’du; 1336’a getirildi. Belki birincisi bir yaş küçüktü ama, 1336 da yanlıştı. Çünkü bunun sonucunda ablamla aynı yaşa gelmiş oldum. Bu yeni tarihe göre 1920’ydi.
Mut’ta doğdum. İlkokul orada geçti. 11 yaşında annemin kucağından ayrıldım ve Silifke’ye gittim. Çünkü o zamanlar Mut’ta ortaokul yoktu. Silifke’ye gitmek de büyük bir mesele. 80 kilometrelik yolu iki günde alırdık. Çiftlik denilen bir yer vardı. Gece orada konaklardık. Yolculuk merkep sırtında ya da taş arabasıyla yapılırdı. Ortaokula devam edecek diğer öğrencilerle müşterek bir ev tutulur, çocuklardan birinin ninesi diğerlerine annelik yapardı.
Ortaokulun daha birinci ayında hastalandım. Zatürreydi rahatsızlığım ve Mut’a geri döndüm. O zamanlar için zatürree, tedavisi olmayan önemli bir hastalıktı. Ancak bünyesi kuvvetli olan kurtulabiliyordu. Ayağa kalkamayacak kadar zayıflamıştım. Ertesi yıl yeniden okula başladım. 1937 ‘de Orta’yı bitirdim. Bu arada tahsildarlık yapan babamın sağlığı bozuldu, görevinden ayrıldı. Başka bir şehirde liseye devam etmek imkânım kalmamıştı. Bu nedenle parasız yatılı sınavını kazanarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na girdim.”
“Resme Başlarken…”
– “10. sınıfın ortalarında iş hocam Mahir Gürsel’in ve resim hocam Sırrı Özbay’ın teşvikiyle iş ve resim atelyelerine bağlandım. Ve birden dünyam değişti. Resme çalışmak her şeyimi etkiledi. Okulu ve diğer dersleri sevmeye başladım. Resim ve iş konusundaki bütün yeteneklerim, başarılı çalışmalarım ortaya çıkıverdi. Öyle ki yılın sonunda, okulumuzda 30 yağlı boya resimden oluşan bir sergi açtım. Balıkesir Öğretmen Okulu adeta bir kültür merkeziydi. Bütün halk bu sergileri izlerdi.
Okuldan sonra Karaköse’de bir yıl öğretmenlik yaptım. Ardından 1941 yılında askere gittim. Yedek Subaylığım Çatalca’da 3 yıla yakın sürdü. Askerlik, farkına varmadan insanı olgunlaştırıyor Organize bir insan topluluğunun içindesiniz. Üstelik askerliğin kendine özgü bir takım temel değerleri var. Anadolu çocuğunda bunu belirgin bir şekilde görürsünüz : Askere gidip döndükten sonra erkekleşir, adam olur ve olgun bir insan haline gelirsiniz. Ben bu gelişmeyi kendimde de hissettim zannediyorum. Üstelik ana-baba ocağından 11 yaşında ayrılıp koptuktan sonra, tek başıma ayakta durmak zorunda kalmıştım. Kimse beni yönlendirmedi. Bütün kararlarımı kendim verdim… Çalışmalarımla ilgili olsun, günlük yaşantımla ilgili olsun… Hep kendimi denetleme gücünü kazanmaya çalıştım.
Askerlikte daha sonra ne yapacağımı düşündüm. Fransızcamı kendi kendime geliştirerek bir romanı tek başıma okuyup anlayabilir duruma geldim.
Askerliğimin bitiminde artık mesleğimi bir amaç olarak seçmiştim. Bu uygulaması sırasında bana haz veren ve beni mutlu kılan “Sanat”tı.. Akademi’ye girmeliydim.. Resim ve heykel üzerinde çalışmalıydım..”
“Akademi Yolunda”
Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurdum, “Mecburi hizmetin var; kabul edemeyiz.” dediler. Askerliğimin son yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Fransızca bölümünün sınavına girdim ve kazandım. Buradaki bütün amacım yatıp kalkabileceğim bir yer bulabilmek ve Akademi’ye girebilmek için Milli Eğitim Bakanlığıyla mücadele edebilmekti.
