MERSİN 1. ULUSLARARASI MÜZİK FESTİVALİ PROGRAMI
01 Ekim 2002
Mersin Kültür Merkezi Saat: 20.00
MDOB 10. Yıl Kutlamaları Etkinliği
Nevit Kodallı’nın (1) “Hürrem Sultan” Adlı Bale Eserinin “Mersin Prömiyeri” (2)
MDOB Balesi ve Orkestrası, Şef: Murat Kodallı
Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali AÇIŞ Konuşması – Kokteyl
03 Ekim 2002
Mersin Kültür Merkezi Saat: 20.30
Konser
Solist: Fazıl Say, Şef: İbrahim Yazıcı, MDOB Orkestrası (3)
04 Ekim 2002
Mersin Üniversitesi Anfi Tiyatrosu Saat: 20.30
Konser
Solist: Fazıl Say, Şef: İbrahim Yazıcı, MDOB Orkestrası
05 Ekim 2002
Mersin Üniversitesi Anfi Tiyatrosu Saat: 20.30
Don Kazakları Korosu Konseri (Rusya)
07 Ekim 2002
Mersin Üniversitesi Anfi Tiyatrosu Saat: 20.30
Bilkent Senfoni Orkestrası Konseri Şef: Emil Tabakov, Solist: Gülsin Onay
10 Ekim 2002
Mersin HiltonSA Convention Center Saat: 20.30
Tiflis Jazz Orkestrası (Gürcistan)
12 Ekim 2002
Kanlıdivane Antik Kenti Saat: 17.30
İlhan Erşahin Quartet Jazz Konseri İlhan Erşahin Jazz Orkestrası
13 Ekim 2002
Mersin Kültür Merkezi Saat: 20.30
Festival Kapanış Konseri
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konseri
Şef: Rengim Gökmen, Solist: Cihat Aşkın
Kapanış Kokteyli Mersin Kültür Merkezi Şeref Salonu
(1) DEVLET SANATÇISI PROF. NEVİT KODALLI
12 Ocak 1924’de Mersin’de doğdu. Lise eğitimini bu kentte tamamladı. 1939’da Ankara Devlet Konservatuarı Kompozisyon Bölümü sınavlarını kazandı. Necil Kazım Akses’in kompozisyon, Ferhunde Erkin’in piyano öğrencisi oldu, ayrıca Dr. Praetorius ve Hasan Ferit Alnar ile şeflik çalıştı. 1947’de konservatuvarın kompozisyon bölümünden büyük orkestra süitini yazarak mezun oldu. Bu yapıt ilk kez Karel Ancerl yönetiminde Prag Radyosu’nda seslendirildi. Kodallı, 1947’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açılan burs sınavını kazanarak 1948 yılı başında Paris’e gitti. Ecole Normale de Musique’de ünlü besteci Arthur Honegger ile kompozisyon, Jean Fournet ile orkestra şefliği çalıştı, Ayrıca Nadia Boulanger ve Charles Koechlin ile çalışmalar yaptı.
1953 yılı sonlarında Paris’teki öğrenimini tamamlayarak yurda dönen Kodallı, Ankara Devlet Konservatuvarına kompozisyon öğretmeni oldu. Fransa’daki eğitimi sırasında bestelediği “Atatürk Oratoryosu”, aynı yıl Atatürk’ün Anıtkabir’e aktarıldığı 10 Kasım 1953’te seslendirildi. 1955’te Ankara Devlet Operası Orkestrası’na şef olarak atandı.
Kodallı’nın henüz öğrenciyken yazmış olduğu yapıtlar, Avrupa’nın en büyük şefleri, orkestra ve oda müziği toplulukları tarafından seslendirilmiştir. 1946’da bestelediği 7 Poem’i İsviçre’de, 1947’de yazdığı Birinci Yaylı Çalgılar Dördüsü 1949’da Almanya’da Darmstadt’da Tibor Varga Dörtlüsü, 1949’da bestelediği yaylı çalgılar orkestrası için Sinfonietta’sı Herman Scherchen yönetiminde 1950’de Darmstadt’da ilk kez seslendirildi. Bestecinin yapıtları günümüzde çeşitli ülkelerde çalınmaktadır.
