Mersin’in en eski kent içi yollarından biri olan Soğuksu Caddesi, konumu, kişisel yaşamımdaki yeri ve bugünkü durumu nedeniyle bende pek çok çağrışımlara yol açar.
Soğuksu, doğduğu ve geçtiği yerlere göre adlandırılabilen Mersin Çayı’nın, belki daha da doğru tanımlama ile onun Yumuktepe civarındaki bölümünün, görece az kullanılan adı. Kaynağından denize doğru ilerledikçe akarsu için kullanılan diğer adlar da Efrenk Deresi, Kızıldere ve Müftü Deresi. Yumuktepe’nin de, Soğuksu Tepesi olarak anıldığı olmuştur. Tepe ile akarsuyun yan yana olduğu ve geçmişte piknik alanı olarak tercih edilen mevkie de Soğuksu denmiş. Bizden önceki kuşak “sahra” için, bizim kuşak da çocukluğumda “piknik” için bu mevkie giderdi.
Soğuksu Caddesi, Yumuktepe’nin hemen güneyi ile İsmet İnönü Bulvarı arasında, kuzey-güney doğrultusunda uzanan bir yol. Doğrusal bir hat izlemez. Yılankavi bir görünümü var. Uzunluğu yaklaşık 2,3 km. İsmet İnönü Bulvarı’nın bulunduğu hat, liman inşaatı nedeniyle deniz doldurulmadan önceki kıyı şeridi idi. Yani, Soğuksu Caddesi’nin güney ucu 1960 yılına kadar kıyıda idi.
1950’li yılların sonlarına kadar, Cadde’nin kuzey kesimi ile orta kesimi arasında, doğu kenarı boyunca devam eden, kimi yerlerde bahçe/ev duvarlarını yalayan bir ark vardı. Cadde’nin orta kesimlerindeki eni ve derinliği 40-50 cm dolayında olmalıydı. Arktan akan su, Soğuksu’dan geliyordu. Ark güzergâhında yerleşik halk bu suyu, şebeke suyuna erişinceye kadar banyo, temizlik vb amacıyla da, bahçelerin/tarlaların sulanmasında da kullanırdı.
Güneye doğru aktıkça miktarı azalan ve kirlenen suyun arta kalanı, Soğuksu Caddesi ile bugünkü 108’inci Cadde olarak anılan yolun kesiştiği köşede bulunan üstü açık, yaklaşık bir metre çapındaki ve bir buçuk metre kadar derinlikteki bir kanalizasyon çukuruna dökülüyor, kentin atık suları ile birlikte denize deşarj ediliyordu. O zamanlar Cadde’nin güney ucunda, yani kıyıda, yüzeye çıktıktan sonra deniz içine 30-40 metre kadar uzanan kanalizasyon boruları vardı. Arkın, atık sulara karışmış suları buradan deşarj ediliyor olmalıydı. Her geçen yıl arkın suyu azalıyordu. Cadde’ye taş döşeme ve kaldırım yapma çalışmaları sırasında ark yok edildi. Güzergâhına boru döşenerek mi, doldurularak mı? Ne önemi var. Zaten güzergâhta sulanacak tarım alanı kalmamış ya da çok azalmış, şehir su şebekesi oralara da ulaşmıştı. Büyüklerimiz, daha eskilerde, arkın, kuzey kesimlerde Cadde’nin batı kenarında aktığından söz eder.
Mersin’de ilk kulübelerin Yumuktepe civarında yapılmış olduğu tezi esas alındığında, bu yolun, Mersin’in kuruluş yıllarından itibaren şekillenmeye başlamış olduğu söylenebilir.
********************
Soğuksu Caddesi, aklımın ermeye başladığı 1950’li yılların ilk yarısından itibaren gündelik yaşamımda en sık kullandığım ana yol olduğu için de bende pek çok çağrışıma yol açar. Çocukluğumun ilk birkaç yılında evimiz Cadde üstünde; sonraki yaklaşık on beş yılda da onu dik kesen bir sokakta idi. Bu yıllarda Cadde’nin güney ve orta bölümlerini çok sık, kuzey bölümünü ise görece daha seyrek kullandım. Sonraki yıllarda çok daha seyrek olmakla birlikte özellikle güney bölümlerini kullandım. Her geçişte, her mekâna dair kimi anılarım bir vesile ile canlanıveriyor. Ve Cadde’de yetkililerce yıllardır görmezden gelinen keşmekeşlik ve perişanlık da kahrediyor!
