ZİYA PAŞA KIRAATHANESİ
Babasının dükkânının yakınlarında nezih bir kıraathane vardır. Adı Ziya Paşa Kırahathanesi’dir, ama kısaca “Ziya Paşa” diye anılır. Mersin’in sosyal yaşamında yeri olan, daha çok orta yaş ya da orta yaş üstü beylerin akşamüzerleri uğrayıp gazete okudukları, sohbet ettikleri ve tavla oynadıkları bir mekândır burası. Babası da Ziya Paşa’nın müdavimlerindendir. Oğlu ikindi vakti okuldan geldiğinde dükkânı ona bırakıp tavla oynamak için oraya gider. Damga pulunun yanı sıra tütün de satılıyordur dükkânda. Onun için gelen giden çok olur. Böylece, yaşça kendinden çok büyük birçok kişiyi tanır. Yıllar sonra Mersin’in geçmişini araştırmaya başladığında, kentin sosyal yaşamında çok özel bir yeri olan bu Ziya Paşa Kıraathanesi için şunları yazacaktır:
“Uray Caddesi’nin Gümrük Meydanı’na yakın yerinde, arkalı önlü iki blok halinde on bir dükkân vardı. Sahibi Türkiye’nin tanınmış devlet adamı ve şairlerinden Ziya Paşa idi. Kıraathanenin adı buradan geliyordu. 1930’ların Ziya Paşa’sını şöyle tanımlayabiliriz: Binanın kuzey yönü Ziya Paşa’nın bahsettiğimiz iki bloğu da, güney tarafı boydan boya camekânla kaplı ve duvarlarına deniz dalgasının vurduğu denize cephelidir. Salonun bir tarafında boydan boya bir sedir vardı ve burada gazete okunurdu. Bunu şunun için anlatmak istedim: Mersin’de bildik bileli bu tür gazete okunduğunu yalnız Ziya Paşa Kıraathanesi’nde gördük.
Ziya Paşa denilen yerde çay, kahve nargile içilirdi. Kahveye bu yönleriyle benzeyebilir. Fakat Ziya Paşa’ bir kahve değil, bir kıraathane idi. Kitaplığı vardı. O tarihte Mersin’e gelen bütün gazeteler, okumak isteyenlerin önündeydi. Hatta gazetelerin okunması için özel bir araç vardı. Hazerandan yapılmış, tutacak yeri olan bir nesnenin üzerine gazete konuluyor, okuyucu hazeran çerçevenin tutacağından tutup kitap gibi sayfa çevirerek gazeteyi okuyordu.
Esasen o tarihte gazeteler bugünkü gibi çok sayfalı değildi. Bazılarının ebatları da küçüktü. Köroğlu, Hacivat, Köylü, Kurun gibi gazeteler üç günde bir gelirdi. La Republique adlı gazetenin çok okunan gazetelerden olduğunu da belirtmek isterim. Zira Mersin’in büyük ithalat-ihracat ve gemi acentalığı yapan tüccarlarının hemen hemen tamamına yakını gayrimüslimdi ve Fransızca bunların ana dili gibiydi.
İşinden çıkan tüccar, dairesinden çıkan memur, emekli, esnaf buraya gelir; kitap, gazete okur, isterse arkadaşlarıyla sohbet eder, tavla oynardı. Çayını, kahvesini, isterse nargilesini içer, yorgunluk atardı…. Ziya Paşa’ her meslekten üst seviyede insanların rağbet ve itibar ettiği bir yerdi…. Ziya Paşa’da gürültü, havasızlık gibi kahvehanelere özgü durumlar mevcut değildi. Yaz aylarında denize nazır bahçesi vardı…”
Kentin göbeğindeki bu mekân, işleticisinin ölümünün ardından niteliğini yitirip bir süre sonra da kapandı. (Neyse ki o bina yıkılmamış, daha sonra restore edilmiştir.)
URAY CADDESİ – AZAK HAN
Çocukluğunda her köşesini karış karış tanıdığı Uray Caddesi’ni yıllar sonra yazdığı yazılarda anlatacaktır:
“Bugün Uray Caddesi denilince her Mersinlinin aklına Tüccar ve Ticaret gelir. Bu eskiden de böyle idi. Ancak o tarihlerde caddenin adı Uray değildi. Öztürkçe’nin moda olduğu yıllarda, bu cadde üzerinde bulunan Belediye’nin adı Öztürkçe’de ‘Uray’ olduğundan caddeye bu ad verilmiştir. Belediyeye Şar’ da deniliyordu. Nitekim Tarsus Belediyesi’nin adı Şar’ idi ve belediye başkanına Sarbaş’ denirdi. Tarsus’a bundan yadigâr Şar Sineması, Mersin’e de Uray Caddesi kaldı. 1930 ve öncesinde Hükümet Konağı’ndan Gümrük Meydanı’na kadar olan kısma Hükümet Caddesi denirdi. İstasyon Caddesi ve çevresi daha ziyade bir kısım ticarethanelerle gayrimüslimlere ait evlerin bulunduğu bölgeydi.
