III. Bölüm
Kilikya’nın Kapısı – GÜLEK BOĞAZI
Hititler’in Armağanı
Efsaneden Gerçeğe – Mitolojiden Avrupa Parlamentosu’na
Strasburg’taki Avrupa Parlamentosu binası önünde “boğa üzerinde oturan bir kız heykeli” vardır. Kızın ismi “Europa”. Avrupa kıtası, ismini işte bu kızdan alıyor. Heykelin Avrupa Parlamentosu binası önünde olmasının nedeni de bu. AB’nin para birimi ‘Euro’nun ismi de ‘boğanın üzerindeki kız’dan kaynaklanıyor.
Europa ile Zeus
Aralarında Rembrant’ın, Henri Matisse’in de bulunduğu birçok Avrupalı ressam, beyaz bir boğa üzerindeki Europa’nın resmini yapmıştır. Bu motif, Antik Yunan ve Roma döneminden beri Avrupa sanat eserlerinde var. Peki, Avrupa’ya ismini veren bu kız kimdir? Nerelidir?
Mitolojiye göre Europa, Fenikelidir. Yani Avrupalı değil, Asyalıdır. Şimdiki haritaya göre Lübnanlı’dır Europa. Fenike’de, Sur şehrinin kralı Agenor’un kızı olan Europa, tanrı Zeus tarafından kaçırılır. Bu öykü şöyle gelişir:
“Tanrıların tanrısı ve tanrıların yüce yöneticisi Zeus, makamını terk edip de etrafa şöyle bir göz gezdirince, Fenike’nin Sidon kıyılarında çok güzel bir kız görmüştür. Bu kız kendi soyundan olan bir kızdır; Tyr ve Sidon şehirlerinin kralı olan, Zeus ile İo’dan doğma Epaphos’un torunu, Belos’un ikiz kardeşi olan Agenor’un güzel kızı Europa’dır.
Kız, arkadaşlarıyla birlikte deniz kenarında oyunlar oynamakla ve çiçek toplamakla meşguldür. Kızlar sepetlerini, kır çiçekleriyle, nergisler, sümbüller, menekşeler ve yabani lalelerle doldurmaktadırlar. Europa’nın sepeti, sanatkâr tanrı Hephaistos’un usta ellerinden çıkmış bir sepettir. Büyük-büyük-büyük annesi İo’nun başından geçen öyküler nakşedilmiştir. İo’nun inek haline gelişi, çoban Argos’un öldürülüşü, Zeus’un İo’yu yeniden insan haline sokuşu, çok usta bir şekilde anlatılmıştır.
Ne var ki Zeus’un o sıralarda, Eros’un bir oku ile yaralanan kalbi, heyecanla çarpmaya başlamıştır. Karısı Hera’yı bu sefer ustaca atlatacak ve emeline nail olmanın yollarını bulacaktır. Çok güzel bir boğa kılığına girerek Zeus taze çayırların üzerinde otlayan genç boğaların arasına usulca karışacak, herkesin gözünden ve gönlünden bütün şüpheleri silip atacaktır.
Sirakuzalı bir şair olan Moskus “Moschus” (MÖ 2. Yy.) ile (The Greek Bucolic Poets, Trans: J.M. Edmonds, Loeb Classical Library No. 28. Harvard Uni. Cambridge, 1912) ile Ovidius’a (Romalı şair – 20 Mart M.O 43 Sulmona – MS 17 Köstence. En ünlü eseri Metamorfozlar isimli 15 ciltlik eseridir.) (Metamorphoses, II. 836 ve sonrası) dayanarak anlatmaya çalışacağımız bu öykü, aşağıdaki şekilde sürüp gitmiştir:
Agenor’un kızı çayırda otlayan sığırlar arasında salına salına yürüyen bu boğanın güzelliğine hayran kalmıştır. Tüyleri, üzerine el ayak değmemiş, erimeye başlamamış karlar kadar beyaz olan bu boğa, adaleli omuzları, güçlü boyun kasları ve kıvrım kıvrım olan gerdanıyla gerçekten çok heybetli bir görünüşe sahipmiş. Usta bir sanatçının elinden çıkmışcasına cilalı olan, mücevherlerden daha parlak bir görünüme sahip boynuzlarıyla son derece göz alıcı imiş. Sakin bir görünüşü varmış. Gözlerinde hiçbir tehdit unsuruna rastlanmıyormuş. Europa bu son derece heybetli, bu derece güzel ve bu derece dost görünüşlü olan bu boğaya çok büyük bir yakınlık duymuştur. İlkten çekingen davranmış ama sonra bu boğanın yanına giderek, ışıldayan dudaklarına bir tutam çiçek uzatmıştır. Memnuniyetinden kızın ellerini öpen âşık, daha sonra olacakların hayaliyle kendisine hâkim olmaya çalışmıştır. Bazen yeşil çayırların üzerinde oynayıp zıplamış, bazen da bembeyaz vücuduyla kumların üzerine uzanmıştır. Böylece güzel prensesin korkularının yavaş yavaş yok olmasını beklemiştir. Kızcağız masum elleriyle onun böğrünü okşamış ve taze çiçeklerden yapılmış bir çelengi boynuzlarına geçirmek istemiştir. Bu işi yaparken de kimin sırtına uzanıp yaslanmış olduğunu, hatta oturmaya cesaret etmiş olduğunu hiç düşünmemiştir.
