,

Mersin’e Sahip Çıkmak – Prof. Nevit Kodallı

Soloi-2.jpg

Mersin kentinin şu günlerde 160. kuruluş yıldönümünün kutlanması gündemde… Tabii bu, artık geçerliliğini çoktan yitirmiş, eski deyimiyle “Akdenizin incisi” Mersinimizin “Mersin” adını almasının 160. yılı.. Sayın Semihi Vural’ın “Katılım” gazetesindeki yazısından, doğduğum şehrin eskiden “Zefirion” adıyla birkaç bin yıllık tarihinin olduğunu geçenlerde öğrenerek, bir kez daha böylesine köklü bir uygarlığa sahip yerde doğmuş olmanın, kısacası bu hemşehriliğin öğüncünü ve kıvancını yaşadım. iyi ki bu kentte doğmuşum !

Mersin deyince, hep çocukluğumun sokakları gelir aklıma… Bu sokaklar bizim kuşağımızın mahalle kültür ve eğitimini aldığımız, kişiliğimizin oluşmasında önemli rol oynamış yerlerdi. Oyun oynamayı, hayalimizi genişletmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, Cumhuriyetimizin erdemini, büyüklerimize saygıyı, küçüklerimize sevgiyi, ailelerimizin ve komşularımızın nezaretinde bu sokaklarda öğrenmiştik. Mahalle aralarında kalan bazı boşluklar sanki çocukların özel toplantı ve oyun yerleriydi. Böylece de komşular oyunlarımızla rahatsız edilmezlerdi.

Ankara’ya, öğrenimime ilk gittiğim 1939–40 ders yılında Ankara’nın Yenişehir, Bahçelievler gibi 3–5 yıl önce, yeni ve çağdaş anlamda kurulan semtlerin planının Mersin’in kent planına hemen hemen tıpkı uyduğunu görerek şaşmıştım. Mersin’in nazım planının kaç yılında yapılıp uygulandığını bilmiyorum ama kesin Ankara’dan çok daha eskiydi. Belki de 1800’lerin sonlarında yapılmıştı. Doğrusu araştırmaya değer bir konu!

Mersin’in planı akıllıca ve iklim koşullarına çok uygun düşünülmüştü. Sokaklar ve caddeler paralel olarak Kuzey – Güney yönünde denize açılıyor, bu sokakları gene paralel, dikey sokaklar kesiyor, böylece muntazam adalar oluşuyordu. Cadde adları dışında sokaklar yeni bir konsepsiyonla özel adlarla değil, numaralarla adlandırılıyordu. Amerika’daWashington, New- York’un merkez bölgesi gibi birçok yerleşim merkezinde de aynen bu sistem geçerlidir.

Mersin’in planında diğer kentlere oranla en önemli değişiklik, evler bahçelerin içinde değil, sokaklar üzerinde, bahçeler ise iç tarafta kalıyordu. Her evin bir bahçesi vardı, içleri meyve ağaçlarıyla ve çiçeklerle dolu idi. Bahçe araları tahta perde veya çinkolarla birbirinden ayrılıyordu. Böylece kaç-göçe uyuluyor, aile bireylerinin serbestçe ve güvenlik içinde günlerini geçirmeleri sağlanıyordu. Bizim Mesudiye mahallesindeki evimiz de aynı düzen üzere yapılmıştı. İçinde bol bol çiçekler, zerdali, kayısı, yenidünya ve turunç ağaçları vardı. Adından da anlaşılacağı üzere, sonradan “Yeni mahalle”de aynı planın devamı olarak kurulmuştu. Bütün evler en çok iki katlıydılar, fazla kata kesin izin yoktu.

Kentimizde sıcak, aylarca sürer, insanı bunaltır. Ama bu akıllıca plan sayesinde gündüzleri cadde ve sokakları denizden tatlı tatlı esen meltem/doldurur, sıcağın etkisini azaltır, rahatsız olunmazdı. Meltem ve tatlı esen yel anlamına gelen antik çağlardan kalma, mitolojik “Zefir” sözcüğü, Mersin’in eski adının “Zefirion” (Meltem Kenti) olarak konulmasının gerçek nedeni, herhalde bu olsa gerek. Geceleri ise, tersine, Toroslardan esen serin rüzgar, şehrin üzerine çöken pusu denize sürer, insanlar rahat bir uyku uyuyabilirlerdi. Caddelerin her iki yanı, sırayla akasya ağaçları ile süslü idi. Yazın insanlar gölgelerini izleyerek yürür, kızgın güneşten korunurlardı. Baharda akasyalar çiçek açtığında her yeri mis gibi bir koku sarardı.

Eskiden kentimiz yalnız güzel değil, çok da uygardı. Şehrin merkezi “Yoğurt Pazarından” kısa şortlarıyla, genç hanımlar, ellerinde raketleriyle şimdiki gökdelen civarında bulunan “Çiçek Bahçesi”ndeki kortda tenis oynamağa giderler, kimse bakışlarıyla bile onları rahatsız etmezdi.

