1960’larda Mersin ve Keriz Ahmet
Mehmet KAYADELEN
Mersin ilinin merkez ilçelerinde lise öğrencileri okul saatleri dışında neler yapabilir? Şimdiki kuşağın, müfredatın gerektirdiği ders çalışma, ödev vd ek olarak, hem üniversite sınavlarına hazırlık amacıyla dershane, yetmeyene özel ders, bol bol test çözme gereği gibi nedenlerle ders dışı zamanı azdır, hem de olanakları çoktur: Akıllı telefonlar ve bilgisayarlar, internet bağlantısı ile nerede ise mekân kısıtı olmaksızın sağlayabildikleri konuşma, yazışma, oyun, hemen her bilgiye anında erişebilme, YouTube, Facebook, Twitter, WhatsApp, Instagram, müzik, video vb platform ya da uygulamalarıyla adeta dipsiz kuyu. Yüzlerce tv-radyo kanalı, meraklısına Netflix vb. AVM’ler, sinemalarda gündüz seansları, kafeler, Atatürk Parkı, Marina, Luna Park, spor tesisleri vb. müzik, dans, spor, resim, fotoğraf, tiyatro vb etkinlikleri, gösterileri ya da kursları. Söyleşi, konferans vb. Sahilde yürüyüş, balık tutma, tekne ile gezme, denize nazır salıncakta sallanma, çekirdek çitleme ya da çay içme vb. Her konuda kitaplar, dergiler vb. evdeki odasında dilediğini yapabilme özgürlüğü…Dolayısıyla şimdiki kuşak, okul saatleri dışındaki zamanlarını değerlendirebilmek için hemen her amaca yönelik çok sayıda seçeneğe sahip denebilir.
Peki, 1960’lı yılların ortalarında Mersin’de lise öğrencisi olan ve sayılan bu olanaklardan hiç birine sahip olmayan kuşak, okul saatleri dışındaki zamanlarında neler yapabilirdi? Hemen belirtilmeli ki, o yıllarda ilin adı İçel’di ve “Mersin”, İçel ilinin merkez ilçesinin adıydı. Nüfusu yaklaşık 85-90 bin dolaylarında olan kentte, Tevfik Sırrı Gür Lisesi (TSGL), Ticaret Lisesi, Kız Meslek Lisesi, Erkek Sanat Okulu, Öğretmen Okulu ile yeni öğretime başlamış olan Akdeniz ve Toros Kolejlerinde, lise düzeyinde öğretim yapılıyordu ve her birinin öğrencileri farklı profil ve olanaklara sahipti. Ayrıca, diğerlerinde tam gün öğretim yapılırken, TSGL’de ikili öğretim vardı. Lise kısmı öğrencileri “sabahçı”, orta kısım öğrencileri “öğlenci”ydi. Dolayısıyla soruyu özelleştirip, “1960’lı yılların ortalarında TSGL lise kısmı öğrencileri okul saatleri dışındaki zamanlarında neler yapabilirdi?” biçiminde ifade etmek ve bu soruya cevap aramak daha doğru olabilir.
Okul için Erdemli’den, Alata’dan, Mersin’in köylerinden ve kasabalarından her gün gelip dönenler, pansiyonda kalanlar, babasının, abisinin ya da başka birinin işinde çalışmak zorunda olanlar, kız öğrenciler, evi uygun olup ders çalışmayı ya da başka bir etkinliği tercih edenler, gözü sokakta olmayanlar, arayış içinde ol(a)mazlardı. Ya diğerleri? Üniversite sınavlarına hazırlık için özel bir çaba harcanmadığı için günde en fazla iki saat ders çalışmaları yeterli olurdu. Bir başka ifadeyle boş zamanları bir hayli fazlaydı. Evleri40-50 metrekarenin altında olup hanehalkı büyüklükleri 5-6’nın üstünde olan yani evlerinde nerede ise ayakta duracak yer bulmakta zorlanan, ders çalışmak zorunda olmayan, komşu ya da akraba hanımları geleceği için evden çıkmak zorunda olan, sosyalleşme ihtiyacında olan ya da anne-baba baskısından kaçmak isteyen, kanları kıpır kıpır ergenlik dönemindeki erkek çocukları boş zamanlarını değerlendirmek için ne yazık ki fazla seçeneğe sahip değildi. Ya, sokaklarda yalnız ya da arkadaşları ile turlayacaklar, ya da, kahvehanelerde/kıraathanelerde tavla vb, boş arsalarda/sokaklarda sportif oyunlar oynayacaklardı. Pazar günleri de isteyen, -varsa- Mersin İdman Yurdu (MİY) maçlarına gidebilirdi. Başka? Bütçe kısıtı olanlar için başkası, yok gibi bir şeydi. Bütçe kısıtı olanların oranı da hayli yüksekti. Zira o yıllarda dolar cinsinden Türkiye’de kişi başına gelir, 2020’dekinin yaklaşık yüzde 30’u kadardı.
