YAYLALAR
Mersin halkı sıcaktan kaçmak için yaz aylarını Toroslar’daki yaylalarda geçirirler. Buna da, “yaylaya çıkmak” denir.
Mersinlilerin bir kısmının yaylalarda evleri vardı, bir kısmı ise kiralık evlerde kalırlardı. Şinasi Develi, kendisinin yayla ile tanışmasını 1996 yılındaki bir yazısında şöyle anlatmış:
“Benim Gözne ile tanışmam 62 yıl önceydi. Yaz tatilini Gözne’de geçirmem gerekti. Rahmetli Dr. Abdullah Ersoy anneme, ‘Bu çocuk vereme müsait, bunu yaylaya gönderin’ demiş. Böylece ben hem yayla yapacak, semizlenecektim, hem de dedemlere yoldaş olacaktım. Babamı da yeni kaybettiğimizden annem bir süre benim yükümden kurtulacaktı.
Kamyondan Nazım Ağa’nın kahvesinin önünde indim. Nazım Ağa kışın ortaokulun önünde cevizli şeker satardı, hepimizi iyi tanırdı. Malatyalı Ali ile bu kahveyi tutmuştu. İkisi de esrarkeşti ve Gözne bu iş için müsaitti.
Beni görünce kahveye davet etti, bir yorgunluk kahvesi iç’ dedi. İçeride bizim okul arkadaşlarından bir kısmı barbut atıyorlardı. Bir kahve içimi süresinde şeytan beni de dürttü, ben de zara asıldım. Yayla harçlığım artabilirdi. Daha dedemin evine gitmeden üç aylık yayla harçlığımın büyük kısmını kaybettim. Bereket versin, Nazım Ağa’nın kahvesinde çaya, kahveye para alınmazdı. Sigara içiyordum, o da ucuzdu. Asker sigarası sanırım üç kuruştu. Tütün sararsak daha da hesaplı olurdu. Yani parasızlık problemi olmadı. Ne var ki artık çayına ‘aznif’ (domino) oynayabilecektik.
… Yollar perişandı. Bereket fazla vasıta çalışmazdı. Sıdalı Kardeşlerin tekelinde bulunan vasıtalarla gidilip gelinirdi. Vasıtalar, içine sıralar konulmuş kamyonlardı. Bunları çardak tabir ederdik.
Gözne’de yazlık ev tutanlar eşyalarını bir gün önceden develerle gönderirler, ertesi günü kamyonla gidip – ancak vardığı için- evlerine yerleşirlerdi.
… Yollar berbattı demiştik; gerçekten yolculuk sonunda tanınmaz derecede bembeyaz olurduk. Buna şoförlerin azizliği de binerdi. Arkadan gelen araba toza bürünürdü. Eskiler tanır, bir ‘Deli Bekir’ vardı; eğer bir şoföre kızmış ise arabasının arkasına çalı bağlar ve arkadan gelenleri toza boğardı. Bir arkadaşının rakı masasında sevgi gösterisi diye kulağını ısırıp koparmış, mahkemeye verilmişti. Kendisini savunmuştum. Aslında kötü kişi değildi.
… Gözne o tarihte bugünkü gibi kalabalık değildi, ancak daha hareketli ve sevimliydi. Herkes yekdiğerini tanıyordu; bir aile gibiydiler.
… Çocuklarını yaylaya çıkaran beyler ancak hafta sonu gelirlerdi. Bugünkü gibi vasıtalar yoktu. Bütün hafta kapkaranlık olan Gözne, evin beyi gelince lüks lambaları (parlak ışık veren gaz lambası) yakıldığında ışıl ışıl olurdu.”
