,

ÖYKÜLERİYLE TÜRKMEN AĞITLARI (I) – ALİ UYSAL

ak.jpg

En büyük kavram nedir acaba? Evren midir, gökler midir, zaman mıdır, gönül müdür? Sanırım gönül bunların hepsinden büyüktür. Gönül bu saydığımız kavramların tümünü içine alabilir.Oysa büyük şairimiz Fazı Hüsnü Dağlarca gönülden de büyük başka bir kavramdan söz ediyor. Bu savını o kendine özgü anlatımıyla şöyle belirtiyor:

Kim aldatmış bu kadar insanı ki
Kimsecikler aldırmıyor ölüme
Ölüm ey göklerden büyük
Sığdıramıyorum gönlüme

Gerçekten ölüm, yaşamın en büyük, en acı, en korkunç olayıdır. Hele öyle ölümler vardır ki yürek dayanamaz.Yaşamın başlangıcından bu yana ölüm olayına hiçbir insan hatta hiçbir canlı kayıtsız kalamamıştır.Şair mi en etkili şiirlerini ölüm üstüne yazmıştır. Yeri gelmişken bir ikisini anımsayıverelim:

Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde nasıl,kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında.
C.S. Tarancı

Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Y. Emre

Anayı babayı hep aldın yeter
Var git ölüm bir zamanda gene gel
Karacaoğlan

Hibir dua yerine getiremez
Benim kâinatlardan uzaklığımı
Yıkamasınlar vücudumu yıkamasınlar
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı
F.H. Dağlarca

İşte böyle…Yaşamın en büyük olayı karşısında yazarlar roman yazar,öykü yazar, deneme yazar, ressamlar resim yapar, müzisyenler beste yapar, kısacası her sanatçı kendi sanatıyla ilgili tepkisini ortaya koyar. Böylece ölüm karşısındaki iç sıkıntılarını gidermeye çalışırlar. Peki bu sanatların hiçbirine sahip olmayan hatta okuma yazması bile bulunmayan Anadolu kadınları ölü denilen bu korkunç olay karşısında içlerindeki ateşi nasıl söndürecekler, sıkıntılarını dışarı nasıl atacaklar! İşte bu gereksinmeden halk edebiyatımızda “ağıt” adı verilen duygu dolu bir tür doğmuştur. Binlerce yıldır halkımızın koynunda salkım saçak yaşayan bu ağıtlar gerçekte ulusal kültürümüzü, ulusal dilimizi, benliğimizi yansıtmaktadır. Ne üzücüdür ki bu eşsiz kültür değerlerinin çoğu zamanın uçsuz bucaksız boşluğunda toza toprağa karışıp gitmiştir. Bu yok oluşu seyretmek ulusun yok oluşunu seyretmek gibi geldi bana. Buna gönlüm razı olmadı.Halkımız arasında yaşayan binlerce ağıttan arta kalan üç beşini olsun derlemeyi düşledim. Her birinin öyküsünü dinledim. Asıllarını bozmadan okurlarımıza sunmaya çalışacağım.
Birer kültürel değer olan bu ağıtlar her zaman yanık bir beste ile söylenir. Besteleri dinletme olanağımız yoktur; ancak şu kadarını söyleyeyim ki ortadaki ölüyü unutup bestelerin büyüsüne kendimi kaptırdığım çok olmuştur. Bu olağanüstü görünüm karşısında bazen de gözyaşlarınızın sel olup akmasına engel olamazsınız. Bunun nedeni ortadaki ölü değil o yanık bestelerin içinizde oluşturduğu kasırgalardır.
Ağıtlar ölçülü ve uyaklıdır.Genellikle sekizli hece ölçüsüyle söylenirler; ama az da olsa on birli hece ölçüsü de kullanılır. Syleyiciler çoğunlukla kadınlarımızdır; ancak ölümün derecesine göre erkeklerin de yüreklerini susturamadıklarıa çok tanık oldum.
Ağıtları dinledikçe, cenaze törenlerini gözledikçe ölümü tek çeşit olmadığını düşünüyorum. Ölümlerin ve dolayısı ile acıların büyüklüğüne göre ağıtlar nitelik değiştiriyor. İsterseniz bu konuda bir öykücük anlatayım: Çok eski zamanlarda ağıtçılı bir meslekmiş. Bununla geçimlerini sğlayan kadınlarımız olurmuş. Bir gün bir kadının anası ölmüş. Ağıtçıyı çağırtıp yapağı vererek anası için ağlatmış. Ardındab babası ölmüş. Yine ağıtçıyı çağırtmış,ücretini yün ile ödeyip,babası için de görevini yerine getirmiş. Bu kez acımasız ölüm kadının on beş yaşındaki oğlunu arayıp bulmuş. Artık ağıçı bu acıyı dindiremez.Kendi ağıtlarıyla dağı taşı inletmiş ana.Ağıçı da para kazanma umuduyla cenaze evine doğru geliyormuş. Yüreği yanık ana şöyle seslenmiş:

Vermem gayri yapağımı yünümü
Azrail de bülbül etti dilimi.

Köy Enstitüsü mezunu, edebiyat öğretmeni. Özellikle halk kültürü, Karacaoğlan, N. Hikmet konularında konuşmacı, yazar.

scroll to top