*****
Yenimahalle Beşyol’daki Şişman Bakkalın küçük oğlu, Tevfik Sırrı Gür Lisesi V Fen-B sınıfı öğrencisi Ahmet de, 50 metrekareyi bulmayan iki göz odalı evlerinde, gündüz rahat ders çalışma olanağı bir yana, bir kenara sinip kalma olanağını bile ender bulabilen, sosyalleşme ihtiyacı ağır basanlardandı. 1965-66 öğretim yılında aynı sınıfı ikinci kez okumakta olduğu için çok ders çalışmasına da gerek yoktu. Yeni sınıfından gözüne kestirdiği bazı arkadaşlarının evlerinin kapısına dayanıp, ağızlarından girip burunlarından çıkıp birlikte dolaşmaya ikna etmeyi denedi. Bir kez ikna edebildiklerinin peşini bırakmadı. Zamanla, günler çok kısa ya da hava soğuk değilse, yağmur yağmıyorsa ya da bir sınav öncesi değilse öğleden sonraları yürüyerek önce Mesudiye Mahallesi’ne, sonra Mahmudiye Mahallesi’ne gelip, Adem Nasip, Altan, Kâzım, Mustafa, İrfan, Kaya ve Mehmet’ten ikna edebildiklerini toplamayı alışkanlık edindi. Gruba Faruk, Ümit, Mahmut, Ceyhan, sınıf mümessili Ahmet, Ercan, Şefik ya da başka birileri de bir yerlerde katılır olmuştu. Sonuçta, kendi hallerine bırakıldıklarında bir araya gelemeyecek kişiler, birlikte vakit geçirebilir olmuş, hatta bazıları uzun yıllar sürecek dostluklarını başlatabilmişti, Ahmet’in yapışkanlığı sayesinde.
Adem Nasip “Ulan keriz!” ile başlayan bir cümleyi ilk kez kurduktan sonra “keriz” sıfatı bir ön ad gibi yapışmıştı Ahmet’e. Ahmet de hak ederdi bu sıfatı. Kentle yeterince bütünleşememiş bir ailenin mensubu olmasının etkileri az da olsa belli olurdu. Hem “kolaylıkla aldatılabilen” hem de “art niyetsiz” anlamında saftı. Ama sonraki yıllarda ciddi satranç turnuvalarında dereceler yapacak kadar da zekiydi. Çocuksu bir hali vardı. Güleç yüzlüydü. Sempatikti. Konuşmayı, espri yapmayı severdi. Yaptığı esprilere en çok da kendisi gülerdi. “Keriz” olarak hitap edildiğinde hiç kızmadı. Hatta yıllar sonra yeniden karşılaştığı kişilere kendisini “Keriz Ahmet” olarak hatırlatabilecek kadar da benimsemişti bu sıfatı.
*****
Atatürk Caddesi’nin Çamlıbel’deki Âşıklar Parkı’na kadar olan kısmı, sinemalarıyla, mağazalarıyla, villalarıyla, peyzajıyla, Atatürk Heykeli’yle hâlâ kentin en prestijli, yalnız ya da grup halinde dolaşmak için en çok tercih edilen caddesiydi. “Piyasa” işlevi de görürdü. Gelinlik kızların boy gösterdiği bir parkurdu. Denize nazır olarak yapılan, deniz doldurulunca cazibelerini yitiren Güney kesimindeki villaların bir kısmı sürekli kullanılmaz hale gelmiş ancak henüz yıkılmamış; çok katlı binalar henüz yapılmamıştı. Âşıklar Parkının ötesi yürüyüş için cazip değildi. Parkla Mersin Çayı arasında birkaç ev ile Kışla’nın içindekilerden başka bina yoktu. Şimdiki Çamlıbel Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinin bulunduğu alanda çok sayıda bakımsız narenciye ağacı ve bu ağaçlar arasında tahminen 50 m x 40 m boyutlarında, futbol oynanabilen bir boşluk vardı. Mersin Çayı’nın batısında ise yapılaşma yeni başlamıştı. Sahile yakın kesimlerinde çoğunlukla kumluk araziler, diğer kesimlerinde tarlalar ya da bahçeler hakimdi.
