Turan Ali ÇAĞLAR – Yazar- Halkbilimci
Bu yazıda İçel Folklorunun, tarihten günümüze kadar gelen otantik değerleri konusunda görüşlerimi; Türkmen kültürü ile günümüzün yöre halkı gelenekleri arasındaki folklorik değerleri aktarmak istiyorum.
Bugünkü İçel Folkloru söz konusu edilir ise giyimde köylerimizde şalvar giyme geleneği dışında, ne bir Türkmen giysisi olan «üç etek» paralı başlık, yemeni (ayakkabı), cepken, konçlu çizme, aba, kepenek vb. bahsedecektik, ne bir kız kaçırmadan bahsedecektik, ne bir «övelemeç» çorbasından, ne bir keklik sekişinden, sinsin oyunundan bahsedecektik.
Günümüzde düğünler çoğunlukla «düğün salonlarında» yapılmaya başlandı. Kız alıp vermelerde eski davranışlar değişiyor. Giyimde ve mutfakta yüzyılın geleneklerine ulaşılıyor. Artık köy odaları ve «Kerem ile Aslı» hikayeleri yerine, köy kahvehaneleri ve televizyon kültürü var.
Bu nedenlerle yazıya böyle bir girişle başladım. Halk kültürümüzü incelerken, bugünkü ile geçmişte olanlar arasında karşılaştırmalara, benzetmelere, ayrılıklara dikkat çekilerek anlatmak istiyorum.
Ayrıca ek olarak; Adana – Mersin karayolu güneyindeki birkaç Arap ve Doğu kökenli köylerimiz dışında, İçel halkının, geçmişte Türkmen (1) (sürü hayvancılığı ile geçinen) boylarından oluştuğunu, kültürünün her dalında bu özelliğinin ön planda görüldüğünü biliyoruz.
Töre folklorumuzun her dalını, buraya aktarmam imkansız kaba çizgileri ile önemli konularda birer örnekleme ile bazı konuları dile getirmek istiyorum.
A) Giyim – Kuşam – Dokumacılık :
Yazın; Toros yaylalarında, kışın; yayla eteklerine ve sahile inen Varsak (2) Türkmenlerinden olan İçel’in eski halkı, giyimde geçmiş ile tam bir bağlantı kurar. Kadınlarda, paralı başlık, örgülü uzun saç, üç etek, uzun don, konçlu çizme gibi tipik Türk giysileri vardır. Bunların, yaklaşık 450 – 500 yıl önce giyilen giysiler olduğunu Türk türkülerinden anlıyoruz.
Fani Karacaoğlan fani,
Veren alır tatlı canı.
Sevmediğim kara donu,
Dost karşımda giydin bugün.
Veya,
Sarı çizme giymiş, konca kısarak,
Çeker gider ökçesine basarak…
gibi, yakın zamanlarda bırakılan bu giysilerin uzun bir geçmişi olduğunu anlıyoruz. Japon TV. hazırladığı «İpek Yolu» belgeselinde; Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan Halk Cumhuriyetlerindeki yerel kıyafetli kadınlarda da ayni giysileri gördük. Bu da, adı geçen kadın giysi modellerinin daha çok eskilerle bağlantılı olduğunu ıspatlıyor.
Tarsus, Mersin ve Silifke’deki birkaç Osmanlı yöneticisinin kadınları dışında, yöremiz kadınları geçmişte hiçbir zaman peçe takmadı. Osmanlı tarihini dikkatle incelersek; Osmanlı devletini kuran Türkmen, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra hiçbir zaman Osmanlıdan sayılmadı. Türkmen’de zaten Osmanlıdan saymadı kendini (3). Bu nedenle peçe, İçel bölgesi kadınlarında görülmedi. Evlerde, tarlada ve dağda yüz kapatmadı, ancak düğünlerde gelinlerin yüzlerini kapayabildi. O da siyah renkle değil, al renkli olarak.