İşte bu sırada tanrılar tanrısı kısa aralıklarla duraksayarak sahilden uzaklaşmaya başlamış, sonra da avını denizin derin sularına doğru hızla sürüklemeye başlamıştır. Arkasından hızla uzaklaşmaya başlayan kumsala bakıp, feci şekilde ürkmüş olan Europa, başkaca yapacak bir şey olmadığı için, sağ eli boğanın bir boynuzunu tutarken öbür eliyle boğanın sırtına yaslanmıştır. Girit adasına doğru hızla yüzerlerken – Titian’ın aynı konuyu işlemek üzere yaptığı ünlü bir tabloda da görüldüğü gibi, Europa’nın elbisesi hafif rüzgârın etkisiyle havalarda uçuşup duruyormuş.
Lukianos’un “Enalioli Dialogi” / Deniz Konuşmaları’nda bize söylediğine göre, bu kaçırma olayında Zeus ile Europa yalnız değilmiş; Batı yeli Zehyros, olup biten her şeyi görmüş. O sıralarda o da o taraflarda esip duruyormuş; zaten herkesin kulağına olanları fısıldayan da o olmuş. Sevgililer denize açılır açılmaz, rüzgârlar yatışmış, etraf adeta süt-liman olmuş. Aşk tanrısı Eros, Aphrodite’nin o yaramaz oğlu, Zeus’un başı üzerinde uçuyor, refakatçiler düğün türküleri söylüyormuş. Nereus’un Okeanos kızı Doris’ten doğma kızları denizden çıkıyor, düğün alayına yunus balıklarının sırtına binerek katılıyormuş. Denizlerde yaşayan bütün sevimli varlıklar kızın etrafında dolanıp duruyormuş. Deniz tanrısı Poseidon, karısı Amphirite ile birlikte, bir arabaya binmiş olarak onlara refakat ediyor, denizi yara yara giden kardeşi Zeus’a yol gösteriyormuş. Düğün alayının en gerisinde ise Aphrodite bulunuyormuş; Botiçelli’nin bir tablosuna kaynaklık edecek şekilde, istiridye kabuğuna uzanmış bir vaziyette alayı takip ederken, geline türlü türlü çiçekler atıyormuş. Bu debdebeli yolculuk Fenike’nin Sidon kıyılarından Girit Adası’na kadar sürmüş. Adaya çıkar çıkmaz boğa hemen yok olmuş, bütün haşmetiyle ortaya çıkan Zeus, Europa’yı elinden tutup Dikte mağarasına götürmüş. Kızcağız, Zeus’un kendisini oraya ne için götürdüğünü anlamakta pek güçlük çekmemiş, o güzel yüzü al al olmuş. Sonunda olanlar olmuş, zamanı gelmiş, Europa, Zeus’tan olma Minos, Rhadamanthys ve Sarpedon adında ünlü olacak üç oğlan çocuk doğurmuş. Yakın Doğu kültürünün Batı’ya taşınmasında bir Fenike kolonisi olan Kıbrıs ve Girit önemli bir basamak oluşturmuştur.
Şimdi burada Doğu – Batı Dergisi’nden bir alıntı yapalım:
“…Buralarda, Yunanistan’dan önce oluşmuş birçok mitolojik ve dinî tema, özellikle de ‘boğa’ figürü, çok büyük ihtimalle Yunanistan’a (Mykenai’ye) bu yolla girmiştir.” (Turhan Yörükan – Zeus’un Aşklarıyla Akdeniz’de Kurulmak İstenen Sosyo-Kültürel ve Politik İlişki Ağı. Doğu Batı Dergisi Sayı: 34. Kasım/Aralık/Ocak 2005-6)
İşte yüzyıllardır resim ve heykellerde aktarılan, mitolojide Europa’nın boğa kılığındaki Zeus tarafından Asya’dan Avrupa’ya kaçırılması öyküsü budur. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, bu öyküyle birlikte bilginin, kültürün, estetiğin de Asya’dan Avrupa’ya gittiği gerçeğinin saptanmasıdır.