Ahmet ve arkadaşları da “turlamak” için Atatürk Caddesi’ni tercih ederdi. Bu caddeye Soğuksu Caddesi üzerinden çıkarlardı. Menzil, haliyle, Âşıklar Parkı olurdu. Sallana sallana yürüyüşlerine; varsa o günkü derslerdeki ilginç olaylar, öğretmenlerini çekiştirme, fıkralar, espriler, şakalaşmalar eşlik ederdi. Kimi zaman, yalnızca uzun boyluların katılabildiği, Atatürk Heykeli karşısındaki ve Vali Konağı civarındaki kaldırımlarda bulunan, tasarımı eski valilerden Tevfik Sırrı Gür tarafından bizzat yapıldığı söylenen betonarme gölgeliklerden sarkan korukları ya da yaprakları koparmayı ya da bir bankanın adı yazılı kırmızı renkli metal tabelalara dokunmayı amaçlayan zıplama yarışları da yaparlardı. Normal yürüyüş ile tek yönü 12-13 dakikada alınabilen mesafenin gidiş-dönüşü, Âşıklar Parkındaki oyalanma ile kimi zaman iki saati aşabilirdi. Yürüyüş sırasında öğretmenleriyle de karşılaşmaları mümkündü. Cebir-geometri-astronomi derslerine giren Nedim Cengiz gibi sevilen-sayılan ve de çekinilen öğretmenler uzaktan göründüğünde, suçüstü yakalanmışçasına mahcup olurlar, kendilerine çekidüzen veririler; ilk derste yazılı ya da sözlü sınav ile cezalandırılma korkusuna kapılırlardı. Kimi zaman korktukları başlarına da gelirdi. Evlere dönüş yine Soğuksu Caddesi’nden olurdu. O saatlerde genellikle, Embiryon, Seyit ve Kamil hocalar, Soğuksu Caddesi’nde, şimdiki 4701 nolu sokak ile kesiştiği köşedeki Ali Özen’in alkollü içki de satılan küçük dükkânının içinde ya da önündeki kaldırımda, kırmızı şarap eşliğinde ayakta muhabbeti koyulaştırmış olurlardı. Ahmet, çok konuşanların, espri yapanların ve esprilere çanak tutanların başında olurdu. Bazı esprilere içten kahkahalarla güler, bazılarına güler gibi yapardı. Meğer anlayamadığı “ince” esprilere güler gibi yaparmış. O esprilerin bazılarını akşamları evde yemek yerken ya da başka bir şeyle meşgulken anladığı olur ve o zaman kahkahalar atarmış, aile bireylerinin şaşkın bakışları altında.
*****
Avcılar Kıraathanesi, öğrencilerin tercih ettiği mütevazı bir mekândı. Önceleri İstiklal Caddesi’ne açılan şimdilerdeki 4726 nolu çıkmaz sokaktaydı. Sonra İsmet İnönü Bulvarı’na cepheli, Postane yakınlarındaki bir yere taşındı. Güzel havalarda masalar kaldırımlara konurdu. Müşterilerinin çoğunluğu öğrenci olmakla birlikte, daha yaşlılar da, aktif ya da eski avcılar da gelirdi. Avcılar, bir ya da iki masa etrafında oturup hararetle anlattıkları av maceralarından belli olurdu. Öğrenciler alçak masa ve taburelerde, kumar niteliğinde olmayan düz, esir, gülbahar, otuz bir gibi tavla oyunları ile klasik domino ya da aznif gibi oyunlar oynarlardı. Tavlayı, “üniversite” tabir edilen takım oyunu olarak oynayanlar da olurdu. Çok seyrek olarak, tavla pulları ile dama da oynanırdı. Ahmet tüm bu oyunların en hızlı ve en iddialı oyunculardandı. Hem elleri, hem çenesi hızlı çalışırdı oynarken. Özellikle Yeşua ya da Şefik ile tavla oynarken, eller mekik dokur gibi hızla gidip gelir; esprili, iddialı, rakibi kızdırmaya yönelik karşılıklı laflar ve gaflar havada uçuşurdu. Bu tür maçlar oynanırken, arkadaşları kendi oyunlarını bırakır, eğlenceyi izlerdi.