Erkek giysileri, eskiden kıl ve yün hammaddelerine dayanırdı. Ayakta çarık, kıl çorap, yün potur (bol pantalon), cepken veya kepenek. O da yünden ve kıldan yapılır. Sonraları «Çulhalık» denen tezgahlarda, el dokumacılığı gelişti. «Güdük» denilen erkek gömlekleri, «peşkir» denilen yüz havlusu, «savan» denilen ince kilim, «göynek» denilen iç giyineği vb. hep bu basit tezgahlarda dokunuyordu. Şimdi artık bunlar, birkaç dağ köyleri dışında yok denecek kadar azaldı. Günümüzde giyecek için, modern sanayi mamülü bez ve kumaşlar kullanılmaktadır.
Son zamanlarda kentlerden köye doğru yaygınlaşan halı kullanımı, önceleri İçel yöresinde pek görülmez. Ev sergisi olarak; keçe, savan ve çul kullanılır.
Çul, kaldırılıp yüklenmesi hafif olan, yün kıl veya kalın pamuk ipliğinden dokunan bir tür kilimdir. Oldukça dayanıklıdır. Yörük kadınının zevkini çeşitli renkleri ile günümüze taşımıştır.
Çul, «Istar» denilen tezgahlarda dokunur. Çul, halıdan çabuk dokunur. Bu nedenle, uzun zaman bir yerde kalamayan Türkmenin, halıdan çok, çul dokuması, kullanımının hafif olması ve eşyaların üzerine örtü olarak kullanabilmesi açısından, çul dokumacılığına önem verilmesine neden olmuştur. Köylerimizde ev sergisi olarak, çul kullanımı yaygındır.
B) Yöre Mutfağı :
Yöremiz mutfağı eskiden hayvansal ürünlere daha çok bağlı idi. Süt, yoğurt, ayran, tereyağı ve et, diğer besinlerden önce geliyordu. Günümüzde hayvancılığın azalması, olanın da (ekonomik nedenlerle) tereyağını satıp, bitkisel sıvı yağlar kullandığını görüyoruz. Köyümüzde 50 – 60 yaşın üstündeki insanların bitkisel yağ kullanımına başlamalarındaki sızlanmalarına çok tanık olurdum. Bu durum şimdi de köylerimizde çoğunlukla görülmektedir.
Size, kökü çok eskilere dayanan bir Türkmen yiyeceği tanıtacağım. Tahıl kırması ve ununa kanştınlmış toz şekerden, yapılmış bu yiyeceğin adına «kavut» (4) denir. Mersin’in dağ köylerinde, düğünden birkaç gün önce, evlenecek erkeğin evinden getirilen düğün yemeği malzemelerine «tohum – kavut» adı verilir.
Gülnar yöresinde yaygın olan; içinde hamur, acı ve (genelde) av eti ile hazırlanan «Arabaşı» adlı yiyecek, soğukla mücadele eden, bütün günü dağda geçen, av yapan çobanın uygun bir yiyeceğidir.
«Övelemeç» denilen; hamur parçacıkları, yoğurt karışımı ve «yarpız» denilen dağ nanesi ile süslenmiş Türkmen yemeğinin, Orta Asya Türklerince yenildiğini «İpek Yolu» belgeselinde gördük. Adı geçen yemek, bugün de Mersin dağ köylerinde sevilerek yenmektedir.
Türkmenin «mükellef» denilecek sofrası pek olmaz. Eti bile; kebap, köfte, mumbar… gibi zaman alıcı değerlendirmelerden çok, «çaman» şeklinde yemek; onun hayvancılıktan gelen hareketli yaşamını gösterir. Bugün de İçel köylerinde et tüketimi, ağırlıklı oranda böyle yenilir. Bunlar da damak zevki yanında, mutfak alışkanlıklarımızın tarihsel bağıntılarını çok iyi yansıtıyor.
Bunun yanında, hayvancıIığı uzun yıllar önce bırakmış, ova hayatına tamamen uyum sağlamış Çukurova köylülerinin, fazla salça tüketimi, «Künefe» tatlısı gibi yöresel yiyecekleri, yöre halkımız mutfağına girmiş, İçel halkının mutfak kültürünün bir parçası olmuş istisnalardır.