Enstitüye devama başladıktan birkaç ay sonraydı. Bakan Hasan Ali Yücel’in çarşamba günleri, derdi, problemi olanları dinlediğini duydum. Bir gün Bakanlığa gidip ben de sıraya girdim. Uzun bir masanın etrafında topladı bizi. Herkes derdini anlatıyordu. Sıra bana gelince elimdeki resimleri Hasan Ali Bey’e götürdüm, takdim ettim… Mecburi hizmetle ilgili dileğimi söyledim. Dinledi.. Hiç mütalâa beyan etmedi… Yanında bulunan, ismini sonradan öğrendiğim, Teftiş Heyeti Reisi Besim Bey’e: “Çocuğun işini halledin.” dedi. Ve bitti… Aynı gün Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nden beni buldular.. Mecburi hizmetimin tecil edildiğine dair belgeyi verdiler.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeni bir imtihan açıldı. Ve Heykel Bölümü’ne girdim… Şimdi hatırlıyorum.. Ortaokula başlayıp hastalandığım ilk yıl, çamurdan yaptığım Atatürk ve arslan heykelcikleri müdür odasına konmuştu… Alın yazım devam ediyordu.. “
“Belling’in Öğrencisi”
-“Evet, artık Akademi’deydim ve büyük heykeltraş Belling’in öğrencisiydim. Çalışmalarıma ihtirasla sarılmıştım. Yıllar çok çabuk geçti ve Güzel Sanatlar Akdamesi’ni birincilikle bitirdim. Beni güzel bir süpriz bekliyordu: O yıl Akademi’yi birincilikte bitirenlere Fransız hükümetince burs veriliyordu. Nedim Günsür’le bana Paris yolu göründü.
Paris’de hem Julian Akademisi’ne, hem de Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydoldum. Bir yandan da Louvre Okulu’nda sanat ve medeniyet tarihi derslerini izliyordum. Fakat şunu belirtmeliyim ki, Fransa’daki heykel hocalarımızın bize anlatmak istediklerini hocamız Belling’ten çoktan öğrenmiş bulunuyorduk. Belling sanatçılığı bize kalmak şartıyla, öğrencilerine sanatın temel ilkelerini tamamiyle kazandırabilmişti. Bizim Paris’de bulunduğumuz süre galiba sanatın çorak dönemlerinden biriydi. Maulloi gitmiş, Despieau gitmiş, Rodin daha önceki yıllarda gitmişti..
“Olmadı… Olamadı…”
-“Fransa dönüşü Güzel Sanatlar Akademisi’nde asistan olarak göreve başladım. 1955 yılında, hiç aklımda olmayarak, bana Akademi’de idarecilik önerdiler… Müdür muavini ve öğretim üyesi oldum. 1962’de idarecilikten istifa ettim. 1966 yılında da, arkadaşlarım ısrarla adaylığımı koydurarak Akademi Müdürü seçtiler. Üç yıl süren müdürlüğüm süresinde Akademi Teşkilât Kanunu çıkarılabildi… Eğitim bağımsızlığı kurulabildi… Yanımızda bulunan Atatürk Lisesi binasını aldık… Eğitim reformu yapıldı… Öğretmenliğimden gelen bir yaklaşımla öğrencilerle çok iyi bir diyaloğ kurabildim ve bu sayede 1968 – 69 olaylarını Akademi kazasız geçirebildi.