Gözne’nin Milli Mücadele yıllarında da önemli bir yeri vardır:
“1920 yılında Adana işgal altında olduğundan Adana Vilayeti Pozantı’dadır. Mersin de işgal altındadır ve kaymakamlıktan mutasarrıflığa dönüştürülmüştür. Liva merkezi Gözne’dir…. Tarsus’u işgalden kurtarma teşebbüsüne Gözne’de girişilmiştir. … Mersin’in işgali üzerine Mersin ve Tarsus’tan birçok aile Gözne’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bölgede bu göçe “Kaç-Kaç” adı verilmiştir. Bu olay, çok zaman bir tarih başlangıcı gibi kullanılmıştır. Meselâ, filan kaç- kaçtan bir yıl sonra doğmuştu, denilirdi.”
LİSE BİTTİKTEN SONRA
Liseden mezun olduktan sonra yine bir an önce ailenin geçimine katkı sağlamak için bir meslek okulu arayışına girer. Bir yıllık Kadastro Mektebi vardır, ama bursu yeterli değildir.
Gazi Terbiye Enstitüsü, ortaokul öğretmeni yetiştiren parasız yatılı bir okuldur. Edebiyatı iyi olduğu için oraya başvurur. Yazılı sınavı kazanır, Ankara’da sözlü sınava çağrılır. Sınav çok iyi geçer, ama “bilgin çok iyi ama şiven bozuk. Bu senin kusurun değil, güneylisin. Edebiyat öğretmeni olacak kişinin ağzından kelimeler su gibi akmalı” diyerek kabul etmezler.
Biyolojide yer varmış, orayı önerirler. Ortaokulda zorla geçtiği ders olduğu için tereddüt eder, hemen kabul etmez. O arada Ankara’da rastladığı bir hemşerisi ona Ankara Hukuk Mektebi’nden söz eder. Üç yıllık bir meslek okuluymuş bu. Devam zorunluluğu yokmuş ve mezunlar kısa sürede hâkim veya savcı olarak atanabiliyormuş.
Gidecek yeri kalmadığı için bu okula kayıt olur. Sonra bir duyum alır ve okula gider. Kapı önüne konulan bir kara tahtada, Ankara Üniversitesi’nin kuruluşu nedeniyle Hukuk Mektebi’nin Fakülte haline dönüştüğü, öğretimin dört yıla çıkarıldığı, dileyenin evraklarını alabileceği bildirilmektedir. Çaresiz, yeni okulu olan Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğretimin başlamasını bekler. Böylece, kadastroculuk, ziraatçılık, öğretmenlik derken, hiç aklında olmayan bir mesleğin yolunu tutmuştur.
Hukuk Fakültesi’nde devam zorunluluğu olmadığından dersler başlayınca Ankara’ya gider; kitap, not temin edip Mersin’e döner. O arada iş bulup çalışır. Sınavlara yakın tekrar Ankara’ya gidip kendini derslere verir. O zamanlarda “üssü mizan” denilen bir usul vardır. Bir öğrenci bütün derslerden geçer not alsa da, belli bir ortalamayı tutturamazsa, sınıf geçemez. Ama o azmedip dört yılda fakülteden doğrudan mezun olur.
Şinasi Develi, babasını küçük yaşta kaybetmiş olmasına rağmen annesinin terzilik yapması, kendisinin yaz aylarında para kazanmak için çalışması ve akrabalarının yardımıyla öğrenimini tamamlayabilmiştir.
Fakültede okurken Mersin’in tanınmış avukatlarından (Rahmetli) Faik Saraçoğlu ile tanışır. Saraçoğlu ona, “Fakülte’yi bitirince sakin memuriyet isteme, avukat ol” demiş ve başından geçeni anlatmıştır: Kendisi daha önce Tarsus’ta sulh hâkimi imiş. Hem ceza, hem hukuk kısmına bakarmış. Çalışkan bir hâkimmiş. Bir ara kararlar birikmiş, yazılması gecikmiş. Bu yüzden uyarı cezası almış. Buna çok üzülmüş ve görevinden istifa edip avukatlığa başlamış.
Aslında Şinasi Develi memuriyet işine yabancı değildir. Maliyede memur olan babası da sağlık sorunu nedeniyle benzer bir durum yaşamıştır ve çocukken tanık olduğu haksızlık onu memuriyetten soğutmuştur.
