Uzun süre obasından uzaklarda kalmıştı. Toros Dağlarında, Anadolu’da dolaşmak kandırmamış, yurt dışına, yaban ellerine de uzanmıştı. Değişik yaşam biçimlerini izlemek, gözlemek mutlu etmişti onu. Görüp izlediği her güzel, her yaşam biçimi esin kaynağı olmuş, saz çalıp türküler söylemişti. İşin doğrusu böylesi bir yaşam deli gönlünü, az da olsa okşamış, bir su serpmişti. Ne var ki gün gelmiş sılası burnunda tüter olmuş. Kollar helkeli Yörük kızları gözlerinin önünden bir o yana , bir bu yana geçmeye başlamış.
Sıla özlemi dayanılmaz bir hal alınca sazını vurduğu gibi omzuna yollara düşmüştü. Tepelerden yel gibi, derelerden sel gibi coşarak, taşarak, koşarak sılasına ulaşmıştı.
Nisan sonlarıydı. Torosların en güzel mevsimiydi: Bu mevsim için anlatımı: “Cennet demek sana yakışır dağlar!” biçimindeydi. Menekşelerin, sümbüllerin kokularını taşıyan ılık bir yel esiyordu. Kuşların ötüşü, çiçeklerin kokuşu, oğlakların meleyişi…Yaşam fışkırıyordu topraktan.
Elinde tahra, ardında oğlaklar bir kız çıkıverdi karşısına. Tanıyacak gibiydi; ama birden çıkaramadı. Kızın, oğlakları bırakıp hızla uzaklaşması bir oldu. Bir anlam veremedi. Ardından yavaş adımlarla yürümekten de kendini alamadı.
Oba mahşer yerine dönmüştü. Meğer kız bu mutlu haberi vermek için koşup gitmiş. Onun her dönüşü halkta bayram sevinci yaratırdı. Her dönüşünde yeni türküler getirirdi obaya.
Geniş bir halka oluşturup ortalarına aldılar ozanı. Hele çocuklar! Adım adım yaklaşıyorlardı Karacaoğlan’a. Azarlamalar, kovmalar bir işe yaramıyordu. Kapıdan kovsalar bacan giriyorlardı. Yanına yaklaşıp öylece yüzüne bakıyorlardı.
Ululardan biri ozana “hoş geldin” dedi. Sonra da “Bize neler getirdin?” diyerek halkın beklentisini dillendirdi.
Ortalarına iyice yerleşti Karacaoğlan. Sazını elden ve gözden geçirdi. Birden yanık bir ses,yanık saz tellerine karışarak yayıldı dağlara,taşlara!
DÖNDÜM DOLAŞTIM BEN GURBET ELLERİ
Döndüm dolaştım da gurbet illeri,
Dünyaya çıkmaya yol bulamadım.
Bahçelerde gördüm hemmi gülleri,
Sevdiğime benzer gül bulamadım.
Bıktım usandım da acı dillerden,
Ağılarla dolu uzun yıllardan.
İmdat umar iken akan sellerden,
Kendim gibi akan sel bulamadım.
Yandım, yakıldım ben ateşlere,
Vardım da takıldım ben bir neştere,
Delindi ciğerim, serildim yere,
Beni kaldıracak el bulamadım.
Benim bu dünyaya geçmiyor nazım,
Felekten kalmadı gayri niyazım.
Hâlimi sen anla hey iki gözüm,
Derdimi diyecek dil bulamadım.
Bağıran, çağıran âciz bülbülüm,
Ne kadar bağırsam, duymuyor gülüm.
Karacaoğlan der ki: İmdatçım ölüm!
Mezardan gayri bir yol bulamadım.
Daha başka türküler bir birini izledi. Yeller esmez, sular akmaz, çiçekler kokmaz, oğlaklar melemez oldu. Kertenkeleler bile taşların üstüne çıkıp öylesine başlarını sallayarak dinlediler. Doğa sustu, yaşam sustu. Yalnızca yaşlı kadınların gözyaşları susmadı. Yanaklarından aşağı durmaksızın süzülüp durdular. ALİ UYSAL