*****
Lise binasının 4716 nolu sokağa paralel ilk koridoruna bir masa tenisi masası konmuştu bir ara. Öğretmenlerden pek rağbet eden olmadığına göre, öğleden sonra öğrencilerin oynamalarına izin verirler miydi acaba? Kimden izin almak gerekirdi? Denemeye değerdi. Yasaksa nasılsa birileri söylerdi. Ucuz raketler ve toplar satın alındı. İlk denemelerden sonra, yasak olduğundan söz eden olmayınca Ahmet ve arkadaşları fırsat buldukça gelip oynar oldu. Zamanla, bazı öğretmenler de öğrencilerle maç yapmaya başladı. Bu maçlarda hiçbir öğrenci saygı sınırlarını aşmaya, yakınlaşmayı istismar etmeye yeltenmedi. Baş Muavin Ahmet Adanç, İngilizce öğretmeni Yahya Ezici, beden eğitimi öğretmeni İbrahim Taş, öğrencilerle sıkça maç yapan öğretmenlerdendi. Öğrencilerin, diğerleri bir yana, yıllar boyu koridorda gördüklerinde korkup, kendilerine çekidüzen verdikleri, disiplini ile ünlü iyi bir edebiyat öğretmeni olan Ahmet Adanç ile heyecanlanmadan maç yapmaları hiç kolay değildi. Ahmet Adanç, çok iyi bir masa tenisi oyuncusuydu. Oynarken de ciddiyetinden zerre kadar taviz vermezdi. Ahmet bu oyunu çok sevdi. Kendini masanın bir ucundan diğerine atarak, oflayıp puflayarak oynardı.
*****
Mersin İdman Yurdunun tarihinde 1966-67 futbol sezonunun çok önemli bir yeri var. Adı Çukurova İdman Yurdu iken Mersin İdman Yurdu olmuştu. Şimdilerdeki karşılığı Birinci Lig olan İkinci Lig’deki üçüncü sezonunda şampiyon olma hedefi ile Yönetim Kuruluna; Nevzat Emrealp, Mehmet Karamehmet, Halit Gazioğlu, Mahir Turhan, Mustafa Sözmen, Faruk Miskavi, Ünal Şıhman, Erol Tarhan, Sungur Baydur, Sezai Sak, Dr. Aydın Özlü gibi çoğu zengin dönemin önemli isimleri seçilmişti. Galatasaray’ın yaşlanmış yıldızı Kadri Aytaç’ın transfer edilip takım kaptanlığına getirilmesi de büyük sükse yapmıştı. Kadrosunda zaten, sonradan Fenerbahçe’ye transfer olup Birinci Ligde gol kralı ve millî olan Osman Arpacıoğlu gibi, Ayhan Öz gibi iyi oyuncular da vardı. Sezon başında Fahrettin Cansever teknik direktördü. İkinci yarıda Türk futbolunun ordinaryüsü lakaplı büyük oyuncu Lefter Küçükandonyadis çalıştırdı takımı. Kulüpte oluşturulan bu iddialı yapı, kısa zamanda bütün kente yansıdı. Binalar ve yollar, destek mesajları içeren kırmızı lacivert bayraklarla donatıldı. Nitekim o sezon İkinci Lig’de şampiyon olup şimdilerdeki karşılığı Süper Lig olan Birinci Lig’e ilk kez çıktı. Maçlarında, Millet Bahçesi yapılmak üzere 2018 yılında yıkılan Tevfik Sırrı Gür Stadyumu’nun düşük kapasiteli tribünleri tümüyle dolardı. Özellikle sezon sonuna doğru şampiyonluk havasına girdikten sonraki maçları için sabah saat 10’dan önce stada girenler oturacak yer bulabilirdi. Ahmet futboldan hiç anlamazdı ama eğlenceden geri kalmamak için arkadaşlarına takılırdı. Kuzeydeki kale arkası tribünlerde, maç saati beklenirken de, maç oynanırken de, sürekli konuşur, futbola ve pek çok konuya dair çok değerli ve isabetli(!) yorumlarını ve komik esprilerini esirgemezdi.