Süreç içinde Europa, kıtanın ismi olmuştur. Kıta, tüm dillerde aynı ismi taşımaktadır. Pompei şehrinde bulunan Europa ve Boğa Mitolojisi’ne ilişkin yukarıda verilen uvar freskoları da bu hikâyenin Roma kültürüne etkilerini gösterir.
Mitolojinin bilim haline gelmesini sağlayanlar, eski dünyanın tüm öykülerini toplayıp, Grek Mitolojisi’ne katarak bir sistemin parçası haline getirmişlerdir. İşte bu mitolojik öyküde de Sami prensesinin boğa sırtında kaçırılışı; Agenor’un kızı Europa’nın beyaz bir boğa sırtında kaçırılma mitosuna dönüştürülmüştür.
Europa ve Boğa Mitolojisi’nin başka değişik versiyonları da vardır.
Kız Kaçırma ve Kız Vererek Akrabalık Kurma
Europa’nın kaçırılışı ve hamile bırakılarak Girit kral ailesinin ve soyunun bu yolla yaratılmış olması da, aynı sembolik ifadenin bir başka tezahürüdür. Nitekim Knossos Sarayı’nda kral ve kraliçenin boğa ve inek maskeleri takarak yaptıkları geleneksel merasim de, hem kız kaçırma olayını, hem de bereketliliği sembolize etmek içindir.
İşaret ettiğimiz üzere, Girit Kraliçesi Pasiphae’nin dayanılmaz bir cinsel arzu duyarak bir boğaya aşık olması ve onunla gizlice sevişmesi de aynı sembolizmin bir başka ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Girit kazılarında ortaya çıkarılan boğa boynuzu sembolleri, burada daha eski kültürlerde yaşamış bir boğa kültünün bulunduğunun ve bunun da mitolojiye yansımış olduğunun en açık ifadesidir. Çağdaş yorumlar öncesinde Heredot tarafından yazılan aşağıdaki satırlar da ilgi çekicidir:
“Avrupa’ya gelince, kuzeyi ve doğusu deniz midir, kimse bilmez. Uzunluğu biliniyor, dünyanın öbür iki bölümü kadardır. Zaten bir türlü akıl erdirememişimdir, neye dayanarak bir tek toprağa, hepsi de dişil sontakılı üç ad verilmiştir. Ayrıca bu seçimi kim yapmış, bu adları kim vermiştir, bunu da bir türlü çıkaramamışımdır. Avrupa’ya gelince o da mı suyla çevrilidir? Kimse bilmez; adı nereden gelir? Kim bulmuştur bu adı? Bunlar da bilinmez
…Ama bu Europe’nin – ki aslı Asyalıydı, Yunanlıların bugün dedikleri ülkeye gelmediği kabul edilmektedir. O yalnız Fenike’den Girit’e, Girit’ten de Lykia’ya gitmiştir.” (Herodot Tarihi. Dördüncü Kitap: Melpolome Avrupa 45. s. 205)
Görüldüğü gibi günümüzden 2400 yıl önce Herodot’un dediğini bir kez daha okursak; Europa, Girit’ten – AVRUPA’ya değil – Lykia’ya – yani ANADOLU’ya gelmiştir.
Avrupa Parlamentosu önündeki heykeldeki boğa üzerindeki kız Asyalı’dır. Ancak bu mitolojik öykü o kadar kabullenilmiş ki bir kıtaya ismini verecek, Europa’nın Avrupa Parlamentosu’nun önüne heykelini dikecek, madeni paraları süsleyecek kadar önem kazanmış. Europa, Avrupa kültürünün önemli bir öğesidir.