1969’da Akademi Müdürlüğü’nden ayrıldıktan sonra kendi isteğimle Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğünü aldım. Biliyorsunuz, orası parasız yapılan bir idari görevdir. Akademi Başkanlığındayken Müze’nin içinde bulunduğu durumu görmüştüm. Müze, yakından biliyorsunuz, Türkiye’de uzun yıllar sanatçıların yaptığı en iyi eserleri toplamış bir kuruluştur. Şartları malûm.. Ahşap bir bina… Aydınlatma son derece olumsuz.. Rutubet olayı var-,. Yangına karşı hiçbir önlem alınamamış… Sobalarla ısınan bir bina. 1976 yılına kadar sürdü görevim. İlk yaptığım iş Müze ile Beşiktaş İtfaiyesi arasında direkt manyetolu bir telefon bağlantısı kurmak oldu. Süratle kalorifer tesisatı yaptırdım… Elektrik teşkilatını değiştirdim.. Spotları yerleştirdim… Bir arşivin ilk çekirdeğini kurdum… Fotoğrafhane oluşturdum. Akan ahşap çatıyı bütünüyle değiştirttim.
Sıra uzun vadeli programa geldi. Yeni bir müze binası bulmak ya da yaptırmak… Çünkü bu bina bir müze olarak katiyyen uygun değildir. İnsanın her an eli yüreğinde… Her tarafı çıra gibi. Gücüm yetmedi…. Olmadı… Olamadı.”
“Türk Sanatının Yeri..”
Evinin alt katındaki atelyesini ve yeni çalışmalarını görmeden önce sayın Hüseyin Gezer’den Türk plastik sanatının Dünyadaki yeri hakkında düşüncelerini öğrenmek istedik
Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeni bir imtihan açıldı. Ve Heykel Bölümü’ne girdim… Şimdi hatırlıyorum.. Ortaokula başlayıp hastalandığım ilk yıl, çamurdan yaptığım Atatürk ve arşları heykelcikleri müdür odasına konmuştu… Alın yazım devam ediyordu..
-“Geçmişi çok derinlerde olan iki sanatın geleneğinin bulunması mutlaka büyük avantaj sağlar. Batıya baktığımız zaman, resim ve heykel sanatlarının gelişme sürecinde, hiçbir kopukluk görmemekteyiz. Sanatın kendi kanunları, kendi ilkeleri içerisinde bir gelişmesi vardır. Sanat bir bakıma, sürekli yeni şeyler arama olgusudur. Her sanatçının kendi yapısında, kendi dünyasında olan bir yaklaşımı vardır sanata: Başkalarının yapmadığı birşeyi yapma arzusu… Hiç kimsenin söylemediği şekilde söylemeyi isteme.. Yeni bir yorum ortaya koyma çabası… Bir başka şey daha vardır: Kendinden önce yapılmış olanları geride bulmak; çünkü yeni bir çağ geliyor Her çağ kendinden öncekilerden daha yeni bir dünya görüşü getiriyor. Sanatçının geriye, geçmişe doğru gösterdiği tepki çağdaş bir sanatın doğmasına neden oluyor. Bu gelişme, bir zincirin halkaları gibi, hiç kopmadan geçmişten bugüne uzar gelir. Bizde o yok… Bizim resim ve heykelimizde hissettiğimiz büyük boşluk budur. Herşey son yüzyıl içinde ortaya konmuştur. Ne kadar büyük bir gecikme! Üstelik uzun zaman, saray çevrelerinde kalmıştır. Topluma intikali daha çok yenidir. Galerilerin artmasıyla, çok yoğun bir sergi faaliyeti ile toplum yavaş yavaş yaşamaya başladı sanatı. Nitekim batıda sanat sürekli yaşanır haldedir. En azından Rönesanstan beri bu böyledir. Antikite’de zaten yaşanıyormuş. Toplumun günlük yaşamında sanatı, hayatının bir parçası olarak görmesi lazım.
Olayın bir de evrensel tarafı var. Sanatımız büyük bir geleneğe dayanmasa da bir Türk sanatçının evrensel sanatı kavramada bilgisi, görgüsü yeterli ise ve kendi özgünlüğünü, kişiselliğini koruyabiliyorsa dünyada tutunabilecek bir eseri ortaya koyması mümkündür… Ve gerçekten bunu başarabilenler var.”
İçel Sanat Kulübü Aylık Bülteni 48. Sayısından alınmıştır.
Hüseyin Gezer’e ilişkin bir başka usta Etem AYDIN’nın yazısı için bu satırı tıklayınız.