Bir Türkiye haritasına bakıldığında DaÄŸlık Kilikya (TAÅžELi), DoÄŸu Akdeniz bölgesinde, Torosların Güneyinde yer kabuÄŸunun basit bir parçası; Erdemli’den Anamur’a doÄŸru uzanan, iki ucu dar, ortası geniÅŸ bir coÄŸrafi bölgedir. Kırılmalar, çatlamalar, çökmeler, üçüncü zamana ait genç, çok yüksek ve sarp sıra daÄŸların sonu gelmez zincirini, Torosları oluÅŸturmuÅŸtur. Kilikya’nın yüzeyini taÅŸtan bir iskelet gibi delik deÅŸik eden bu daÄŸlar, denize ve üzerinde güllerin, portakal aÄŸaçlarının binbir türlü sebzenin çiçek açtığı sıcak ovalara tepeden bakar. Zirvelerinde aylarca kar eksilmeyen sarp doruklar ya da çoÄŸu zaman doÄŸrudan suya inen dik yamaçlar oluÅŸturur. DaÄŸlık Kilikya baÅŸtanbaÅŸa birbirine çok benzeyen bu görünümlerle kaplıdır. Silifke, Aydıncık, Anamur kıyılarını bir bakışta ayırt edebileceÄŸini kim iddia edebilir? Oysa birbirine kilometrelerce uzaktadır bunlar.
Nedir bu DaÄŸlık Kilikya? Binbir ÅŸeyin hepsi birden. Bir peyzaj deÄŸil, sayısız peyzajlar. Bir daÄŸ deÄŸil, birbirini izleyen birçok daÄŸ. Bir uygarlık deÄŸil birbiri üzerine yığılmış bir çok uygarlık. DaÄŸlık Kilikya’da gezen, Kızkalesi’nde Roma dünyasını, Uzuncaburç’ta Helen dünyasını, Yumuktepe’de tarih öncesi, Mut’ta Türk dünyasını, Tarsus’da dinler mozaiÄŸini bulur. Yüzyılların derinliklerine iner. Bugün hala yaÅŸayan çok eski anıt ve adetlerin yanında, Mersin’de aşırı modern ÅŸeylerle karşılaşır: Aldatan bir durgunluk içindeki Anamur’un yanında, Erdemli kıyılarının yoÄŸun yerleÅŸimini, Aydıncık’ta Ulysses’in teknesinin bir eÅŸi olan Antik teknenin yanında deniz dibini tarayan balıkçı teknelerini görür. Bu hem kıyıların antik dünyasına dalmak, hem de her türlü kültür ve kazanç akımına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karşısında ÅŸaÅŸkınlığa düşmek demektir.
Bütün bunlar Kilikya’nın çok eski bir yol kavÅŸağı olmasındandır. Binyıllardan beri, her ÅŸey ona koÅŸmuÅŸ. insanlar, hayvanlar, fikirler, dinler, yaÅŸama sanatları. Hatta bitkiler bile.
EÄŸer Ä°.Ö. 5. yüzyılda yaÅŸamış olan tarihin babası Herodotes bugün bir turist kafilesine katılıp Kilikya’ya gelseydi ÅŸaÅŸkınlıktan ÅŸaÅŸkınlığa düşerdi. Koyu yeÅŸil yapraklı bodur aÄŸaçların altın renkli meyvelerini, portakalları, limonları, mandalinaları ömrünce gördüğünü hatırlayamazdı Elbette, çünkü bunları Araplar Uzak DoÄŸu’dan getirdiler. O acayip, tuhaf görünüşlü, saplarında çiçekler açan, kaktüs, Frenk inciri gibi yabancı adlar taşıyan dikenli bitkiler; onları da ömründe görmemiÅŸti. Elbette, çünkü bunlar Amerikalı’ydi. Yunanca okaliptüs adını taşıyan soluk yapraklı bu kocaman aÄŸaçlarla hiç karşılaÅŸmamıştı. Elbette, çünkü bunlar Avustralyalıydı. Serviler derseniz, Acem kökenli. Bunlar iÅŸin dekorla ilgili yanı.
Ya besinler, süpriz süpriz üstüne: Peru’dan gelen domates, Hint kökenli patlıcan, Guyanalı biber, Meksikalı mısır, Arapların hediyesi pirinç; fasulyeden, patatesten, Çin daÄŸlarından inip iran tabiyetine geçen ÅŸeftaliden hiç söz açmayalım. Oysa bütün bunlar DoÄŸu Akdeniz Bölgesi’nin malı olmuÅŸ. Bugün portakal aÄŸacından yoksun bir Mersin, Muz aÄŸaçları olmayan bir Anamur, Sedir aÄŸaçları, olmayan Toroslar, baharat satılmayan çarşıları ile bir Tarsus düşünebilir miyiz hiç.
Göz zevki ve çevre güzelliÄŸi, Akdeniz’in jeolojik yapısının ve ikliminin hainliklerini unutturur. Akdeniz’in, insanlara keyif sürsünler diye verilmiÅŸ bir cennet olmadığı kimsenin aklına gelmez. Bu yörede insanlar her ÅŸeyi kendileri yapmak zorunda kalmışlar, çoÄŸu zaman baÅŸka yerlere göre daha güç koÅŸullara katlanmışlardır. Karasaban zayıf ve yalınkat toprağı derinden süremez. YaÄŸmur biraz sürekli yaÄŸdı mı gevÅŸek toprak bayır aÅŸağı su gibi akar. DaÄŸlar geliÅŸ gidiÅŸe engel olur, bölgeyi haksızca iÅŸgal eder, ovaları, tarlaları sınırlar. Daracık bir ÅŸerit halinde kalmış ya da avuç içi kadar ufalmış tarlalardan sonra insanların ve hayvanların gidip geldikleri keçiyolları baÅŸlar.