Yolun, o zamanlardaki adı Muhit (Çevre) Yolu olan şimdiki GMK Bulvarı’nın yalnızca güney kesiminde binalar vardı. Bu kesimde yol üstündeki evlerin, iş yerlerinin ve tarlaların hemen hepsinin kimlere ait olduklarını bilirdik. Çoğu bireyleri ile gündelik yaşamda bir biçimde ilişkide olduğumuz, adlarını bir yerlerden duyduğumuz ailelerdi ne de olsa. Mersin’in nüfusu da kaç idi ki: 1955’te 50 bin, 1960’ta 68 bin. Evleri yolun iki tarafında yer alan ailelerden anımsadıklarımızın lakaplarını/soyadlarını kuzeyden güneye doğru ilerleyerek sayalım: Şıh Ali Hımdân/Bilgin, Akyüz, Erhan, Cömert, Bermek, Sancar, Yenigün, Kösel, Bacak, Erciyes, Uyku, İşlek, İskendrelli, Şıh İbrahim/Tapkan, Damla, Temizkan, Şıh Mesut/Aytan, Hatipoğlu, Anılan, Canatan, Uyanık, Kazan, Tileyciler, Öz, Eskidemir, Everest, Kayadelen, Karteper, Işıkay, Yılmazcan, Paşa/Vargı, Fakkaş/Ezici, Zennuplar/Binici ve Tokbaş, Üstün, Can, Özcan, Budur, Çiftçi, Şahin, Ünalmış, Şıh Salim/Güven, Everes, Akdoğan, Akel, Yorulmaz, Kurt, Atalay… İstiklal Caddesi’nin hemen kuzey ve güney kesimlerinde, sayıları çok olmasa da, soyadlarını hatırlayamadığımız Hristiyan hemşerilerimiz de vardı.
GMK Bulvarı’nın kuzeyi ise narenciye (portakal ve mandalina) bahçeleriyle kaplıydı. Bazılarının içinde evler de vardı. 1960’larda, Mehmet Demirtaş adlı bir inşaat mühendisi oradaki bahçelerin bir bölümünü parselleyip satma işini üstlenmişti. Yumuktepe’nin de bulunduğu mevkii içeren Demirtaş Mahallesi’nin adı onun soyadından geliyor.
Çeşitli zaman dilimleri arasında var olduktan sonra yok olmuş mekânlar/işyerleri ile bunların işleticilerinin çoğu da belleğimden henüz silinmemiş: Atlas ve Kösel açık hava sinemaları, bakkallarımız Silo (Süleyman Kazan), Nihat (Yılmazcan), Fakkaş (Süleyman Ezici), Fırcalla ile Cahit (Türkay), Vecihe ve Fevzi Sancar (Tatlıcı), Behzat Karaçalı (Terzi), Mahmut Yıldırım (Terzi), Sabahattin Söyleme (Ayakkabı tamiri ve sonrasında satışı), Havra (Sinagog), Akdeniz Koleji (Bina daha öncelerinde Akdoğan’lara konut, Ticaret Lisesi ve Necati Bey İlkokulu olarak kullanılmış), Çarşı Karakolu, Orhan Aykaç (Mobilya imalatı), Garip Uyku (Terzi), Ahmet Kayadelen(Bisikletçi),Vedat ve Mehmet Kayadelen’in kuyumcu dükkânları, Ankara Pazarı (Kırtasiye ve oyuncak satışı), Dr. Sabri Verdi, Ali Uyanık (Terzi), Muzaffer Akyüz (Hazır mobilya satışı), Dr. Yusuf Kurt, Sahil Kulüp, Zafer Çarşısı, Kurt Otel, Mobilyacı Kayhan (Atalay), Abdurrahman Kırmızıdağ (Berber-Tekel Bayii, sonraları kuyumcu), Şen Kebapçı (Süleyman ve sonrasında oğlu Halil Aykaç), Savranlar (Bakır ve plastik ev/mutfak eşyası satışı), Kunduracı Rauf, Günaydın Oteli, Nail Göksu’ya ait olan Adana-Mersin arasında çalışan minibüs/taksi dolmuş (Özışık) garajı, Nuri Uçar (Arabağa), Genelev, Aziz Temizkan (Kırtasiyeci), Mersin’in ilk ciğercisi Sait Mavi (Kasaplar