Günün belirli saatlerinde sokak ve caddelerden gezgin arabalarla geçen satıcılar bir alemdi. Biraz paslı sesiyle “Abbas yolcuu!..” diye seslenen Abbas Ağa, yazın nefis dondurmalar, kışın da muhallebi yaparak geçerdi. Bir yanda “Gik gik gidi!.. Mersin Kurabiyesil” diye bir amca, kurabiyeler ve mamül satardı. Tablalarıyla maniler okuyarak naneciler, şekerciler, macuncular mahallelere renk katarlardı. “Elmalı şeeeker! Şeker! Paraları cepten çeeer! Çekeeer!” diye elmalı şeker satan bir adam vardı. Elmalı şekerleri parayla değil, ille de boş şişe karşılığı verirdi. Bizim evde de öyle pek rakı içen olmadığı için, nereden nasıl boş şişe bulabiliriz diye derde düşerdik. Yani bir problemdi ki sormayın!

Eşeklerin üzerinde koca hasır küfelere yüklü sepetlerle geçen gezgin sebzeciler “Taaaaze banadura! taaze kabak! taze patlıcanı taze biber! taze…! taze…! taze…!” diye önce ağır tempoyla başlayıp sonunda ne dedikleri anlaşılmayacak kadar hızlanarak mallarını sayar, bir “cöh! le de eşeklerini yürütmek için noktalardı. Hastane caddesinden geçen bir dondurmacı Halil vardı ki, dondurması pek ünlüydü. Şimdiki Dondurmacı Halil’le bir ilgisi var mı bilmiyorum. Parklarıyla, evlerdeki ağaçlarıyla Mersin çok yeşil bir kentti. Denizden bakılınca arasından tek tük hurma ağaçları yükselen, araları kırmızı kiremitlerle süslü, yem yeşil bir şerit olarak görünürdü. Yaz akşamları sokaklardan geçerken yer yer yasemin, hanımeli, karanfil ve diğer çiçek kokuları ortalığı sarar, insanı mest ederdi. Nisan ayı geldi mi, esen hafif rüzgarlarla zaman zaman şehri bir narenciye çiçekleri kokusudur kaplar, Mersinli ozanlara binbir aşk şiiri yağdırırdı. Evet. O zamanlar Mersin’in bir adı da “Akdeniz’in incisi” idi.

Sonra, gel zaman, git zaman, planlı devir kapandı, Meclisten “Plan istemeyiz!.. Pilav isteriiz!… sesleri yükselirken “Pilavlı Devir” açıldı. Pilav demek, yemek demekti! Artık bütün yurtta çarpık ve sağlıksız bir büyüme hüküm sürerken, birçok kimse “sahabet” yani sahip olma, iyelik sözünü yalnızca şahısları için olduğunu kabul ederek çalışmaya başladı.

Büyük Atatürk’ün “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız! ” diye öğütlediği Akdenizin incisi de bu furyadan nasibini aldı. Şehrin nazım planı, “hazım pilavına” döndürülerek, yanılmıyorsam Yüzbaşı Muhittin’in belediye başkanlığında iki kat yapı yasası alaşağı edildi. İlk iş olarak sahildeki yapılara 8 kat, 10 kat, 12 kat müsaadesi çıktı ve Mersin’in nefes aldığı arterlerin önüne bir beton duvar çekildi ve Mersin bitti !: Şehrin mahallelerindeki evlere 4 katlı apartman yapma izni çıkarıldı ve parklar bahçeler yok oldu! Pozcu mahallesi gibi 2 katlı yeni bahçeli evler apartmana dönüşerek “Bahçesiz Apartmanlar” halini aldılar. Artık Mersin bitmiş, ciğerleri tıkanmış, soluyamaz, hava kirliliği her gün biraz daha artan, kirli, toplu, beton yığını pis bir şehir oldu. Şimdi denizden Mersin’e baktığımızda, üstü dumanla kaplı, beton duvarlardan başka bir şey göremezsiniz. Mersin artık “Akdenizin incisi” değil, Akdenizin yürekler acısı çirkinidir! Yazık oldu güzel memleketimize! Çukurova’mıza! Üstüne tüy diken mahalli idarelerin elinde yok olan kıyılarımıza, sit alanlarımıza, narenciye-sebze bahçelerimize!. Atatürk’ün öğüdü bu muydu biz Mersinlilere!
Uygunluğu ters gibi görünse de yazımı bir Bektaşi fıkrasıyla bitireyim.Bir Bektaşi Babası, üç-beş kuruşu varmış, “Bana ara sıra av eti getirir, Kifaf-ı nefs eyleriz.” diye fukara gitmiş, bir doğan almış. Etrafındakiler “Erenler, filan yerde bir yatır var, doğanını ona götür, dua et, avı bol olur” demiş de doğanı götürmüş yatıra, av bol olması için dua etmiş. Oradan ayrılmadan bakmış gökte bir kuş uçuyor. “Haydi yallah ya siftah!” deyip denemek için doğanını salıvermiş. Doğan yükselmiş, yukarıdaki kuşla bir kapışmış!.. Az sonra Baba’nın ayağının ucuna bir kuş kafası düşmüş, bakmış ki kendi doğanının kafası! dönmüş yatıra: Hazret! Kerametine bir diyecek yok ama, sen lafı kıçından anlıyorsun!.” demiş. Bizim Mersin’in hazretleri gibi!.. Yalnız Mersin’in mi?!

MERSİNİN SOKAKLARI VE MERSİNE SAHİP ÇIKMAK …………….Devlet Sanatçısı Prof. Nevit KODALLI (Bu yazısı İçel Sanat Kulübü Bülteninin 39. sayısından alınmıştır.)

Biyografik Bilgi

scroll to top