Bir yıl sonra, daha doÄŸrusu bir yıldan bir ay eksiÄŸiyle bir kez daha Mersin’deyiz. Bir yıl önce ekim ayında bu sütunda yayımlanan “Sonyaz” adlı yazımın son iki cümlesi şöyleydi:
“Ve Kızkalesi önündeki ekim denizi…
Akdeniz’le ve 2005 yazıyla vedalaÅŸtığımız o sonyaz denizi, bir ÅŸiirin en güzel dizesi gibi, ışıltısını sürdürüyor, sürdürecek…”
Mersin’e yine “Mersin Uluslararası Müzik Festivali”nin çaÄŸrılısı olarak gittik ve 21 Eylül akÅŸamı bir Viyana orkestrasından Strauss ağırlıklı nefis bir konser izledik.
Strauss’un iki küçük kardeÅŸinin de ünlü besteciler olduklarını doÄŸrusu bu vesile ile öğrenmiÅŸ oldum.
Geçen yılki yazımda da kendisinden “festivalin önderi” diye söz ettiÄŸin sayın Tülay BardakçıoÄŸlu, çalışma arkadaÅŸları ve belki daha doÄŸru bir deyimle gönüldeÅŸleriyle birlikte bu yıl uluslararası festivalin beÅŸincisini de gerçekleÅŸtirmeyi baÅŸarmış oluyor.
Ne yazık ki ancak açılış konserini izleyebildiÄŸimiz festival, dinletilerin yanı sıra sergiler ve baÅŸkaca sanatsal etkinliklerle 21 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında Mersin’e bir dünya kenti niteliÄŸi kazandırıyor.
Fakat Mersin, Cumhuriyet döneminde de, öncesinde de, uygar, aydın, sanatsever kimliği ile bu niteliği zaten hak etmiş bir kenttir.
Tülay Hanım, önümüzdeki yıldan başlayarak, festival günlerinden birinde, sadece bir Türk bestecisinin yapıtlarını çalmak üzere yurtdışından ünlü orkestralar getirtileceğine ilişkin tasarılarından söz etti ki, övünç verici bir olay bu.
ÇoÄŸu, belki hepsi Türkiye’ye ve Mersin’e ilk kez gelmiÅŸ Viyanalı müzisyenlerin, hem ülkemiz, hem seçkin izleyici topluluÄŸuna iliÅŸkin ÅŸaÅŸkınlık ve hayranlıkları ise yüzlerinden, sözlerinden apaçık görülüyordu.
***
Orada kaldığımız iki gün içinde genellikle kapanık hava yüzünden Akdeniz’le vedalaÅŸmanın tadını çıkaramadık bu kez. Fakat bu Mersin yolculuÄŸunda benim bir baÅŸka kazancım İçel Sanat Kulübü’nün deÄŸerli baÅŸkanı Ziya Aykın’la, yönetim kurulu üyeleriyle ilk kez ya da daha yakından tanışmak fırsatı oldu. “Sanat Sokağı”ndaki dernek salonunda, kulübün amatör bir ruh fakat profesyonel bir özenle hazırlanan dergisinde yayımlanmak üzere imece usulü bir söyleÅŸi yaptık… 1989’da kurulduÄŸunu öğrendiÄŸim derneÄŸin kurucu ve ilk baÅŸkanlarından, sadece Mersin’in deÄŸil ülkemizin en deÄŸerli ressamlarından DoÄŸan Akça’nın resim iÅŸliÄŸinde, sanatın kutsal havasını bir kez daha soluduk. Ahmet Kamacı’nın gözetiminde, Sanat Sokağı’ndaki yontu (heykel) çalışmasındaki bir görüntüyü ise unutamayacağım. Tahminen otuzlu yaÅŸlardaki bir parmak çocuÄŸun, Ali Nacak adlı minicik bir köylünün, yörede köfeki taşı denilen sükkâri taşı üzerindeki çalışmasını. Yontmakta olduÄŸu taşın üzerine yumulmuÅŸ, onunla bütünleÅŸmiÅŸ gibiydi. Sokaktan geçerken, bu iÅŸten anladığını söyleyip, o da bir taÅŸ parçası yontmaya koyulmuÅŸ… Ertesi gün uÄŸradığımızda, çalışma tamamlanmış gibiydi… Eski Yunan’ın Afrodit yontucularını kıskandıracak, çıplak, zarif, yan yatmış bir kadın yontusuydu bu… Sadece bacaklar biraz daha inceltilecekmiÅŸ… Bence o konuda da sorun yoktu…
***
Mersin’e yaraÅŸan, kentin güzel yüzüydü bunlar… Öteki yüzüne gelince, bir kültür hazinesi olan, barındırdığı uygarlık katmanlarıyla neredeyse on bin yıllık geçmiÅŸe sahip Yumuk Tepe höyüğünün ve burada (Ä°talyan arkeolog bayan Isabel’ce yönetilen) kazı çalışmasının inanılması güç sahipsizliÄŸiydi bu… Mersin için muazzam bir kültür turizmi mekânı olabilecek bu yer, “berduÅŸ”lara, “ipsiz sapsız”lara, “mekânsız”lara, çam aÄŸaçları koruluÄŸu ise ölüme terk edilmiÅŸ gibiydi… Yabancı arkeologla konuÅŸurken ülkem adına utandım açıkçası… Mersin Belediyesi’ni, sanatsever baÅŸkanı, Yumuk Tepe höyüğüne sahip çıkmaya çağırıyorum…
CUMHURİYET PAZAR. 01 EKİM 2006. PAZAR SÖYLEŞİLERİ. Ataol Behramoğlu.