Sanatçı Ankara Devlet Operası’nda orkestra şefi, sanat danışmanı ve Ankara Devlet Konservatuarı’nda kompozisyon bölümü öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Devlet Sanatçısı ünvanını alan Kodallı, 1985’te Profesör olmuştur.
Yapıtları; Piyano parçaları (1945), Passacaglia ve Füg (Yaylı çalgılar Orkestrası, 1945), Yaylı Çalgılar Altılısı (1945), Süit (Büyük orkestra için, 1946). Birinci Yaylı Çalgılar Dördülü (1947). Senfoni (1947-1948). Benzetmeler (Şan ve piyano için, 1949). Piyano Parçaları (1950). Piyano Sonatı (1950). Atatürk Oratoryosu (Sololar, koro ve büyük orkestra için, 1950-1952). İki Lied (Şan ve piyano için, 1954). Gilgameş (Orhan Asena’nın aynı adlı oyunu için müzik, 1953). Güzel Helena (Selahattin Batu’nun sahne oyunu için müzik, 1954). Van Gogh (Opera, 1954-1956). Antigone (Bale, 1958). Garip Şarkılar Albümü (Şan ve Piyano için, 1958). Koro Parçaları (1962). İkinci Yaylı Çalgılar Dördülü (1967). Telli Turna (Küçük süit, orkestra için, 1967), Ebru (Piyanolu Kuartet, 1971 aynı eser yaylı çalgılar orkestrası için düzenlenmiştir). “Anıtkabir” ve “Sultan Ahmet” ses ve ışık müzikleri, (1972). Güzelleme (Orkestra için küçük süit, 1973). Hurrem Sultan (Bale, 1976). Viyolonsel Konçertosu (1983).
Kodallı çok sayıda marş, tiyatro ve film müzikleri bestelemiştir.
(2) Hurrem SULTAN
1. Perde
1 .Tablo: Huzurda bulunan saraylılar tarafından boşaltılan avluda Valide Sultan, küçük şehzade Mustafa ve annesi Gülbahar, tahta geçmiş olan Sultan Süleyman’ı kutlarlar. Eteğini öpmek isteyen anasına Süleyman fırsat vermez.
2.Tablo: Sarayda yaşam sürmektedir. Valide Sultan, Danışman ile birlikte, çok çalışmakta olan oğluna sunulmak üzere bir cariye seçer. Bu, oğlunun “güleryüz” anlamına gelen “Hurrem” adını vereceği Slav güzeldir. Geleneksel hazırlanma töreninde Haseki Sultan olma ümitlerinin tehlikeye gireceğini sezen Gülbahar üzüntülüdür.
3.Tablo: Genç cariye, erkeğinin yatağını öper. Sultan Süleyman, ilk kez gözlerine bakmaya cür’et eden yeni odalığının karşısında etkilenmiştir. Büyük adam, aşkıyla büyüyen Hurremi’ni yaratır.
4.Tablo: Kenara itilmiş olan Gülbahar, artık genç bir şehzade olan oğlu Mustafa ile avunmaya çalışmaktadır.
5.Tablo: Ve Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman…
6.Tablo: Halk, dirlik düzenliğinin mutluluğunu yaşamaktadır.
2. Perde
1.Tablo: Geleneklere göre Sultan’ın ilk oğlunun Vali atanması gerekmektedir. Manisa valisi olan Şehzade, yine geleneklere göre Sultan’ın ölümünde tahta çıkacak ilk şehzadedir. Hurrem Sultan, kendi oğullarından birinin tahta geçmesini arzulamaktadır. Kanunlara, törelere çok bağlı olan Sultan Süleyman, Hürrem’in bütün yalvarmalarına ve Mustafa’yı kötülemelerine rağmen, bir elçi kabul divanı toplantısında Mustafa’yı Manisa Valiliği’ne atar. Fatih döneminden kalan kanunlara göre, Sultan’ın devletin güvenliği bakımından veliahttan başka öteki şehzadelerini öldürtmek hakkına sahip olduğunu düşünmekte olan Hurrem, oğullarının ve kendisinin geleceğinden duyduğu endişe ile çeşitli entrikalara girişmiştir. İşlerinde damadı Rüstem Paşa’yı kullanmaktadır.