Boğaz Efsanelerinde “Boğa” Öğesi
19. yüzyılın sonunda İstanbul’u ve Boğaziçi’ni anlatan Philip Anton Dethier “Boğaziçi ve İstanbul. Çev. Ümit Öztürk, Eren Yayıncılık, Istanbul 1993” adlı eserinde İstanbul Boğazı ile ilgili efsanelerden de bahseder. İstanbul Boğazı’nın başka dillerdeki adı “Bosphor” ya da “Bosphorus” olarak geçer ve bunun da anlamı ‘inek’ ya da ‘sığır geçişi’dir. Efsane ise şöyle:
Argos Kralı İnakhos’un kızı olan İo, aynı zamanda Argos kentindeki Hera tapınağı’nın rahibesidir. Bir gün İo’yu gören Tanrı Zeus ona aşık olur. Kocası Zeus’un bir başkasına aşık olduğunu öğrenen Hera, kıskançlığa kapılarak Zeus’u İo’dan ayırmanın yollarını arar. Zeus, sevgilisini Hera’nın gazabından korumak için onu inek kılığına sokar. Ancak Hera, ineğin kendisine verilmesini ister. İo’yu alır ve bin gözlü bir dev olan Argos’u onun başına nöbetçi olarak diker. Bunun üzerine Tanrı Zeus, savaşcı Hermes’i görevlendirerek İo’yu kurtarmasını ister. Hermes devi büyüleyerek öldürür ve İo’yu kurtarır. İo kurtulmuştur ama Hera bu kez de bir at sineğini İo’ya musallat eder. Sinek ısırdıkça inek kılığındaki İo’nun canı çok yanar. İo kaçar ve Trakya’dan İstanbul Boğazı’na gelir, Boğaz’ı geçerek Asya yakasında kıyıya çıkar. Bu öyküden dolayı İstanbul Boğazı, “İnek Geçidi” anlamına gelen “Bosphoros” adını alır. İo, bir kız çocuk dünyaya getirir. Adını “Keroessa” koyar. Keroessa’nın Deniz Tanrısı Poseidon’dan “Byzas” adlı bir çocuğu olur. Byzas büyüyünce, annesinin kendisini doğurduğu yerde bir kent kurar. Kent, kurucusunun adından dolayı “Byzantion” adını alır.
Öykünün bir başka versiyonunda ise İo’nun karaya çıktığı yer Mısır olarak geçer. Karşıya geçilen yerin Mısır olmasının iki nedeni vardır. Birincisi, kentin kurucusu olan Byzas’ın memleketi olan Megara, Orta Yunanistan’da bir yerdir. Yunanistan ise tüm varlığını Minos-Girit Uygarlığı’na, onlar da Mısır’a borçludur. Nitekim Minos-Girit Medeniyeti ticaretinin büyük bir bölümü İskenderiye kenti ile yapılmaktaydı. İkinci neden de birinci ile ilgilidir.
Bu efsanenin kökeni, muhtemelen Girit’in boğa başlı yaratığı kutsal boğa Minator’a, onun da kökeni ‘Apis Öküzü’ ve Tanrıça Hathor efsanesine dayanmaktadır.
Zeus’un İo ile birleşmesinden Mısır’da, Zeus’un Epaphos adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Epaphos Mısır kralı olup, evlendiği eşinden Libya adlı kız çocuğu olur. Libya ülkesine adını veren bu kızın, Poseidon ile birleşmesinden de Belos ile Agenor doğar. (Agenor, ailenin ‘erkekçe’ ya da ‘cesur’ anlamına gelen Yunanca bir isim taşıyan tek üyesidir.)
Agenor Finike’nin efsanevi kralı sayılır. Kızı Europa, Beyaz Boğa kılığındaki Zeus tarafından kaçırılarak Avrupa’ya adını verecektir. Agenor’un oğlu Kadmos’dan torunu Semele ise; yine Zeus’un yatağından geçip, son tanrı sayılan Anadolulu bitki ve şarap tanrısı Dionysos’un annesi olacaktır. İşte bu Yakın Doğulu kadınların batıya gelip yerleşmeleri, Yunan Mitolojisi’nin şekillenmesine böyle katkı sağlamıştır.
İo, Zeus’la olduktan sonra inek şekline dönüşmüş, İstanbul Boğazı’na “İnek Geçidi” adını vermiştir. İo, Mısırlı inek boynuzlu tanrıça İsis tapınmasını ortaya çıkarmıştır. Daha sonra Güney Yunanistan’da ve Doğu Yunanistan’da koloniler kurmuş olan Yakın Doğulu levantenlerin İo soyundan oldukları, özellikle Mısırlılar’ın ve Fenikeliler’in uzak hatırasını ve kültürünün kalıntılarını taşıdıkları söylenebilir.