Bugün mevcut Lâtin Kilisesi’nden başka, şimdi mevcut olmayan Marunî cemaatine ait bir küçük kilise daha vardı. Deniz tarafına dönülünce önemli bir iskele olan Alman İskelesi’ne gelinirdi. Reji (Tekel) İdaresi de bu civardaydı.
İstasyondan Gümrük Meydanı’na kadar bir dekovil hattı vardı. Trenden limana, limandan trene yük nakli bu demiryolu ile yapılıyordu.
Caddenin kaldırım üstleri çinko ile kaplıydı. Halkın yağmurdan etkilenmemesi düşünülmüşse de, sonradan bunlar söküldü. Cadde taş parke kaplıydı ve araba tekerlekleri demir olduğu için, cadde çok gürültülüydü.
Yalnız Mersin’in değil, Türkiye’nin dahi önemli sayılacak ithalat ve ihracatçıları bu cadde ve civarında toplanmıştı. Halen mevcut ‘Sursok Binaları’ olarak bilinen iki beton blok altındaki mağazaların tamamı manifatura ithalat ve toptancıların işgalindeydi. O tarihlerde bu tür emtia tamamen dışarıdan geliyordu. Anadolu tüccarı Mersin’e gelerek buradan mal satın alırdı.
Mersin o tarihlerde önemli bir dış ticaret merkezi olduğundan deniz acenteliği komisyonculuk ve mümessillik gibi iş alanlarında faaliyet gösteren birçok tacir vardı ve bunların hemen hemen hepsi bu cadde ve civarında bulunuyordu. … Bankalar da bu cadde üzerindeydi.”
Ve daha birçok bilgi…
Bu caddedeki Azak Han ise onun sadece çocukluk anılarında değil, sonraki meslek yaşamında da önemli yeri olan bir binadır:
“İnşa edildiği tarihi bilmiyoruz. Önceleri bir yolcu hanı imiş; alt kısmında hayvan bağlanırmış. Bunu kayıtlardan değil, eski yaşayanlardan böyle duymuştuk….1928 yılında Azakzadeler hamı satın alınca adı önce ‘Azakzadeler Hanı, sonra kısaca ‘Azak Han’ oldu. Ben Azak Han ile hemen hemen bu tarihlerde tanıştım.
Azak Han’da birçok tüccarın ve avukatların yazıhaneleri, acenteler, mümessillikler, komisyoncular vardır.
Gün gelmiş, avukatlık stajını Azak Han’da yazıhanesi olan Avukat Faik Saraçoğlu’nun yanında yapmış, kendi yazıhanesini de orada açmıştır:
“Ben 1948 yılında avukatlığa ilk defa Azak Han’ın üst katında, balkonu olan bir yazıhanede başlamış ve uzun süre burada mesleğimi sürdürmüştüm. Azak Han’ın bu nedenle de bende unutulmaz anları vardır.”
Azak Han 1985 yılına kadar yaşantısını eski haliyle sürdürür; o tarihte el değiştirir. Yeni sahibi kiracıları teker teker çıkartır. Amacı, hanı yıkıp yerine yeni bir inşaat yapmaktır.
“Ancak Azak Han ikinci derecede tarihi eser olarak tescilliydi. İstenilen şekilde bir inşaata izin verilmesi söz konusu olamazdı.”
Mal sahibinin burada beş katlı bir iş hanı yapma önerisi reddedilir. Araya hukuki süreçler ve yıllar girer. Yıkılmasına izin çıkmaz. O arada hanın kapıları, pencereleri sökülmüş, çatısı çökmüştür.
1990’lı yıllarda yeni bir iş hanı yapılması amacıyla su basmanına kadar betonarme inşaat başlar, ama devamı gelmez. O yıllardan beri metruk bir halde beklemektedir.