Çarşısı’nın girişinde, sağdaki dükkânda idi), Bedii Canatan ve Özüşen’ler (Manav), Ali Özen (Tekel Bayii). Bunların dışında işleticilerini hatırlayamadığım/öğrenemediğim berberler, meyhane, karsambaççı, kadayıf-tatlı imalathanesi, kuru temizleyici, kalaycı, kıraathane, çay ocağı, dondurmacı vb dükkânları ile dükkânı olmayıp her gün aynı yerde ve aynı saatlerde duran tatlı, fırınlanmış kuzu kellesi vb satan seyyar satıcılar da vardı. Örneğin, tatlıcı Tahsin (Ezici), her akşama doğru, dört tekerlekli arabası ile Silifke Caddesi kavşağındaki yerini alırdı. Mahallemiz insanı olan Tahsin Abinin, leziz Şam Tatlısı ve taş kadayıfları nedeniyle, özellikle çocuklar nezdinde özel bir yeri vardı. Tabelalarda artık görülemeyen bu isimlerin çoğu Şehir Mezarlığındaki mezar taşlarına oyulmuş durumda. Ve mezarlıktaki tanıdık/aşina olduğumuz isimlerin sayısı, şimdiki tabelalarda gördüklerimizin sayısından çok daha fazla.
Faaliyetini eski ya da yenilenmiş mekânlarında sürdüren iş yerleri ise, Bisikletçi Metin, Mehmet Şahin Apartmanı’nın zemin katındaki adı sürekli değişen Mersin’in ilk modern ekmek fabrikası (1950’lerin ikinci yarısında yapıldı, Temmuz 2014’te faaliyetini bilmem kaçıncı kez durdurmuş idi.), Nobel Otel, Temizkan Kırtasiye, Arabağa Kurukahvecisi ve Kasaplar Çarşısı giriş kapısının güneyindeki umumi tuvalet.
Cadde üstünde 1950’li ve 1960’lı yıllarda var olup bugüne kadar ayakta kalabilmiş bina sayısı çok az. Bakımlı olanı da yok gibi. Çoğu harap vaziyette. Ya yoksullara barınak oluyorlar ya da boş duruyorlar. Bir kısmı zamanın itibarlı yapılarındandı; bir kısmı ise ilk yapıldığında da çok nitelikli değildi. Cadde üstündekilerden acınası durumda olup toplumu en çok ilgilendireni de kanımca Kasaplar Çarşısı. Mersin’in ortasındaki bu tarihi yapının yıllardır restore edilip nitelikli biçimde kullanılamaması, görünümünün her geçen gün daha da kötüleşmesi, kişilerin yapının dış yüzeyinde dilediği tasarrufta bulunabilmesi anlaşılabilir bir şey değil.
Bugünleri göremeyen binaların yerine ise ya yenileri yapıldı ya da arsaları -şimdilik- otopark olarak kullanılıyor, değerlenmeyi bekliyor.
Cadde’nin doğu tarafına devamı ancak 1959 yılındaki yol açma çalışmaları sonrasında mümkün olabilen İstiklal Caddesi’nin güney ve kuzey kesimlerindeki binaların yenilenme hızı farklı oldu. İstiklal Caddesi’nin güneyindeki binaların çoğu yıllar öncesinde şimdiki halini almış ve tamamen iş yerine dönüşmüşken, kuzeyindekilerin şimdilik bir kısmı yenilenmiş, zemin katları çoğunlukla iş yeri, (varsa) diğer katları konut olarak kullanılıyor.
Zamanla Cadde üstünde oturanlar ve iş yeri sahipleri de değişti. İlk yerleşen ailelerin sonraki kuşaklarından parası olanlar kentin yeni gelişen, daha prestijli yörelerine taşındı. Eskiyen ve yenilenen binaların bazılarına kente sonradan gelenler yerleşti.