Boğa kültürüne ilişkin, yukarıda değindiğimiz İo miti ile ilgili bir başka mit ise şöyledir: İo, bir denize ve bir boğaza adını verdikten sonra Mısır’a gider ve orada eski haline dönerek “Tanrıça” statüsünü alır. Söz konusu Tanrıça Hathor’dur. Yani, “Tanrı Horus’un Evi” anlamına gelen inek başlı tanrıça… Efsaneye göre, yaşlanan Tanrı Ra’nın yardımına çağırdığı ve aslan başlı olarak temsil edilen, yaşam, ölüm tanrıçası Sekmeth ile Ra’nın düşmanları ile savaşan Hathor; aşkın, dişiliğin, sarhoşluğun ve kadınların tanrıçasıdır. Dandera tapınağı kendisine adanmıştır.
Efsanenin başlangıcında Europa’den doğan Minos, Miken medeniyetinin kurucu kişiliği olan Minos’tur. Onun öyküsü de İo yahut Europa’ya ışık tutar niteliktedir. Minos, Girit tahtına çıkmak isteyince, üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş; denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi de olmuş. Denizden ‘köpükler gibi ak bir boğa’ çıkagelmiş, Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı diğer sürülerin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrısı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş…
İo efsanesinde sözü geçen Byzas’a gelince; Bizans halkının aslında bir Yunan kolonisi, halkının da Yunanlı olduğu sanılıyorduysa da, İstanbul’un kuruluşundaki Megara kökenine mutlaka, Akalar ya da Argoslular ile muhtemelen Orta Avrupa Slav kökenli Korinthosluları da eklemek gerekir. Nitekim 19.yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul’u anlatan Dethier de, Helen-Bizans fikrini kabullenmez. Ve ‘doğulu’ kökene, yani ‘Küçük Asya’ denilen Anadolu’ya işaret eder. Gerçekten de Helen Uygarlığı’nın temelini oluşturan Miken Uygarlığı’nı kuranlar, Anadolu’dan giden savaşçı halktır.
Bu döngünün kısa özeti Minos ve Miken Uygarlıkları’nın nasıl kurulduğudur. Europa’nın kaçırılışı, Anadolu’dan- Gülek Boğazı yolundan geçmesi, Akdeniz’e açılarak Girit’te Minos Uygarlığı’nın kurulmasını sağlaması…
Yüzlerce yıl sonra Girit’ten ayrılan Europa (Herodot’a göre) Lykia üzerinden Anadolu’ya ve Ege Adaları’na geçiyor ve Miken Uygarlığı’nın temeli atılıyor.
Tüm bu efsaneler, İstanbul Boğazı’nın kıtaları ve medeniyetleri birbirine bağlayan ve batıdan doğuya, doğudan da batıya doğru gerçekleşen ticari ve kültürel geçişler ve alışverişlerdeki rolünü ortaya koymaktadır.
Efsaneden Gerçeğe
“Yüzyıllar boyunca Akdeniz’in doğu kesimindeki topraklarda gelişen çeşitli uygarlıklar batıya doğru uzanarak, adalara atlamış, orada, özellikle Girit’te, çağının en ileri uygarlıklarından birine temel olmuştur. Bu olgu, mitolojide beyaz bir boğa kıyafetine bürünen baştanrı Zeus’un, Fenikeli Agenor’un güzel kızını Girit’e kaçırması, bir mit olarak anlatılmıştır.
Hesiodos’un “Kadınlar Kataloğu” adlı yapıtında Europa ‘soylu Fenikelinin kızı’ olarak tanımlanmakta ve onu kaçıran Zeus, ‘tuzlu suyun üstünde’ taşımaktadır.” (Martin Bernal. Kara Athena, s .147)
Avrupa kelimesi, “güneşin battığı yer” anlamına gelen ve günümüz Türkiye topraklarına işaret eden Fenike Prensesi Europa’nın isminden gelmektedir. (Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı…(Kehf Suresi, 90)
Europa, Akşam Güneşi ya da ‘güneşin battığı yer’ anlamındadır. 5000 yıllık “beyaz boğa üzerindeki kız” öyküsünden Avrupa Parlamentosu’na uzanan süreçte, Anadolu’nun, Kilikia’nın, bugünkü Tarsus’un payı göz ardı edilmemeli. Gülek Boğazı’ndan geçen ulu ve ünlü kişiler bu süreç içinde çağdaş uygarlığın yapı taşlarını koymuşlardır.
Fenike prensesini kaçırıp, Avrupa Parlamentosu’nun önüne koyup, 2 paralık Yunan Avrosu’nun üzerine suretini çıkaran kimdir? Tepeleri her zaman karla kaplı Toros Dağları üzerinden gelen bir yiğit, acaba Hititli bir kral mıdır?