Bu yüzden de 1944 yılında Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra hâkimlik, savcılık, müfettişlik gibi bir devlet memurluğu arayışına girmemiş, avukatlık stajı için doğrudan Mersin Barosu’na başvurmuştur. Oysa o yıllarda hâkimlik ve savcılık istekleri kolay karşılanmaktadır, çünkü Türkiye’de yalnız iki hukuk fakültesi vardır.
Staja başladığı günlerde Mersin’deki avukatlar hâkimlik veya savcılıktan emekli olan hukukçulardır. Onunla birlikte sadece iki kişi staj yapmaktadır. Staj süresi iki yıl olup adli tatil süreye dâhil edilmiyordur ve sonunda sınavla avukat olunmaktadır. Sıkıntılı geçen bir staj süresinden sonra askerlik hizmetini yapar. 1948 yılına gelindiğinde nihayet avukatlık ruhsatına kavuşur.
2. DÜNYA SAVAŞI’NDA MERSIN
2. Dünya Savaşı yıllarında üniversite öğrencisidir, ama zamanının büyük kısmı Mersin’de geçmektedir. Savaşın getirdiği sıkıntılar ve Varlık Vergisi’nin Mersin’deki etkisi hakkında sorulan soruya verdiği yanıt şöyledir:
“Bütün ülkede ne sıkıntı yaşanmışsa, Mersin de o sıkıntıları yaşadı. Mersin, üretimden ziyade ithalat ve ihracatın ağırlık kazandığı bir ticaret kenti olduğundan bu sıkıntıları daha ağır geçirdi. Yaşam için zaruri maddeler, gıda maddeleri ya bulunmuyordu veya yeterli değildi.
Sadece birkaç örnek vermekle yetinmek istiyorum. Siyaha kaçan bir ekmeği karne ile günde 150 gram olarak alabiliyorduk. Şeker yoktu. Birinci Dünya Savaşı’nda çayı dut kurusu ile içerlermiş. Biz çekirdeksiz İzmir üzümü ile içtik. Ampul yokluğu nedeni ile trenlerde mumla yolculuk yapıldı. Evler için aynı sıkıntı vardı. Bütün ailemize harp boyunca sadece beş metre Sümerbank kumaşı alabildik.
Trenler rötar yapardı. Ben bir defasında Ankara’ya okula giderken Yenice’de yirmi dört saat tren beklediğimi hatırlarım. Karaborsa, Milli Koruma Kanunu’nun ağır müeyyidelerine rağmen önlenemiyordu. Bu örnekler sanırım sıkıntının anlatılmasına yeterli.
Zamanın İstanbul Defterdarı’nın ‘piç vergi’ olarak nitelendirdiği ‘Varlık Vergisi’ tatbikatta Müslüman, gayrimüslim ayırımı yapıldığı yönünden, özellikle İstanbul’da eleştirilmişti. Mersin’de, İstanbul’da olduğu gibi çok fazla eleştirilmedi. Takdir Komisyonu’na seçilen kişiler, seçilen kişiler, Mersin’deki bu vergiye tâbi olacak kişilerin mali durumlarını çok iyi bilen kişilerden oluşturulmuştu. Sanıldığının aksine, toplanan verginin büyük bölümünü, Müslüman işadamları ve gelir sahipleri ödedi.”
POLONYALI HANIM MİSAFİRLERİMİZ
İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili bir yazısının başlığı ise “Mersin’de Polonyalı Hanım Misafirlerimiz” dir:
“İkinci Dünya Savaşı’nın Mersin’deki birçok değişiklikleri yanında, Polonyalı genç ve güzel hanımların uzun süren misafirlikleri o günleri yaşayan biz Mersinlilerin de unutulmayan anıları arasında önemli bir yer bulur. Savaşın ağır görüntülerini Mersin’de hafifleten iki görüntüden birisini ben şahsen, bu Polonyalı misafirlerimiz olarak görürken, ikincisini de Deniz Harp Okulu talebeleri olarak görürüm. Gerçekten 1941-1946 yılları arasında Mersin caddeleri beyaza bürünürdü.