2.Tablo: Düzmece bir belgenin Kanuni’ye verilebilmesi için, haremde bir eğlence düzenlenmektedir.
3.Tablo: Hurrem Sultan’ın kendisi için düzenlediği ve dans ettiği şenlikte Kanuni, Rüstem Paşa’nın elinden oğlu aleyhindeki belgeyi alır. Artık kararını vermiştir.
4.Tablo: Manisa Valiliği’nden alınmış ve Amasya Valiliği’nde bulunmakta olan şehzade Mustafa, Ereğli’de seferdeyken, kendini çağırtan Sultan’ın çağrısını, yakınlarının uyarılarına rağmen babasına duyduğu inanç ve bağlılıkla kabul eder. Ancak “Baba. baba” diye haykıran şehzade Mustafa’nın son görebildiği, cellatlara işaret veren babasının elidir…
5.Tablo: Oğlunu da yitiren Gülbahar, sonsuz acılar içindedir, Zafer Hurrem’indir.
6.Tablo: imparatorluk sınırlarını Osmanlı tarihinde en geniş çizgisine ulaştırmış, adaleti ile “Kanuni” adını alan ve tüm dünya ülkeleri tarafından saygıyla karşılanan Kanuni de her insan gibi sevgileri ve tutkularıyla yaşamaktadır. Yıllar, bu tutkular, sevgiler, ülke yönetimi için fedakarlıklar, seferler ve zaferlerle geçer.
(3) TÜRK KLASİĞİNİN ADI FAZIL SAY
Ankara’da doğan besteci ve piyanist Mithan Fenmen ile, sekiz yıl süren eğitim döneminden sonra, 1982 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na girerek çeşitli profesörlerle komposizyon çalıştı. Üstün yetenekli çocuklar için özel statüde öğrenim gördüğü konservatuvarın piyano ve komposizyon bölümlerini 1987’de bitirdi. Aynı yıl, Alman Devlet Bursu’nu kazandı ve 17 yaşında Düşseldorf’taki Schumann Müzik Akademisi’nde piyanist David Levin’in “usta” öğrencisi oldu.
1991 yılında “konser piyanisti” diplomasını aldı ve Berlin Senfoni Orkestrası’nın siparişi üzerine bestelediği konçertonun dünya promiyerini gerçekleştirdi. David Levin ile geçirdiği dönemi geriye bakışta çok hoş bir dönem olarak nitelendiren Say, Levin’i “müthiş bir öğretmen” olarak övüyor. 1991 ve 1995 döneminde, bestecilik çalışmalarını geliştirerek çok sayıda piyano parçası ve chanson yazdı.
Eserlerinin tümü yurtdışında da seslendirildi. 1994’de “Young Concert Artists” Avrupa yarışmasını kazanan Say, 1995’te New York’ta yapılan kıtalararası yarışmada dünya birinciliğini kazanarak şan ve şöhrete ulaştı. Aynı yılda Say, New York’tan Washington’a ulaşan ilk Amerika konser turunu gerçekleştirdi. “Variations on Paganini” adlı jazz çalışması dünya basınında olumlu yorumlar aldı.
1998 ve 1999’da Kurt Mansur yönetimindeki New York Filarmoni Orkestrası ile verdiği konserlerden yapılan canlı kayıt ise “Gershwin/Fazıl Say” başlığıyla piyasaya sunuldu. Çok yoğun çalışan ve bundan dolayı “workacholic” kavramıyla adlandırılan Fazıl Say, piyanoyla geçirdiği ilk günlerini şu sözlerle hatırlıyor. “Dışarıda gezip dolaştıktan sonra eve geldim ve piyanonun karşısına oturdum. O dönemdeki öğretmenim Kemal Kaya bana hep diyordu ki, “sokaklarda ve kahvehanelerde duyduğunu seslendir.” Notaları bilmeden müziği çalan Fazıl Say, küçük yaştan beri olağanüstü müzik yeteneğine sahipti. Yedi yaşında, “What the Piano Told Me” ve “What the Violin didn’t say” adlı ilk komposizyonunu besteledi.