Yazımın başında belirttiğim gibi, Halk Biliminin günümüzde (az da olsa) yaşamakta olan bazı geleneklerinin çok eskilerde olan tarihsel bağıntısını incelemeye çalışacağımı belirtmiştim. Konu ile ilgili birkaç örnek daha vermek gerekirse:
Prof. Bahattin Ögel; Kırgız Türklerinin hububat yemeye M.S. 400 yıllarında başladığını;
Emevi halifesi, VI. yüzyılda, Türgiş Kağanı Su-lu Kagan’ı İslam’a davet için gittiğinde, kağanı eyer yaparken görür. Hatıralarında; «Eti çok, ekmeği az» bir yemek ikram edildiğini anlatır.
Bütün bunlar, yakın geçmişe kadar tümü hayvancı olan yöre halkımızın her kültüründe olduğu gibi, mutfak kültüründe de hayvansal besinlerin hakim olduğu bir yapıyı göstermektedir.
C) Sosyal Hayat:
Türkmen hayatında «ağa»lık kurumu oluşmamıştır. Bir yığın kabileIere ayrılan Türkmenin başında ileri gelenler vardı ama bunlar doğuda, güneyde gördüğümüz ağalıklar gibi bir yetki taşımıyorlardı. Üç koyunu, beş keçisi olan herkes birer «bey» idi. Oldukça özgür bir hayatı vardı Türkmenin. Bu da onun ekonomik durumundan kaynaklanıyordu. Şu dağdan kovulan Yörük, öbür dağda hayvanını otlatabiliyordu. Günümüzde bile yöre halkında «ağa, bey» gibi unvanlar yoktur.
Yöre halkının günümüze kadar getirdiği en olumlu, en güzel sosyal hayat kesitinden birisi de kadın özgürlüğüdür. Tarihsel çizgisi içinde düşünürsek çok ilerde olan kadın hakları; günümüz uygarlığındaki kadın haklarının elbetteki ki oldukça gerisinde idi. Bunun baş nedeni, gene ekonomik durumdan ileri geliyordu. Davar sürüsünü güden erkek, kuzu veya oğlak sürüsünü kadına veya çocuğa bırakmak zorundaydı. Göç zamanı, sağım zamanı, ayni işleri yapan iki insan, birbirine iyi davranmak zorundadır. Erkeği davara giden kadın yemeği yapıp, yağı, peyniri hazırlamaktan başka çadırı hırsızdan eşkiyadan korumalıdır. İyi silah atabilmeli, ata binebilmeli, hızlı koşabilmelidir. Hayat şartlarının ona yüklediği bu yük evliliğin ortak durumunda çağdaşlarından azımsanmayacak yüksekte bir yer sağlıyordu.
Tarımla geçimini sağlayan, harmanda, tarlada çalışan köylü kadını da buna benzer (geçim ortaklığından doğan) haklar sağlayabiliyordu. Fakat o çağda (Arap ve diğer kesimlerde) kadınlar, ev içinden dışarı çıkamayan, perde arkasında hayatını tüketen, kişiliksiz insanlar durumundaydı.
Geçmişte Türkmenlerde, kadınların rolü epey fazla idi. Akkoyunlu döneminde, kadın askerlerin kocaları ile birlikte savaştığı batı kaynaklarında yazılıdır. (5).
Gene de kadın önemli kişi değildir. Sürekli ikinci sınıf insan görülmesine karşılık, erkek çocuk doğurduğunda ona gösterilen saygı artar. Bu çağdışı görüş, Anadolu’da «dayı»ya gösterilen saygı ile kendini açıkça gösterir.
Türkmende kadına verilen öneme geçmişten bir örnek gösterirsek: Karakoyunlu bir Türkmen beyinin kızı, bir güneyli bey ile evlendirilir. Bir düğünde ok atan, ata binen, cirit oynayan bu kadını kocası (İslama uygunsuz davranış ta gördüğü için) döverek bir dişini kırar. Kadın, kırık dişini ağabeyi İskender Beye gönderir. İskender Bey de gelir, kardeşinin kocasını öldürür. Marko Polo, Göktürklerde kadınların «polo veya golf oyununa benzeyen» bir top oyununu, erkekler ile birlikte oynadıklarını yazar. (İslam Ans. cüz. 128). Kısaca Türkmen kadını hayli serbesttir.