FOTOĞRAF MERAKI
Babası, dükkânda Fransız işgalinden kalma, Paris’te basılmış taş baskısı resimler de satmaktadır. O resimleri ilginç bulur ve üzerlerinde düşünür. Araştırma merakının o yıllardan kaldığı kanısındadır. 1934 yılında babası öldükten sonra ağabeyi o resimleri topluca sattığında çok üzülür. Sonraki yıllar benzer fotoğraflar biriktirmeye başlaması da o yıllardan kalan bir merak olsa gerek. Fotoğraf çekme merakını da o resimler başlatmıştır.
İlkokuldan sonra Mersin Ortaokulu’nda öğrenimine devam eder. Yaz tatillerinde çalışıp para kazanmaktadır. Ortaokulda, bir yaz tatilinde çalışır ve 15 lira para biriktirip bankaya yatırır. O zamanlar Mersin’e üç günde bir gelen “Kurun” isimli bir gazete vardır. O gazetede bir fotoğraf makinesi reklamı görür. “Velta” marka, yeni ithal edilmiş körüklü bir makinedir bu ve fiyatı 14 liradır. Almaya karar verip bankaya gider. Bankadan parayı çekerken memur onu caydırmaya çalışır, zira bir yaz boyunca çalışıp kazandığı parayı bir fotoğraf makinesine yatırmasına gönlü razı olmaz. Ama o kararlıdır ve sonunda makinesi gelir. Peki, üzerinde birçok ayar düğmesi olan bu makineyi nasıl kullanacaktır? Sorduğu kişiler de anlayamazlar makineyi. Fotoğrafçı dükkânlarına gitmeye de çekinir. Fotoğraftan ve makinelerden anlayan bir öğretmen olduğunu duyar. Onun için “bilir, ama öğretmez” ama o yine de o öğretmene ulaşmayı başarır ve onunla derler, konuşur.
Öğretmen makineyi görünce çok ilgilenir ve ona yardımcı olur. Nasıl fotoğraf çekileceğini anlatır. Peki, çektiği fotoğrafları nasıl basacaktır? Bunun için de eline bir liste verip, fotoğraf malzemeleri de satan Selanik göçmeni, kırtasiyeci Sedat Sahir’e gönderir. Orada, listedeki baskı kartı, banyolar gibi malzemeyi alır ve nasıl kullanılacağını da tarif ettirir. Ama bir sorun vardır, çünkü evlerinde elektrik yoktur. Buna da çözüm getirir kırtasiyeci. “Büyük bir gaz lambası ve bir karton al; kartonda bir delik aç; önüne kırmızı bir cam koy…”, diye anlatır. Yani basit bir agrandizör yapımını tarif eder. O da tarife uyarak evde bir karanlık oda düzenler. Yapa boza sonunda çok düzgün fotoğraflar basmayı başarır. O zamandan kalma fotoğrafları hâlâ duruyordur.
Sonra fotoğrafçılığını biraz daha geliştirip makinesinin önüne zincirle özel bir düzenek kurar ve onunla kendi fotoğraflarını da çeker. Kazandığı parayı makineye ve fotoğraf malzemesine yatırmıştır ama öte yandan bu yatırım sayesinde okul arkadaşlarının fotoğraflarını çekerek harçlığını çıkaracaktır. Yıllar sonra da “Benim Mersin’in ikinci amatör fotoğrafçısı olduğumu fotoğraf dernekleri bilmezler.” diyecektir.
KIŞLA CADDESİ
Develi bisiklete de meraklıdır. Çok iyi tanıdığı, kim bilir kaç kez boydan boya bisikletiyle dolaştığı caddenin geçmişi için de şunları yazacaktır:
“Bugünkü Atatürk Caddesi, eskinin Kışla Caddesi’dir. Mersin’in zengin ve daha ziyade gayrimüslim sekenesi (sakinleri) burada otururdu. Nedense bizler o günlerde daha ziyade dağa yakın yöreleri seçmişiz.
Kışla Caddesi’nin başlangıcı, Gümrük Meydanı’nın dar ve parke yolu ile olurdu. Mersin tramvayı da bu dar caddeyi takip eder “Les Messageries Maritimes” Fransız gemi acentasından (bugünkü Mersin Çarşısı) sağa dönüp Silifke Caddesi’ne geçerdi.
Bu kısmın bitiminde cadde biraz genişler ve gidiş istikametinde sol tarafta, o tarihte yalnız Mersin’in değil belki de Türkiye’nin tanınmış bir gece kulübüne varılırdı. Bugün yerinde Mersin Ticaret ve Sanayi Odası ve Tüccar Kulübü binasının bulunduğu yerdeki bu eğlence yerininadı ‘Çukurova Barı’ydı.