Polonyalı hanımlardan söz ettik. Polonya, Alman işgaline girince birçok genç Polonyalı ülkesini terk etmiş, bir kısmı müttefiklerle birlikte savaşa katılırken bir kısmı da Mısır’da talim görüyor, ya da başka hizmetlere katılıyorlardı. Bizim Mersin’deki misafirlerimiz bu Polonyalı erkeklerin eşleri ya da nişanlılarıymış. Önceleri, birçok gelip gidenler gibi bunları da geçici olarak görüyorduk. Gitmediler.
… Mersin o yıllarda şimdiki Mersin gibi değildi. Her an görmek istediğiniz birisini görebiliyordunuz. Bu misafirleri de sık sık görüyorduk. Esasen dışarıda olduklarında bulundukları yer mahduttu. Gümrük Meydanı’ndaki Mersin’in tek pastanesi en çok görüldükleri yerdi. Hastane Caddesi’nde, şimdiki YKM’nin yanında bulunan İngiliz Konsolosluğu ve Latin Kilisesi çokça gidip geldikleri yerlerdi. Gençlikleri, güzellikleri herkesin dikkatini çekerdi. Ancak bu dikkatlere pek de aldırdıkları yoktu…Bizler savaş sonuna kadar onları temiz kalple bekleyeceğiz. Yaşamımızı böyle sürdüreceğiz’ derlerdi; böylede sürdürdüler. İbadetleri dışında da çoğu zaman kilisede oluyorlarmış.
‘Siyah Meryem Ana’ ikonasını yaptırıp Latin Kilisesi’ne armağan etmişlerdi. Halen Kilise’de bulunur bu ikona. 120 kg ağırlığında 4.5 m genişliğinde, 4 m uzunluğunda ve 200 parçadan oluşan bir sanat eseri. Polonyalıların bu eseri gerçekleştirmek için birçok hafta emek verdikleri söylenir. Bazı yazılarımda ve özellikle ‘Eski Mersin’de Yaşam’ kitabımda bu konuda yazmıştım. Lâtin Kilisesi’ne gelen Polonyalı bir papaz bunu görmüş, benimle görüşmek istemişti. Büromda buluştuk. Kendisine, bildiklerimi anlattım. Kitabımdan da imzalayıp verdim. 70 küsur yıl sonra bir kentte, kendi ırkının kızları hakkında bir şeyler öğrenmekten mutlu olduğunu hissettim.”
REFAH FACİASI
İkinci Dünya Savaşı sırasında Mersin’de çok üzücü bir olay yaşanmıştır; Refah Faciası. “Mersin’de, Atatürk Parkı’nda 24 yıldır heybetle duran bir anıt vardır; Refah Şehitleri anıtı. Bu anıtı herkes bilir, ama bu anıtın neyi ifadede ettiğini de herkes biliyor mu?” diye soran Şinasi Develi bu konuyu da, dönemin bakanlar kurulunda ve mecliste yapılan konuşmalara kadar çok ayrıntılı olarak incelemiştir:
“Yakın tarihimizin en hazin olaylarından birisi olan Refah Faciası, özellikle o günleri yaşamış olan bizim gibi Mersinliler üzerinde unutulmaz acı yaşatmıştır. Olayın diğer acı bir yönü de bunun bir harp gereği olmayışı, ağır bir ihmalin sonucu olmasıdır.