Bu gibi davranışların uzantısını günümüzde görmek mümkündür. Mersin’in Çukurkeşlik, Yavca, Çağlarca köylerinde, köy kahvehanesine gelip oturan, sohbete karışan, köy yönetimine karşı münakaşa eden (doğal olarak yaşlı), ve o toplumdaki erkeklerce büyük saygı duyulan kadınlar vardır.
D) Müzik – Oyunlar:
İçel yöresindeki (Tarsus dışında), müzik ve oyunlarda tam bir hareketlilik ve çabukluk hakimdir. Bunun da hayvancılıkla büyük ilgisi vardır. Müzik ritmlerine bakıldığında genellikle 9/8, 7/8 gibi oynak ritmli ezgiler çoğunluktadır. Tekenin tos vuruşundaki, sekişindeki ritmler 9/8 lik şekliyle Türk halk müziğimize yer etmiş ölçülerdir. Kekliğin sekişi, Yörüğün göçü, yayla yollarındaki hareket hep birer ritm kaynağı olmuş yöre müziğine.
Türkmenin önemli bir özelliği de, İslamı yaklaşık 1000 yıldır kabul etmiş olmasına rağmen; inançlarında tabiatın (şamanizm) etkilerinin görülmesidir. Türkülerinde; mor menekşe, nergiz, kekik dil verir. Karlı dağın yaylaları bel verir. Sevgilisi ulu çınarın dibinden geçer. Keklik pınarından su içer… vb.
Yöre müziğine etken olan tabiat oyunlarda da kendini gösterir.
Dağ köylerimizde düğünlerin son gecesi «sin sin» oynanır. Meydanın ortasına büyük bir ateş yakılır. Oyuna herkes katılabilir. Oyuna katılan kişi, ateşin çevresini gerisin geri sekerek bir kez dolanır. Hemen ikinci bir oyuncu meydana çıkarak onu kovalar. Oyuncu çabucak yerine geçmelidir. Yoksa sırtına yumruk vurulur. Töresi böyledir. Oyuncu sekerek dönerken yeni çıkacak kişi kesinlikle onu arkadan vuramaz. Önünde gelip, kovalamalıdır. Bu da oyunun kurallarından biridir. (Yiğitlik gösterisi olsa gerek) O sırada çalgı (davul – zurna) Köroğlu, Dadaloğlu gibi yiğitlik ezgileri çalar. Tarihçi Abdulkadir İnan, Şamanizm adlı kitabında; «sin sin, Altaylar yöresinde dini tören olarak oynanan bir oyundur» der… Bu ateş çevresini dönme oyunu bir iki saat devam eder. Sonra güreşler yapılır.
E) İnançlar ve Hayata Etkileri:
İçel yöresi insanının belki de ülkemizin en az değişen Türkmen oymaklarının yaşadığı, Orta Asya gelenek ve inançlarının ve izlerinin en çok bulunduğu yöredir. Bunu batıl ve dinsel inançlarında görmekteyiz. İçel yöresi köylerinin tümünün İslam olmasına rağmen, hala şamanist inançların yaşadığının görülmesi bunun örneklerindendir.
Kaşgarlı Mahmut, kendisi İslam olduğu için, şamanist Türkleri yadırgayarak Divan-ı Lugatit Türk’te: «Onlar, ulu ağaçlara, önemli su kaynaklarına ve dağlara taparlar» der. Bugün bile çevre köylerimizde, bu tip şeylere tapılmaz ama kutsal sayılır, ululanır.
Kutatgu Bilig’ de kara renk kötülenir. Dede Korkut hikayelerinde kara rengin «uğursuz» sayıldığı nice olaylar anlatılır. Selçuklular, Abbasilere uyup, kara rengi bayraklarına seçerse de Türkmen halkı buna uymaz, onu yas giysisi kabul eder. Karacaoğlan, türkülerinde bunlar dile getirir. Türkmende al ve beyaz renk, sevgi ve kutsallığı simgeler. Bugün de yöremizde, adı geçen renklere bakış açısı ayni devam etmektedir.