Bilinmeyen zamanlarda, Anadolulu bir kahraman prens, zirveleri karlarla kaplı Toroslar’ın ‘Gümüş’ dağlarını aşıp; “güzel geçit ülkesi” üzerinden yol alır, Fenike Kralı’nın dillere destan güzel kızını kaçırır. Ak köpüklü Akdeniz’in sularından aşıp Girit Adasına yerleşirler.
Tarihsel olarak bakıldığında, Hitit Kralı’nın oğlu Babil prensesiyle evlenir. Coğrafyaya bakarsak, Alacahöyüklü delikanlı, Alalah sarayından kız alır, balayına Girit’e giderler…
Muhtemelen, 3.500 yıl önce yaşanan böyle bir olay, yöreye ticaret için gelen insanlar tarafından, kendi dilleri ve tarzları ile açıklanmış, anlatılmıştır. Deniz kenarından bakıldığında, daha hiç bilmedikleri, aşmadıkları ulu dağlar, tepeleri karlı, gümüş gibi parlayan Toroslar, muhteşem görünmektedir. O dağların ardında, dönemin teknoloji harikası aletleri ve araçları olan, ilk kale kentleri kuran, dağlık ülkenin yakışıklı delikanlısının, yine dünya ticaret merkezi durumundaki liman kentinin prensesi ile evlenmesi sıradan bir olay değildir.
Anlatıcılar nesiller boyu bu olayı aktararak, söylenceye dönüştürürler. Gümüş dağlarının efendisi güçlü Taru, denizler kralının en güzel prensesini kaçırıp yeni bir dünya kurmuştur. Anlatıcıların sözleri, kalemin gücüyle destanlaşacak, tanrısal söylem olup ölümsüzleşecektir.
Europa’nın kaçırılma öyküsü burada bitmez.
Feniks, Kiliks ve Kadmos
Olayın ardından çılgına dönen Kral Agenor, biricik kızı Europa’yı geri getirtmek için erkek kardeşlerini görevlendirir. Yüreği yanan baba Agenor, oğullarına buyruk verir:
“Gidin kız kardeşinizi bulup getirin!” Yollara düşen Feniks, Kiliks ve Kadmos gittikleri coğrafyalarda artık kendi adlarıyla bütünleşen ülkeler oluştururlar. Kadmos, Feniks ve Kiliks, Doğu’nun uygarlığını bu anlamda batıya taşıyanlar olarak yorumlanırlar. Öyle görünüyor ki, eski Kilikya – Suriye bağlantısı, sonradan Phrygia, Lydia ve Lykia, gelenekleriyle tamamlanıp Yunanistan’a hediye edilmiştir.
Kardeşlerden Kiliks de diğer kardeşleri gibi kızkardeşini bulamaz ama Çukurova topraklarını yurt edinir. Antik dönemlerden bu yana bu topraklar Kilikia (Kilikya) adı ile anılır. Herodot Kiliks’i, Kilikia’nın efsanevi atası olarak anıyor.
Sanata Yansıyan Europa
Zeus’un beyaz boğa şekline girip Europa’yı kaçırma öyküsü kendi döneminden günümüze kadar pek çok sanatçıyı etkilemiştir. Başta gravür, resim, mozaik, rölyef ve heykel olmak üzere sanatın hemen her alanında boğa kılıklı Zeus – Europa mitosu betimlenir. Ancak bunların arasında pek bilinmeyen bir rölyef aslında dikkate değer. Türünün ilk örneklerinden olabilecek bu eser, başlığına ve giysilerine bakıldığında bir Anadolu primitif sanat örneği gibi görünmektedir.
Siraküza’lı Moskus’un (Moschus) Europe destanında (MÖ II. yüzyıl) ve Ovidius’un ‘Metamorfozlar’ adlı eserinde (II / 836-875) renkli olarak betimlenen ‘Europa’nın kaçırılışı ile ilgili en eski buluntu, Selinus’taki en eski tapınağa ait bir metop. (MÖ 560’a doğru, Palermo, Museo Archelogico Nazionale)
Boğa üzerindeki kız figürü 16. yüzyıldan günümüze kadar ressamların ilgi gösterdiği bir konudur. Avrupa Birliği sembolü olduktan sonra karikatür sanatçılarının da şifresi haline gelmiştir.