ALLEGRO
EVİN İLYASOĞLU
Fazıl Say ile A’dan Z’ye
“Bana biraz su biraz ekmek verin, hayatımın sonuna kadar eve kapanır Bach çalarım. Onda ‘sonsuzluk’ hissediyorum. Bach beni ağlatır, güldürür, bu benim hayatım için ‘oksijen’ değerindeki bir diyalog. Ülkemizdeki bilinçsizlikler, değer bilmezlikler haliyle sanatsal konulara da yansıyor. 21 . yüzyılda bu gidişatın değişeceğini ümit ediyorum ve bu değişimde birazcık rolüm olursa, bu benim için sonsuz bir mutluluk olacak. Biz Türk sanatçılarının bir şeye inanması lazım: Artık bir takım ilkelliklere boyun eğmeme, mücadele verme ve kazanma zamanıdır.”
-Seni eğiten hocalarından bugün hala taşıdığın iz var mı?
-Mithat Fenmen ile başladığım müzik yaşantıma, onun ölümüyle konservatuvarda Kamuran Gündemir ile devam etmiştim. Mezun oluncaya kadar konservatuvar yıllarımı onunla geçirdim. Mithat Hoca bana gündelik yaşantımı piyanoda anlatmayı, doğaçlama yaptırmayı, dolayısıyla müziği sevdirmeyi öğretmişti. Bugün en çok Kamuran Gündemir’den izler var. Müzik yapma sanatını ve “müzisyenlik”teki o kutsal “sadık kalma” hissini bana Kamuran Hoca aşılamıştır. En önemli olan da budur. Yoksa Mozart’taki şu detay, Bach’taki bu detay konuları, bjr hocanın vermesi gerekenin onda biridir. Bunlar detaydır. Önemli olan müziğe sevgiyi, çalışmaya, üretmeye olan özlemi aşılayabilmektir öğrenciye…
-Halen herhangi bir hoca – danışman gibi kimseyle irtibatın varmış kendini dinlettiğin ya da dağarcığını düzenlerken fikrini aldığın bir müzik adamı?
-Hayır yok. Hayatta her zaman öğrenciyiz. Gittiğim konserlerden, dinlediğim CD’lerden, dostlarımdan, okuduklarımdan bir hoca ediniyorum kendime. Sürekli konser vermek aslında çok öğretici. Artık -mesela- 3-4 sene öncesine nazaran daha iyi çaldığımı düşünüyorum. Orkestralarla daha uyumluyum, daha güvenliyim. Bütün bunlar da tecrübe sonucunda geldi…
-Programlarını özel bir dinleyici kitlesine göre mi hazırlıyorsun, yoksa o sırada gündemindeki yapıtlara göre mi?
– Bir programı iyi çalışmak kadar programın enteresan ve halkın seveceği türden olması da şarttır. Benim bu sıralar özellikle Fransa ve Amerika’da büyük bir seyirci kitlem olduğu için onların isteklerini de gerçekleştirmek zorundayım. Düşünün, aslında hiç klasik müzik konserlerine gitmeyen bir genç nesil benim konserlerime geliyor, bunlardan bazıları sırf konserin sonunda yapacağım bis parçalarındaki cazı dinlemek uğruna 120 dakikalık bir resitali dinliyor. Ve ben onların bu resitalden de alacakları zenginliği görmek istiyorum.
Bir keresinde çok genç bir çocuk bana gelip, “Aslında sizin Türk Marşı uyarlamanızı dinlemek için gelmiştim, ama Bach İtalyan Konçertosu’nun daha iyi bir eser olduğuna karar verdim. “Artık bütün gün bu eseri dinleyeceğim” demişti. Bu da çok güzel benim için, asıl amacım bu çünkü. Klasik müziğin artık çok yaşlanan “snop” söylevini değiştirmek, klasik müzik dünyasına hayat ve tazelik katmak..