Günümüzde ölüler, İslam inançlarına göre gömülür. Fakat iki gelenek vardır ki eski, Türkmen inançlarınca yapılmaktadır. Birisi; ölümlerde «şiir düzme» ozanlık becerisi olanları (ölenin yakını olmasa bile) ağıt söylemesi ve yakınlarının ağlamasıdır. Bugün dağ köylerimizde görülen bu olay, Dede Korkut hikayelerindeki, kopuzlu ozanın ölü evindeki «ağıt yakımı» geleneğinin uzantısıdır.
Bir de,. ölüm olayının bir dağ başı, orman gibi uzak yerde olup, ölünün omuzda, mezara kadar getirilirken, getirenlerin yorulup dinlendiği yerlere «makam» adı verilir. Bu yerlere taş yığılır.
Oradan her gelip geçen o yığına bir taş koyar. Bunun ölene bir saygı gereği olduğu söylenir, Tarihçi, Eberhard, benzeri taş yığınlarının Altaylarda çokça görüldüğünü yazar.
Şamanizmdeki ve Manihizmdeki «koruyucu ruh» İslam olunduktan sonra Evliyalık niteliğine bürünür. Bugün çevremizde, hastalıktan, çocuğunun olmayışından ve daha nice problemlerden kurtulmak için kimliği belirsiz «evliya mezarlarına» gidilmesi, «koruyucu ruh» kavramının değişik şeklidir.
Eski Türklerdeki kutsal kurt inancı, Anadolu’daki Yörük ve Tahtacı obalannda geyik tabusuna dönüşmüştür. Hala Mersin köylerinde yaşayan; kaybolan hayvanını yiyemesin diye «kurtağzı bağlamak>> yani kurdun ağzını bağlamak inancı vardır. Jean – Paul Roux’uİl etnik araştırmalannda, bu inancın Orta – Asya bozkırlarında yaygın olduğu yazılıdır.
Daha nice örneklerini gösterebileceğimiz bu gibi geleneklerimizin, geçmişteki hayvancı ekonomiye bağlı, onların da eski yurdu olan Orta Asya bozkır gelenekleri olduğunu; günümüzde bunların teknolojik gelişmeler ve İslam etkileri ile yok olduğunu belirtmek isterim. Tarihsel uzantısı olan birkaç milli kültürümüzün yaşayanlarını buraya aldım. Gelecekte çocuklarımızın güzel olan, anlamlı olan geleneklerimizi unutmayıp, tabiatı, insanı, yurdunu ve milletini seven birer insan olarak yetişmelerini diliyorum.
(1) «Türk, Türkmen, Yörük… denilen boyların hepsi Oğuz (Türkmen) kavminin torunlarıdır. (Prof. Dr. Faruk Sümer – Oğuzlar. sh. 175)
(2) Taşeli yöresi Türkmenlerine Osm. kaynaklarında Varsaklı veya Farsaklı adları verilir. (Belleten 68. sh. 559).
(3) Türkmenler tarihi boyunca; hayvancı oldukları ve yerleşik tarımcılara zarar verdikleri için, horlanmış, sevilmemişlerdir. Anadolu’ya ilk gelen Türkmen boylan; Anadolu Selçuklu döneminde yönetici kesim ahi örgütü içinde ezilmiş, bir kısmı Toros dağlarına sığınabilmişlerdir. (Türklerin Tarihi: Cilt 1. Sh. 152).
(4) Prof. Faruk Sümer ,Oğuzlar adlı kitabında: Kavut; darı, yağ ve şekerden yapılan bir Oğuz yemeğidir» der. X. yüzyil Türk Tarihi bölümü.
(5) (Akkoyunlu Türkmenleri: Vryonis. sh. 263)
TURAN ALİ ÇAĞLAR’ın (Halk bilim araştırmacısı, yazar) bu yazısı “Mersin Halk Eğitimi Merkezi ve Akşam Sanat Okulu Müdürlüğü Yayın Organı” olan “İÇEL KÜLTÜRÜ” Mayıs 1987 ayı 2. Sayısından alınmıştır.