Havranın yeri, şimdilerdeki İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğünün karşısındaki binanın güney bölümünde idi. Emniyet Müdürlüğünün bu binasında daha önceleri Çarşı Karakolu vardı. Karakol galiba 1960’lı yılların sonlarında oraya taşınmıştı. 1980 yılı ve sonrasını kapsayan bir dönemde adı işkencelerle anılmıştı.
Havra, mütevazı bir yapı idi. 1906 yılında yapıldığı biçimini korumuş olmalıydı. Dışarıdan bakıldığında bir ibadet yeri olduğu anlaşılamazdı.
Bahçeli, tek katlı, yığma taştan yapılmış iki pencereli bir konut görünümünde idi. Yola cephesi on metreyi, kapalı alanı seksen ve toplam alanı da yüz elli metrekareyi geçmezdi sanıyorum. 1950’li yılların ikinci yarısında ziyaretçisi azalma sürecine girmişti. 1970’lerin başından itibaren de, yalnızca, bekçisi olduğunu düşündüğüm beyaz saçlı, yıllar içinde iyice yaşlandığına tanık olduğum bir kadını görürdüm. 1970’lerin sonunda iyice bakımsız bir binaya dönüşmüş ve 1980’lerin başında da yıkılmıştı. Ziyaretçisinin azalmasında, Mersin’deki Musevi Cemaati nüfusunun bir kısmının İsrail’e göç etmesinin etkisi olmuştur.
Kim uydurmuştu, bilmiyoruz. Çocuklar arasındaki bir “bilgi”ye göre, Havrada bir iğneli beşik varmış. Önünden geçen çocukları yakalarlar, o beşiğe koyup sallarlar, akan kanlarını içerlermiş. O nedenle çocuklar önünden geçmemeli, karşı kaldırımı kullanmalı imiş. Çocukken bir süre önünden her geçişimde dikkatli meraklarla bakardım. Ne beşiği görebilirdim, ne de çocukları yakalayıp beşiğe oturtabilecek güçte bir insan. Kara propagandacılar o yıllarda da “çalışıyormuş” demek.
********************
Soğuksu Caddesi’nin çağrıştırdığı anılarımın arasında Atlas Sineması ile ilgili olanların özel bir yeri var. En çok iz bırakanlar onlar. 1952-1956 yılları arasında karşısındaki bir evde oturduk. Sinema yeni yapılmıştı. Kullandığı arsa, öncesinde sebze tarımı yapılan bir tarla idi. O nedenledir ki, açıldığının ilk yıllarında zemini kabaca düzeltilmiş taşlı tarla görünümündeydi. Maazallah bir yağmur yağmasın, zemin koyu kırmızı çamura dönerdi. Zamanla, üstüne basıla basıla, toprak sıkıştı; tozu ve çamuru daha az zarar verir oldu. Sinema, sezonunu mayıs ayı ortalarında açar, hava koşulları olağan dışı seyretmezse, ulusal yas nedeni ile tüm eğlence yerlerinin yasa gereği kapalı olması gereken10 Kasım’ın bir gün öncesinde, 9 Kasım’da kapatırdı.
Her gece iki film gösterilirdi. Çok rağbet gören filmler olmadıkça haftada bir filmler değişirdi. Vizyonundaki filmler, aynı günlerde bir başka sinemada daha gösterilirdi. Her kente ancak bir film kopyası gönderilebildiği için film makaraları sinemalar arasında taşınır dururdu. 18-25 yaşlarındaki gençler, bir elleriyle gidonu (direksiyonu) diğer elleriyle de koca film makaralarını tutarak, üstlerinde çoğunlukla atlet, bisikletlerle sinemalar arasında telaşla gider gelirlerdi. Özellikle hafta başlarında, gösterimdeki filmler “naylon araba” olarak anılan, dört adet otomobil tekerleği takılı at arabaları ile mahalle aralarında tanıtılırdı. Arabalarda, üst kenarları birbirine yaslanarak sıkı sıkı sabitlenmiş iki adet ahşap-kontrplak tabla ve tablalara raptiyelenmiş film afişleri olurdu. Böylece araba taş döşeli yollarda sarsıla sarsıla giderken tablalar devrilmez, afişler yolun iki tarafından görülebilirdi. Araba sürücüsünün yanında oturan kişi, elindeki megafonla, tane tane konuşarak ve biraz da bağırarak; “Dikkat! Dikkat! Burası Atlas Sineması reklam arabası! Bu akşam Atlas Sineması’nda iki film birden!” ile başlayan, içinde “Baş rollerinde … Aşk, ihtiras, intikam, macera! Hepsi birden!…” ve/veya “… 36 kısım tekmili birden!” gibi klişeleşmiş afili sözcüklerin geçtiği cümleleri sürekli tekrarlardı. Bu tür anonsları bir süre yapanlardan biri de, Mersin İdman Yurdu futbol takımında 1965-1976 yılları arasında oynayan Ayhan Öz idi. Ayhan’ın futbol yeteneğine çok erken yaşında tanık olmuştuk. Topa hakimiyeti Lefter’i çağrıştırırdı. Mahallemizdeki “tarla” olarak anılan boş alanda, akranlarının değil, kendisinden yaşça çok büyük olanların maçlarında oynardı/oynatılırdı. Ayhan, zamanında yeterli ilgi ve destek görebilseydi çok daha üstün başarılara imza atabilecek özel bir yetenekti.