Çukurova Barı’nı geçince şimdiki Belediye binasının bulunduğu yerde, eski şekliyle taş bir bina vardı. Altı, Alanyalı Mustafa Efendi’nin nal ve çivi fabrikası; üstü ise ev idi. Burası sonradan İdmanyurdu Lokali de olmuştur. Tevfik Sırrı Gür Mersin Valisi olduktan sonra binanın özüne dokunmadan burasını Akkahve olarak restore ettirdi.
Caddenin “Millet Bahçesi”ne doğru uzanan kısmı, cadde ile denizi ayıran, üstü demir parmaklıklı bir metre boyunda bir taş duvardı. Cadde deniz seviyesinden oldukça yüksekti.’
Millet Bahçesi şimdiki Cumhuriyet alanının yerinde bulunmaktaydı. Herkesin bildiği, her yayında bir köşede yer alan, Mustafa Kemal’in “Mersinliler Mersin’e sahip olunuz” sözü dilimize pelesenk olmuştur, ama yaşamda onu anlayabilmiş mi Mersinliler? İşte o sözün heyecanla söylendiği, eskinin “Millet Bahçesi” bugün Mersin Kültür Merkezi’nin karşısındaki beton üzeri parlak Çin graniti ile döşenmiş otopark alandır. “Bu taş duvarı Vali Tevfik Sırrı Gür yıktırdı ve Atatürk Caddesi’nin tanzimi ile birlikte buraya Millet Bahçesi’ne kadar devam eder şekilde pergola yaptırdı.
Bugün birkaç örneği hâlâ belediye yanında ve Vali Konağı’nın doğusunda bulunan bu beton ayaklı pergola, üzeri tamamen çiçekle örtülü şekliyle caddeye Avrupai bir görünüm vermiştir. Sonradan hangi nedenleyse bunlar söktürüldü.
Duvar kalktıktan sonra, deniz kenarına Mersin İdmanyurdu’nun deniz kolu inşa edildi. O tarihlerde Mersin İdman Yurdu sporcuları yüzme dalında Türkiye çapında derecelere sahiptiler. Yine buraya yapılan Aile Bahçesi oldukça yakın bir tarihe aittir.
…Millet Bahçesi devrin en nezih yazlık eğlence yeriydi.”
“Millet Bahçesi’nden Çamlıbel’e kadarki kısımda Mersin’in varlıklı, gayrimüslim kişilerine ait bahçeli ve tenis kortlu evler bulunuyordu. Genç erkeklerin yanında genç kızların da merak sardığı bu spor dalında Mersin hayli ileri idi.’
DENİZ HAMAMI
Kışla Caddesi boyunca demir parmaklıklı taş duvar kenti denizden ayırıyordu. Çocukluğumuzda bu duvardan atlayıp denize girmek istesek emniyet bekçileri izin vermezdi. Girmiş olsak elbiselerimizi toplarlardı. Esasen Denize girmek yasaktır’ diye yazılar vardı; yani Mersin’de deniz yasaktı.
Eski Mersin, yüzü denize dönük bir kentti, ama denize girebilecek hiçbir yer yoktu. Bir istisnası Deniz Hamamı idi. Çamlıbel’den denize tahta bir iskele uzanırdı. İskelenin sonunda bir baraka vardı Burası o günün plajı idi. Burada erkeklerle kadınlar bir arada denize girmezlerdi. Daha ziyade İstanbul ve İzmir’den Mersin’e gelin gelmiş veya memuriyet nedeniyle burada bulunan hanımlar zaman zaman giderlerdi. Burası şehrin son noktalarından olduğu için faytonla gelinir, küçük tahta bölmelerde mayo giyilir ve ahşap bir merdivenle denize inilirdi. Yüzme bilen hanımlar fazla açılmadan birkaç kulaç atarlar, bilmeyenler tahtalara tutunarak vücutlarını denize bırakırlar ve böylece denize girmiş olurlardı.
Mayolar üstten çok az açık, alttan diz hizasında idi. Çıktıklarında, fıçılarda hazırlanmış tatlı suyu dökünüp giyinirlerdi. Yanılmıyorsam, haftada bir gün de erkeklere ayrılmıştı.
Civar daha çok gayrimüslimlerin oturduğu bölge olduğu ve çoğu da Lübnanlı olduğundan Deniz Hamamı’na onlar da rağbet ederlerdi. Benim yengem İstanbullu olduğundan beni buraya yoldaş olarak getirirdi. Bu nedenle birçok kişinin yerini dahi bilmediği deniz hamamını ben böylece öğrenmiştim.