– Programlarına modern yapıt katma konusunda yaklaşımın nedir?
– Avangarde ve 1950 sonrası müziğini öğrencilik yıllarımda çalmıştım. Özellikle Ligeti ve Bernard Alois Zimmermann’i çok sevmiştim. Messian ‘e de ilgi duydum… Bakın sorun şu. Bir konser programında bir en fazla iki çağdaş eser bulunabilir, daha fazlası yorucu olur ve dinleyicinin konsntrasyonu çorbaya döner. Bu tek hakkı da aynı zamanda bir besteci olduğum için kendi eserimle kullanmak istiyorum. Yani benim her konserimde 1990’Iarın bir eseri oluyor. Beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez, o ayrı konu…
(…..)
-Bestelerine değinirsek, bundan sonra nasıl bir yol çizmeyi düşünüyorsun?
-Bir opera yazmak istiyorum. 21. yüzyıl teknikleriyle bir opera…
-Esin Gülyar’ın bir çellist olması, dolayısıyla senin yaratıcı müzik dünyanı paylaşması çok önemli, Çocuğunuzun da müzikçi olması için uğraşacak mısınız? Ne de olsa ona kopyalar vermek ve ipuçları sunmak açısından elinizde olanaklar var!
– Müzisyen olmasını isterim. Gülyar da ister. Yalnız anne babanın meslekten olması, hatta “iddialı” olmaları çocuk için stres yaratabilir, bu da çok kötü… Ben en çok çocuğumun bir sanatçı, ama başka dallardan olmasını isterdim. Ne bileyim, şair, yazar, ressam, balerin vs. Müzisyen olacaksa, bence ikimizin de çalmadığı bir alet olmalı… Keman mesela! Zaten New York’ta 10 piyanist rakibim var, onlardan kaçmak için eve kapandığımda, bir de çocuğumla mı rakip olacağım?
(4) RUSYA DON KAZAKLARI KOROSU
1992 yılında Rusya’da kuruldu. Cumhurbaşkanı Yeltsin Kazaklardan oluşan seçkin bir birliğin yeniden kurulmasına dahi izin vermişti. Onlarca yıl süren kovalanmanın ve yokedilmenin ardından Don Kazakları sonunda yeniden ait oldukları yere döndüler: Don Nehri’nin kıyılarına! Ortodoks Kilisesi’nin dini merasimleri ve şarkıları gibi Don Kazakları da dik kafalı, melankolik ve eğlenceli şarkılarıyla milyonlarca insan için eski Rusya’nın sembolü oldular. Don Kazakları Korosu 1999 yılında iki önemli olayı kutladılar: Kuruluşlarının ilk beşinci yılı ve Büyük Don Ordusu’nun resmi korosu statüsünün tanınması.
KAZAKLAR ve ORTODOKS KİLİSE MÜZİĞİ
Ortodoks Kilisesi Kazakların yaşamlarında hem savaş hem barış yıllarında çok etkili oldu ve damgasını vurdu. Kazaklarla Rus Ortodoks Kilisesi birbirleriyle ayrılamaz bir bütün oluşturdular. Kazakların günlük yaşamlarındaki gelenekleriyle kiliseye özgü ritüeller birbirleriyle kaynaştılar.
Kazakların özgürlük aşkı, hür düşünceleri ve eylemleri de Kazakların yerleşim birimlerindeki Rus-0rtodoks Kilisesini etkisi altına aldı. Kazakları sadece savaş zamanında değil barışta da yöneten askeri liderlerin seçilmesi geleneği kiliseyi de etkiledi. Din adamlarıda özellikle saygın, eğitimli ve dindar ailelerin arasından seçildiler. Bir papaz sadece dini ihtiyaçları karşılamanın yanı sıra bir öğretmenin ve hakimin görevlerini de üstlendi. ihtiyaç duyulduğu zaman eline kılıcını alıp, ata binip, savaşabilmesi de gerekiyordu.