Akşamları saat yedi buçuktan film gösterimi başlayıncaya değin, halkın dikkatini çekmek, seyirci sayısını artırmak için, dönemin popüler sanatçılarının plaklarını makine dairesinde çalarlar, sinema dışındaki bangır bangır bağıran hoparlörlerden bütün mahalleye dinletirlerdi. Belleğimde en çok yer eden sanatçı da, o zamanlar yeni parlamış olan Zeki Müren idi. Zeki Müren’i de en çok söylediği iki şarkı ile hatırlarım. Biri, ilk plağı olan Şükrü Tunar’ın “Bir muhabbet kuşu” olarak bilinen, sözleri “Kalbimi bezlederim minnet ü zevkle dilesen” ile başlayan uşşak makamındaki şarkısı. Diğeri de, İsmail Hakkı Nebiloğlu’nun, sözleri “Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben” ile başlayan Hüzzam makamındaki şarkısı. O günlerin etkisi ile olsa gerek, Zeki Müren’in ve bu şarkıların bende küçük yaşlardan itibaren çok özel yerleri olmuştur. Zeki Müren’in 1950’li yıllardaki kayıtlarını hâlâ çok farklı hazlar alarak dinlerim. Bu vesile ile Zeki Müren’in 1954 yılında, konser nedeniyle Mersin’e geldiği bir gün, Bedii Budur’un oğlu Süleyman’ın mektupla yaptığı öğle yemeği davetine icabet etmek için, Soğuksu Caddesi’ndeki evlerine geldiğini de belirtelim. Haberi önceden yayılmış. Zeki Müren’i “çaktırmadan” görebilmek için, mahallemizin meraklı kadınları o saatlerde komşu evlere konuşlanmış ya da sokaktaki çeşmeden su doldurmak gibi başka bahaneler yaratmışlardı. Çaktırmadan görmeleri gerekirdi, çünkü “iffetli” kadınların sanatçı da olsa, “elin adamına” öyle açıktan ilgi göstermeleri hoş karşılanmazdı o zamanlarda.
Mahalle arasında çok yüksek olmayan duvarlarla çevrili açık hava sineması olur da, bedavacısı olmaz mı? Olurdu elbette. Damlardan, pencerelerden, ağaçlardan seyredenlerin sayıları arttıkça, sinemayı çevreleyen yaklaşık iki metre yükseklikteki duvarların üstüne eklenen yaklaşık bir buçuk metre enindeki bezlerin sayısı da artardı. Sinema perdesindeki görüntüler çok iyi görülemez, konuşmalar çok iyi anlaşılamaz, gazozcu, frikobuzcu geçmezmiş. Ne gam. Aile bütçesine ek yük getirmediği için, anne-babamızın film seyretme isteğimize hayır cevabının önemli bir bahanesini ortadan kaldırıyordu ya.