Ovaya gelince,eğer uygun boyutlardaysa, o da, uzun zaman başı boş suların egemenliği altında kalmıştır. Onu yeniden ele geçirmek için bataklıkla savaşmak, acımasız kış mevsiminin kabarttığı nehirlere karşı korumak, sıtmadan arındırmak gerekmiştir. Ovaları tarıma kazandırmak, önce bataklık sularını yenmek demekti. Ama sonradan, sulama işleri için bu suyu temizlenmiş olarak geri getirmek de gerekmiştir.
Bu ağır, çok ağır yürüyen fetih, yüzyılımızda, daha dün tamamlandı. Bugün ise zor olan, eski günlerin o durgun bataklık manzaralarını yeniden bulmak. Silifke yakınlarında, insana şaşkınlık veren bir milli parkın göbeğinde denize bağlantılı bir gölcük vardır. Arkeolojik bir kalıntıymış gibi gözünüzü ondan ayıramazsınız. Vahşi hayvanlar, özellikle su kuşları için bulunmaz bir sığınaktır burası.
YaÅŸamının gerektirdiÄŸi uyum ve birikimi saÄŸlamak için ova, kalabalık ve disiplinli topluluklara kucak açmıştır, alçak bölgelerde yerleÅŸimin güç koÅŸullar altında uzun zaman alması ve gereçlenmenin yavaÅŸ yavaÅŸ geliÅŸmesi, ilk bakışta bir karşıtlık gibi görünen ÅŸu gerçeÄŸi açıklar: Kilikya insanının tarihi, çoÄŸu zaman tepelerde ve daÄŸlarda baÅŸlamıştır. Gerçi buralarda tarım güç koÅŸullar altında ve güvensiz yapılıyordu ama bu bölgeler sıtmanın öldürücü etkisinden ve ikide bir ortaya çıkan savaÅŸ tehlikelerinden uzaktı. Bu yüzden nice köy daÄŸa konmuÅŸ, nice küçük kent, yamaçları kayalıklarla kaynaÅŸmış hisarlar arasında kurulmuÅŸtur. Anamur kıyılarında, Gülnar tepelerinde, Mut’ta, Erdemli’de durum böyledir. Bu yüzden Kilikya’da toprak, daÄŸların tepesine kadar iÅŸlenmiÅŸtir dense yeridir. Ama vadiler ve ovalar her zaman baÅŸtan baÅŸa ekili deÄŸildir. O halde geçmiÅŸten kalma görüntülere, geleneksel yaÅŸamın el aletlerine, alışkanlıklarına, ÅŸivelerine, giysilerine, boÅŸ inançlarına daha çok tepelerde, yüksek bölgelerde rastlanır. Modern tekniklerin eski tarım yöntemlerinin yerini alamadığı bu bölgelerde çok eski yapılar varlıklarını sürdürür. GeçmiÅŸin en iyi korunduÄŸu yer daÄŸdır.
Kilikya’nın bütün yüksek yörelerinde (Anamur, Mut, Gülnar, Silifke) bugün müslüman inançlarıyla geçmiÅŸin adetlerini birleÅŸtiren nice ÅŸenlikler vardır. Bu eski çaÄŸlara özgü yaÅŸama, folklor kadar çevrenin kendisi de tanıklık eder. Hem de ne tanıklık! BaÅŸtanbaÅŸa insan eliyle gerçekleÅŸtirilmiÅŸ, kolaycacık bozuluveren bir çevre: sekiler halinde dikilmiÅŸ topraklar, durmadan yenilenmesi gereken dayanak duvarları, eÅŸek ya da katır sırtında taşınıp yerlerine oturtulan taÅŸlar ve sepetlerle taşınarak bunların arkalarına yığılan toprak. Bu dik yamaçlarda ne hayvan çalışır, ne de el arabası: Zeytin, üzüm, buÄŸday elle toplanır, ürünler insan sırtında taşınır.
Bütün bu nedenlerle bu eski çaÄŸların tarım alanları bugün artık yavaÅŸ yavaÅŸ terk edilmektedir, çünkü zahmeti çok, kazancı yetersizdir. Anamur’un muz bahçeleri ile ünlü yamaçları bile ağır ağır, birer birer önemini kaybediyor, sekilerin duvarları yıkılıyor, yüzyıllık zeytin aÄŸaçları birer birer kuruyor, artık buÄŸday ekilmiyor; yüzyıllar boyunca ekilip biçilmiÅŸ yamaçlar otlak oluyor, hayvancılık için kullanılıyor ya da terk ediliyor, toprak belki de ilk çaÄŸlara geri dönüyor.
Kaynakça :
BRAUDEL – AKDENÄ°Z
Prof. Dr. Levent ZOROĞLU (çeşitli yazıları)
Prof. Dr. Semavi EYiCE (Silifke ve Çevresinde incelemeler)
* Bu yazı “İçel Sanat Külübü” Aylık Bülteni “Mart 1996 – 45. Sayı” sından alınmıştır.