MİY maçlarını izlemek, Orhan Uğuroğlu hocanın sosyoloji derslerini daha da ilginç hale getirirdi. Orhan Uğuroğlu, sosyoloji derslerini güncel olaylar üzerinden işleyebilen sevilen bir öğretmendi. Gençliğinde futbol oynamış, öğretmenliğinde okul futbol takımını çalıştırmıştı. MİY maçlarının ertesindeki sosyoloji derslerinde “Maça gidenler el kaldırsın” der ve el kaldıranlardan, o maçta gördükleri ilginç olayları sosyolojik açıdan irdelemelerini ve sınıfın da bu irdelemeleri tartışmasını isterdi. Maçlarda susmayan Ahmet, haddini bilir, sınıftaki bu tartışmalarda ağzını açmazdı. Orhan hoca, asıl branşı olan coğrafya derslerinde de konuları sürekli ufuk açan örneklerle işlerdi. Yazılı ya da sözlü sınav gününü öğretmenlerin çoğu bildirmezken, Orhan Uğuroğlu kendi üslubunca ima ederdi. Sınav öncesindeki son dersten çıkarken bir şey hatırlamışçasına kapıda durur, başını hafifçe yana, öğrenci sıralarına doğru çevirerek, “On sekize girdik, haberiniz olsun!” der ve yoluna devam ederdi. Bu, bir dahaki derste yazılı sınav var, anlamına gelirdi. Her öğretim yılının ilk dersinde, “Sınavlarımda kopya çekmek serbest, yakalananlarla Eylülde görüşürüz!” derdi. Yazılı sınavlarda en öndeki sıralardan birinin üstüne çıkar; kafasını ve gözlerini sürekli hareket ettirerek tüm sınıfı gözler; kopya çekmeye yelteneni yine kendi üslubunca uyarırdı: Kafasını ters yöne çevirir, kolunu kopyaya yeltenen öğrenciye doğru uzatarak parmak şıklatırdı.
*****
Lise müdür yardımcılarından beden eğitimi öğretmeni İbrahim Taş, bir dersin başlangıcında ilgili öğretmenden izin alarak bir elinde kâğıt diğer elinde kalemle dersliğe girdi; “Kim Yeşilay Kolu Başkanı olmak ister?”, diye sordu. Ahmet, Yeşilay’ın amaçları ile hiç bir ilgisi olmamasına karşın, hemen el kaldırdı. Başka aday çıkmayınca, Ahmet okulun Yeşilay Kolu Başkanı oldu. Birkaç hafta sonra, İbrahim Taş yine bir dersin başlangıcında bir elinde kâğıtla sınıfa girdi; Kol Başkanları arasından, onların oylarıyla, TSG Lisesi Öğrenci Başkanının seçileceği bilgisini Ahmet’e verdi. Öğleden sonraki buluşmalarında, bir arkadaşının espri niyetine ifade ettiği Ahmet’in Öğrenci Başkanı olması gerektiği görüşü, yaklaşık bir saatlik gevezelik sonrasında ciddiye alınması gereken bir olasılığa dönüştü. Ahmet de önceleri, “Dalga geçmeyin!”, “Yok artık, daha neler!” sözleriyle itirazlar ederken, konuşmalar sonunda, “Olabilir mi dersiniz?”, noktasına geldi. Kaya’nın Kol Başkanları arasındaki etkili propaganda çalışması sonuç verdi; Keriz Ahmet, 1966-1967 öğretim yılında Mersin TSG Lisesi Öğrenci Başkanı seçildi. Kol Başkanlarının ve Öğrenci Başkanının hiç bir işlevi yokmuş, önemli değildi. Ahmet 5-6 ay sevindi ve şaka ile karışık da olsa arkadaşları arasında ve özellikle mahallesinde hava attı ya, ona yetti.