Sinema dünyası ile çok erken yaşta tanıştırdığı için Atlas Sineması zihinsel gelişmemizde, ufkumuzun şekillenmesinde hayli etkili olmuştur. Sinemadan, yalnızca konu yelpazesi çok geniş olan dönemin ünlü yerli ve yabancı pek çok filmini izleyebildiğimiz, sanatçılarının farkına varabildiğimiz için etkilenmedik. Sürekli göz önünde olan afişler ve kolaylıkla ele geçirebildiğimiz film kırpıntıları ile hayallere dalmak, film gösterme mekanizmasını yakından inceleyebilmek, sinemaya gelenleri gözlemek vb de etkilemiştir.
Atlas Sineması da diğer yazlık sinemalar gibi, televizyonlarla rekabet edemedi; 1980 yılında kapandı. Yerinde yapılan düğün salonu da birkaç yıl faaliyette bulunabildi. Arsasına, 2000’li yılların başlarında üç bloktan oluşan konutlar ile bir anaokulu yapıldı.
Atlas Sineması’ndan söz edip de, onu başlangıcından itibaren uzun yıllar işleten Muhittin (Eskidemir) Abi’den söz etmemek olmaz. Muhittin Abi, mahallemizden. Hatırlı, sözü dinlenen, iyi bir insandı. Siyah, gür ve bakımlı saçları, kaşları ve pala bıyığı ile yakışıklı bir erkekti. Çoğunlukla siyah şalvar giyerdi. Çok güçlüydü. Yakın çevresindeki lakabı “Zir” idi. Arapça, güçlü, kuvvetli (insan), anlamında kullanılan bir sözcük imiş. Seyircinin çok olduğu günlerde, önlerde ek sıra oluşturmak amacıyla, uzun ahşap parçalara çivilenerek bir arada tutulan 8-10 tahta sandalyeyi, başının üstünde elleriyle tutarak 40-50 m kadar çabuk adımlarla taşıdığı sıkça görülürdü. Sinemada kadın seyircileri rahatsız eden erkek seyircilerin vay haline. Fark ettiğinde hemen sessizce dışarı çağırır, birkaç yumrukla ağzını burnunu dağıtır, kovardı. İlerleyen yıllarda, göçler nedeniyle kent daha kozmopolit bir yapıya dönüştüğü için vukuat sayısı artığından mı nedir, ilk film başlamadan önce ve/veya film aralarında şu türden anonslar da yaptırmaya başlamıştı: “…Türk Ceza Kanunu’na göre, bayanlara sözle sarkıntılık yapanlar üç aydan altı aya, elle sarkıntılık yapanlar altı aydan üç yıla kadar hapis cezası…”
Muhittin Abi, şeker kamışı ile oynanan bir oyunda da çok iyi idi. Kimse onu geçemezdi. Sözü edilen oyun, yalnızca küçüklüğümde Muhittin Abi ve çevresindeki kişilerin oynadığını gördüğüm bir “erkek” oyunu idi. Oyun gündüzleri sinema kapısı önünde oynanırdı. Ona oyun denir mi bilmem. Hiçbir yerden destek almayan bir şeker kamışına, dikey durumdan yere düşene kadar, kaç bıçak darbesi vurulacağını esas alan bir iddia. Oyuna başlamadan, zemin üstünde dengeli durabilmesi için kamışın kökü kesilip atılır, alt ucu düzeltilir. Seri bıçak darbelerine başlayıncaya kadar eldeki bıçağın ucu ile dik tutulabilmesi için üst ucuna yakın bir yerde, kol hizasında, bir çentik oluşturulur. Bıçak iri ve keskin olmalı ki kabuğu sert olan şeker kamışını kolaylıkla kesebilsin. Darbelere kamışın üst kısımlarından başlanır, altına doğru devam edilir. Yere yakın kısımlarına bıçak sallayabilmek için eğilmek ya da çömelmek gerekir. Oyuna, yani kamışa seri bıçak darbelerini indirme işine başlamadan önce, iddiaya dair pazarlığın da bitirilmiş, hedefin ve ödülün taraflar arasında kararlaştırılmış olması gerekir. Hedef, örneğin, “Altı bıçak bir yara.”, olabilirdi. Bunun anlamı, oyuncu, kamışa, yere düşene kadar arka arkaya yedi bıçak sallayacak, altısı ile kamışı kesecek, yedincisi ile kamışı yalnızca yaralayabilecek. Pazarlığa, bıçak sallama işi öncesinde oyuncunun kendi etrafında dönmesi de eklenebilirdi. Pazarlığın adı o zaman örneğin, “Bir dönüş, dört bıçak, bir yara.” biçiminde olurdu. Oyuncu, pazarlıkta kararlaştırılmış hedefe ulaşabilirse, iddiayı ve ödülü kendisi, ulaşamaz ise karşı taraf yani pazarlığa dahil olan diğer kişi(ler) kazanmış olurdu. Ödül de, örneğin yirmi beş kamıştan oluşan bir bağ şeker kamışı olabilirdi. İsterlerse seyirciler de kendi aralarında oyunla ilgili bahse girebilirlerdi. Oyundan sonra, yerdeki kamış parçalarını çocuklar toplar, ısırarak ve somurarak suyunu emerler, posasını atarlardı. O yıllarda şeker kamışı Mersin’de çok kolay erişilebilen bir nesne idi. Muhittin Abinin 12-13 bıçakla oyunu kazanabildiğini hatırlayan var. Işıklar içinde yatsın.