İkinci Dünya Harbi’nden önce İngiltere’ye, İngiliz tersanelerinde inşa edilmek üzere sipariş edilen Murat Reis, Oruç Reis, Burak Reis ve Uluç Reis adlı dört denizaltıyı Türkiye’ye getirmek üzere Savunma Bakanlığı’nca seçilmiş Deniz Yarbay Zeki Işın komutasındaki 19 deniz subayı, 62 deniz astsubayı, 68 deniz eri ile İngiltere’de staj görmek üzere ayrılan 20 Hava Harp Okulu öğrencisi sefere hazır…
Ekibi götürecek gemi aranıyor ve 1901 tarihinde inşa edilmiş ve adı ‘Refah’ olan bir gemi bulunuyor. Bu gemi 21Haziran 1941 günü Mersin’e geliyor. Gemi bir yolcu gemisi değil, yük gemisi…. Dış seferler yapamayacak kadar eski ve köhne idi. Telsizi, herhangi bir kurtarma vasıtası yoktu. Gemiye Mersin’de alelacele tahtadan bazı ilaveler, kamara, tuvalet yapılıyor…
Ben o tarihte Hukuk Fakültesi’nde talebe idim ve yaz tatili nedeniyle Mersin’deydim. Bir tatil günü Mahmudiye Mahallesi 159 sokaktaki evimizin karşısında oturan komşumuz Raif Akça’yı bazı marangoz malzemeleriyle birlikte evinden çıkarken gördüm (Raif Amca marangoz ustası ve dostumuz Doğan Akça’nın babası idi). Bunu, olaya bir yönüyle tanık olduğum için anlatıyorum. Raif Amca’ya ‘Bu tatil gününde nereye?’ diye sorduğumda bana söyle bir cevap vermişti: ‘Limanda bir gemi var; kamarası, tuvaleti yok. Onları yapıyoruz. Çok önemli imiş; israr ettiler, iki gündür çalışıyoruz.’
Gemi, Refah’ gemisiydi. Ordunun zor yetişir, değerli elemanları işte böyle bir gemiyle açık denize açılacaktı.
Mersin’deki İngiliz Konsolosu gemiye gelmiş ve gemi kaptanına rota bildirmişti. Genelde gemilerin rotası Suriye sahillerini takiben oluyordu. Bu rota bildirimi biraz garip karşılanmıştı, fakat uyulacaktı. Geminin ülkesini belirtmek üzere iskele, sancak ve güverteye tahta üzerine Türk Bayrağı tersim edilmişti. Gece, projektörlerle aydınlatılacaktı.
Refah, 23 Haziran 1941 günü saat 17.30 da Mersin’den hareket etti. Mersin’den 50 mil kadar ayrılmışken hangi ülke denizaltısı tarafından atıldığı bilinmeyen bir torpil ile batmıştır.
Resmi merciler geminin normal seyrinde olduğunu sanıyorlardı. Değindiğimiz gibi, gemide telsiz yoktu; böyle bir haberi alamayacaklardı. 25 Haziran sabahı Mersin Liman Reisliği hayretler içerisinde idi. Çünkü Refah’ın filikalarından birisi 28 kişi ile geri dönmüştü. Facia o zaman anlaşıldı. Mersin ve İskenderun’dan derhal motor ve yelkenliler çıkarılarak Refah’takilerin aranmasına başlandı. Ancak dört kişi bulunabildi. Faciadan 4 deniz,5 hava subayı, 15 astsubay, 5 er, 3 gemi personeli olmak üzere 32 kişi kurtulabilmiş, gerisi sulara gömülmüştü. Olay duyulunca bütün Mersin yasa bürünmüştü. Tabii aynı durum bütün Türkiye için de aynı idi.”
168 şehidin verildiği bu facia Ankara’da önce CHP grubunda tartışılır. Milli Savunma ve Ulaştırma Bakanları istifa ederler. Sonra da konu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ele alınır. Uzun süren karşılıklı suçlamalar ve tartışmalardan bir sonuç çıkmaz. Bunda bakanların sorumluluğunu gerektiren bir durum olmadığı üzerinde durulur ve o yönde karar verilir. Mersin Liman Başkanı ve gemiyi hazırlayan komite üyeleri hakkında da dava açılmıştır. O dava da beraatla sonuçlanır ve dosya kapatılır.
Peki, Refah’ı kim batırmıştı? Burada şüphe edilen üç ülke vardır; İngiltere, Almanya ve İtalya. Ancak kimin batırdığı kesin olarak tespit edilemez.
Mersin’de Atatürk Parkı içindeki Refah Şehitleri Anıtı bu olaydan 31 yıl sonra 1972 yılında açılmıştır.