Bu karşılıklı etkileşim Kazakların müzik kültürüne de yansıdı. Şarkılara karşı olan sevgi, şarkı söylemek ve özellikle de korolar Kazaklara özgüdür. Hem dünyasal hem de dini mekanlarda insanların müziksel yeteneklerinin daha çocukluk yaşlarında geliştirilmesine önem verildi. Bundan dolayı Kazakların koro şarkıları kültürü çok gelişmiştir ve korolarda yer alan amatör şarkıcılar dahi yaygın halk şarkılarının yanında Bortniankij veya Rachmaninov’a ait olan zor koro şarkılarını da seslendirebilmişlerdir.
1917 ihtilalinden sonra Kazaklar ya yok edilmişler ya da göç etmeye zorlanmışlardır. Fakat Kazaklık ruhu, Kazak gelenekleri ile dünyasal ve dini şarkılar bugüne kadar yaşamışlardır. 70’li yıllarda nihayet “Perestrojika (şeffaflık)” sayesinde Kazaklar ve onların kültürleri üzerindeki baskı kalkınca bütün sınıflar bu muhteşem müzik kültürüne o güne kadar görülmemiş bir şekilde ilgi gösterdiler. Don Kazakları Korosu Kazakların Rus-0rtodoks Kilisesine olan derin bağlılıkları nedeniyle programına ünlü Rus bestecilerden Tchesnokov’un “Tanrı bizimledir.” ve Tchaikovsky’nin “Rus için” adlı tövbe duasını da almıştır.
DÜNYACA ÜNLÜ KAZAKLAR
Bazı Hollywood filmlerinde ateşli, kılıç sallayan, içmeyi seven, ne Tanrıdan nede şeytandan korkan, atılgan atların üzerindeki süvarilerdir onlar. Kazaklar gerçekten dikkate şayan Ruslardır. Onlar Ortadoks Kilisesi’nin seremonileri ve şarkıları gibi milyonlarca insan için eski Rusya’nın sembolleridir.
Kazaklar adı 500 yıldan fazla bir süredir bilinir ve onlar Moskova’daki İmparatorluğun gelişmesinde çok etkili olmuşlardır.
Kazak adı Türkler tarafından verilmiştir ve “serbest, bağımsız adam” anlamını taşır. Bu adamlar aslında Rus beylerinin kontrolü dışında Don nehri ve onun yan kolları boyunca dolaşan, avlanarak, balık tutarak ve ormanda bulduklarını yiyerek yaşayan bir tür yersiz ve yurtsuzlardı. Onlar kesinlikle tarımla uğraşmayan, vahşi yaşamlarında bir aileye veya sosyal yaşama yer olmayan serserilerdi. Elbiselerini ve silahlarını Azak Denizi kıyılarında veya çevresinde bulunan Kırım ve Türk Köylerini yağmalayarak ya da Don ve Volga nehirleri boyunca giden kervanları basarak elde ederlerdi. Hafif ve süratli yelkenlilerle Hazar, Azak Denizlerinde ve Karadeniz’de gezerlerdi.
Bütün bunlara rağmen Ruslarla olan kan bağlarını hiç unutmadılar. Çar Korkunç İvan Kasan şehrini fethettiğinde gruplar halinde onun yardımına gelenler Kazaklardı. Moskova Krallığı’nın diğer krallıklardan daha hakim bir duruma gelebilmesi için Baltık Denizi kıyılarında savaşan, kendilerini fanatik ve cesur bir şekilde işgalci İsveç ordularının önüne atanlarda yine onlardı. Yüzyıllar boyunca Rusya’ya hükmedenler Kazaklar’ın askeri önemini çok iyi biliyorlardı. Tatarların zulmüne son verilmesi, Türklere karşı kazanılan savaşlar Napolyon’un ve onun ordularının geri püskürtülmesi büyük ölçüde Kazakların sayesinde olmuştur.
1.Mersin Uluslararası Müzik Festivali Kitabından alınmıştır.