********************
Soğuksu Caddesi’nin durumu yıllardır içler acısı. En kuzey ile en güney uçları arasındaki mesafe yürüyerek yaklaşık 30 dakikada alınabilen, GMK Bulvarı, Burhan Felek Caddesi, İstiklal Caddesi, Silifke Caddesi ve Atatürk Caddesi gibi kentin en işlek caddelerini kesen bu yolun, özellikle İstiklal Caddesi’nin kuzeyinde kalan kesiminin, çok ihmal edilmiş olması, değersizleşmesinin ve çirkinleşmesinin görmezden gelinmesi anlaşılabilir bir şey değil. Cadde’de yeni yapıların sayısı artmakta. Bir zamanlar huğların bulunduğu arsalarda 7-8 katlı binalar yükselmiş. Ancak, görünen o ki binaların yol ile sınırındaki düzensizlikler düzeltilmiyor, korunuyor. Neden?
Tüm eski Mersin’i kapsayacak, arsa sahiplerinin katılımı ile, yalnızca onların değil kentin ve toplumun da haklarını ve çıkarlarını gözeten, estetik değerleri önemseyen, bütüncül bir kentsel dönüşüm planı kısa zamanda geliştirilip uygulanmazsa, yazık olacak uzun bir tarihe sahip Soğuksu Caddesi’ne de, Mersin’e de, Mersinlilere de.
(Eylül 2014. Ekim 2020’de gözden geçirildi.)
Yararlanılan Kaynaklar(Adresi verilen internet sitelerine Temmuz 2014’te erişildi. Fotoğraflar Haziran ve Temmuz 2014’te çekildi.)
1) İsabella CANEVA;Yumuktepe’de Tarihsel Çağlar, https://www.yumuktepe.com/yumuktepede tarihsel caglarprofisabellacaneva.
2) Şinasi DEVELİ; Dünden Bugüne Mersin, http://dundenbugunemersin.blogspot.com.tr.
3) Abdülvahap KOKULU; Mersin’e Arap Ailelerin Göçleri, https://www.yumuktepe.com/mersine arap ailelerin gocleriabdulvahap kokulu.
4) Kemalettin KÖROĞLU; Çağlar Boyunca Mersin Yumuktepe, https://www.yumuktepe.com/caglar boyunca mersinyumuktepeprofkemalettinkoroglu.
5) Veli SEVİN; Yumuktepe Kazılarında Yeni Bir Sayfa, https://www.yumuktepe.com/yumuktepe kazilarinda yeni bir sayfa profdr veli sevin.
6) Semihi VURAL; Prehistorik Mersin Yumuktepe, Medyanorm Tanıtım PR Yayıncılık, 2013, Mersin.
7) -; Dünya Kenti Mersin, http://www.mtso.org.tr/pdfs/DunyaKentiMersin.pdf.
8) -; Mersin Katolik Kilisesi, http://360mersin.com/mersin latinkatolik kilisesi,78.
9) Katibe UYKU-Nesrin, Feryal, Akın, Hüseyin, Azize Eser, Saadet, Hüsniye ve İsmail KAYADELEN-Emel ve Meriç ŞANLI; kişisel görüşmeler.
https://www.yumuktepe.com/wp-content/uploads/2014/08/Pano03.jpg