Georg Kaiser, mitosun dâhice versiyonlarını, Max Reinhardt‘ın rejisörlüğünde 1929’de Berlin’de ilk kez sahnelenen ‘Europa’ adlı dansında sergiler. Darius Milhald’ın ‘Europa’nın Kaçırılışı’ (1927) operası da mitosu serbestçe ele alır. (Gerhard Fink – Antik Mitolojide Kim Kimdir? s. 109-110)
“Boğa” Üzerine Seçilmiş Yorumlar
Mısırlı Tanrısal koruyucu Şahin ve Boğa Tanrısı Mentu (başka deyişle Mont, Montu, Monthu) idi. Girit saraylarının kurulması aynı yüzyılda olmuştu. Saray duvarlarında görülen ve Kral Minos ile ilgili Girit hakkındaki Yunan mitolojisinde çok önemli yer tutan Boğa kültünün ortaya çıkışı da burada olmuştur. Europa’nın oğlu olan Minos, adıyla anılan uygarlığın kurucusu olur.
Mezopotamya’da, Elam’dan Sasani dönemine kadar kralların boynuzlu maskelerinde ve paraların üzerinde, Mısır ve Fenike’de tekrar tekrar karşımıza çıkan ve çeşitli yollarla Yunanistan’a taşınmış bu boğa figürü, İo’da gördüğümüz, daha sonra da göreceğimiz üzere, Dionysos tapınmasında da yer etmiş, hatta Mezapotamya’da olduğu gibi, Yunanistan’da da “kutsal evlilik” ritüellerinin uygulamasına, Dionysos adına ilkbaharın başlangıcında düzenlenen Anthesteria festivallerinde, yeni yılın bereketli geçmesi için kraliçelerin sembolik olarak bir boğa ile çiftleşmelerine yol açmıştır.
Hitit dininde çok yaygın bir külte sahip olan Hava (fırtına/gök) Tanrısı bir boğa şeklinde tasavvur edilmiştir. Memphis’in kutsal boğası Hap’ı veya Apis’i, şimşekten veya ay ışığından hamile kalmış bakire bir inek doğurmuştur.
Bu bereketlilik sembolü olan Apis, dördüncü sülaleden (MÖ 2900’den) bu yana, Roma İmparatoru Julianus’a gelinceye kadar kutsallığını korumuş ve bütün Akdeniz kültürünü etkilemiş olan bir varlıktır. Boğa birçok ülkede cinsel gücün simgesi olmuştur.
Hitit Metinleri
“Bolkar Madeni” Kaya Yazıtı
Bilim camiası tarafından iyi bilinen Bolkar Madeni Yazıtı – kaya duvardaki sabit kaya üzerine yazılmış, beş satırlık Hitit – Luvi hiyeroglif yazısı, 1973 Eylül ayında Prof. Dr. Mustafa Kalaç tarafından yeniden kopyalanıp okunmuştur. Yazının Türkçe anlamı şöyle veriliyor:
“Ben Tarhuvarta’nın oğlu prens Tarhunazi, kral Warpalawass’ın kahraman, yasal hizmetkârı.
Ve beyim kral Warpalawass’a iyi hizmet ettim.
Ve o bana tanrı Muti dağı (yöre egemenliğini) verdi.
Tanrı Tarhu ve Kubaba beni zaten önceden biliyorlardı.
Ve onları da kutsadım.
Ve beyim Warpalawass’ı iyi bir şekilde yücelttim. O da bana hızlı ve güçlü katırlar sağladı.
Ve Tarhunazi bu tanrılara her yıl kurbanlar sunar. Ve onu Muti (dağı) tanrıları hoş tutarlar.
Bu yazıta kim zarar verirse, Bu kimseyi Fırtına Tanrısı ve tanrılar süründürsün.
Ve Ay Tanrısı onu yakalasın. Ve tanrı Nikaruha onu yesin, Tanrı Kupawa onu lanetlesin…”
(Mustafa Kalaç, Anadolu Araştırmaları. Sayı: IV-V, 1976-1977, s. 61- 69. İstanbul 1977.)
“120–130 yıl önce Hitit ve koca Minos’un Girit uygarlıkları bilinmiyordu. İncil’in başında Hititliler adı geçtiği için batılılar ‘kutsal toprakları’, yani Suriye ve Filistin Kenan illerinde izleye izleye, Hitit İmparatorluğu’nun merkezini Anadolu’da buldular”. ( Halikarnas Balıkçısı – Hey Koca Yurt – s. 93-94).
Hitit kaynaklarında, çizimlerle desteklenen ve anlatılan bir öykü var. Dağlarda ‘bir boğa’nın (Taurus) boynuzlarıyla açtığı bir geçitten bahseden bir öykü… Toros Dağları, adını bu söylenceden alıyor olmalı.
Şimşek Kayası
Boğaz’ın efsanelerinde belirtilen öykü Şimşekkayası’nda betimlenmiştir.
Develi’nin sınırlarında olan Tomarza’ya bağlı, İmamkulu mevkiinde bir kaya çıkıntısı üzerine yontulmuş kabartmada, yarım daireye yakın, derince düzletilmiş yüzeyde betimlenen konuda yine, ”kral ve tanrılar dünyası” resmedilmiştir. Kabartmayı 1934 yılında Karamete bulmuş, bilimsel yayınını ise 1935’de Delaporte yapmıştır. Solda yerel bir kral, diz boyu giysisi ve ucu kıvrık ayakkabıları, sol elinde mızrak ve diğer elinde omzuna asılı yay ile gösterilmiştir. Başında ‘kalot’ biçimli başlık vardır.
Bu anıt da, Hitit döneminin Kizzuwatna’sına gidilen yolun üzerindeki anıtlardan biridir. Kral/prens betiminin önünde, başları öne eğik üç dağ tanrısının sırtlarına basan Fırtına/Hava Tanrısı, iki boğa koşulu (Hurri ve Serri) arabasına sol ayağını basar durumda gösterilmiştir. Tanrı sol eliyle dizginleri tutmaktadır ve sağ eliyle de topuzunu yukarı kaldırmıştır. Önündeki lejanttan tanrının “Göğün Fırtına Tanrısı” olduğu okunur. Üç dağ tanrısından sol taraftaki birbirine yakın olan ikisinin sırtlarına tanrı ve arabası basar. Bu iki dağ tanrısı ‘Namni’ ve ‘Hazzi’ dağlarını betimler. Sağ taraftaki üçüncü dağ tanrısının sırtına ise, arabayı çeken boğaların ön ayakları basar. Olasılıkla bu üç dağ tanrısı, bu yörenin dağlarını sembolize ediyordu. Bu kabartmada gözlenen Hurri ikonografisi ve etkileri de çarpıcıdır ve eser yine MÖ 13. yüzyıla tarihlenmiştir.
Prof. Dr. Ahmet Ünal’a göre; bu kabartmada, Eski Hitit Çağı’nda, I. Hattusili’nin Kuzey Suriye seferleri sırasında, boğaların çektiği savaş arabasıyla, Toros Dağları’nı Hitit ordularına açan Fırtına Tanrısı’nın mitolojik bir anımsanması söz konusudur.
Yukarıda anlatılan bir çift boğanın çektiği kralın arabası benzeri bir betimleme bir mühür üzerinde de betimlenmiştir.
Tarihte Fenike
Martin Bernal’e göre Fenike yayılmasının MÖ 1000 ile 850 yılları arasında zirvede olduğu güçlü bir olasılıktır. (Martin Bernal – Kara Athena, s. 148)
Şemsettin Günaltay’a göre de:
“Fenike MÖ VII. yüzyıla kadar Akdeniz’in ticaret merkezi olmuştu. Bu bağlamda giderek Herkül sütunlarına (Cebelitarık) kadar etkinlikleri artmış; İspanya kıyılarında, Sicilya’da, Tunus ve Cezayir’de sömürgeler kurmuşlardı. Böylece Akdeniz’de her türlü mal, sanat eserleri ve doğu tanrılarını taşıyan Sur ve Sidon gemilerine geniş bir dolaşım alanı açılmıştı.
Akdeniz servetlerinin yığıldığı Tir (Sur), Sidon’u geçmişti. Fenike, sanatta ve ticarette başat ülke oldu. Bunlara ek olarak, denizden sağlanan önemli bir öğe; istiridyeden elde edilen erguvan rengi boyanarak dokunan kumaşlar hükümdarların saraylarında yüksek fiyatlarla alıcı buluyordu. Bölgenin refahı ve zenginliği duyulmamış boyutlara ulaştı.
Bu dönemde Lübnan dağlarından deniz kıyılarına kadar büyük ormanlar olduğu; orman içi akarsuların suladığı vadilerdeki tarım alanlarında arpa buğday yanında zeytin, hurma ve asma yetiştiriliyordu.” (Ord. Prof. Şemsettin Günaltay – Yakın Doğu – Suriye Filistin, S. 178. – Türk Dil Kurumu (TDK) yayını. 1947, Ankara
Bu ortamda zeytinyağı ve şarap üretimi de zenginliğe katkı sağlamaktadır. Ve bu bahçelerde elbette tanrılara sunmak için çiçek de yetiştirilmektedir. Öyküdeki Europa’nın çiçeklerini hatırlayalım.
Kitabın bir sonraki bölümüne geçmek için bu satırı tıklayınız. ……………………………………..