*****
Ahmet, ablasının yüzük takma töreni yapılacağında, İrfan’dan fotoğraf makinesini ödünç istedi. Kız ve oğlan taraflarında fotoğraf makinesi olan, fotoğraf çekebilecek kimse yokmuş. Aile çevresine hava da atmış olurmuş. İrfan, “olur” dedi, ancak flaşının olmadığını, akşam oda içinde fotoğrafların net çıkamayacağını da ekledi. Ahmet yine de denemek istedi. Yeni bir siyah-beyaz negatif film alındı, İrfan’ın analog makinesine takıldı, nasıl fotoğraf çekileceği Ahmet’e anlatıldı. Ertesi gün, liseyi bitirmesine haftalar kalmış olan Ahmet, olanları anlattı. Tavandan asılı 60 Watt ampulü 200 Watt olan ile değiştirmiş, her birkaç pozdan sonra makineyi açıp nasıl çıktıklarına bakmış, filmdeki kararmış görüntülerden hiç bir şey anlayamamış, ama yine de bütün gece fotoğraf çekmeye devam etmiş. Filmlerin “yanmış” olduğunu, pozları kurtarma şansının olamayacağını öğrenince, ablası için çok önemli anları geleceğe aktaramamış olmaktan çok, ailesi nezdinde küçük düşecek olmasına üzüldü; bu riski düşünüp uyarmadığı için de İrfan’a söylendi.
*****
Lise son sınıf öğrencileri, öğretim yılı sonlarında, bütün derslerden lise bitirme sınavlarına tabi tutulurdu.1966-67 öğretim yılı bu uygulamanın yapıldığı son yıl oldu. Bir sonraki öğretim yılında, bitirme sınavları altı dersten yapılmaya başladı. Yıl içindeki başarı düzeyi ne olursa olsun, bu sınavlardan geçer not alamayan liseden mezun olamazdı. Bu sınavlara hazırlık ya da işlenemeyen dersleri telafi etmek amacıyla bazı öğretmenler öğleden sonraları ek dersler yapardı. Ek ders yapanlardan biri de İngilizce öğretmeni Yahya Ezici’ydi. Yahya Ezici, işini iyi yapmaya özen gösteren öğretmenlerdendi. Bir ek derste, sıcak havanın da etkisi ile olsa gerek, öğrencilerde konsantrasyonun düştüğünü fark edince birden durdu ve “Ahmet, bir türkü söyle de havayı dağıtalım!” dedi. Ahmet, arkadaşları ile birlikte iken bazı türkülere eşlik ederdi ama o dersteki 25 kişiden solosu zevkle dinlenebileceklerden biri değildi. Yahya Hoca olasılıkla bunu biliyordu ve türkü meraklısı da değildi. Peki neden Ahmet ve neden türkü? Neyse… Ahmet sanki böylesi bir talebi bekliyormuşçasına, ya da düğmesine basılmışçasına, hiç nazlanmadan, öğretmenin sözü biter bitmez, ağzı kulaklarında, el çırparak söylemeye başladı: “Aya bak nice gideeer, ay dolanır gece gideeer…” Ahmet türküsünü bitirdiğinde, sınıftaki ağır hava gerçekten dağılmıştı.
TSG Lisesinde işlenmesi zorunlu müfredatın işlenmiş, sınavların tamamlanmış, karne notlarının yönetime teslim edilmiş olduğu, öğretmenin dersliğe girmesinin anlamlı olmadığı öğretim yılının son günlerinde de ders saatlerinde şarkı/türkü söylendiği olurdu. Böylesi eğlencelerden, tanık olan klasik Türk müziği meraklılarının asla unutamayacaklarından biri de, junior üstatlardan oluşan trionun verdiği müzik ziyafetiydi. 1964-65 öğretim yılının son günlerinden biri, olasılıkla son günü olmalıydı. Metin Everes, Vahap Kokulu ve Ümit Somer, Lisenin büyük bahçesine bakan dersliklerinin birinde, Metin Everes’in bir öğrenci sırasına vurarak tuttuğu ritm eşliğinde, klasik Türk müziğinden bazı eserleri birlikte seslendirmişlerdi. Bilmeyenler olabilir düşüncesiyle, bu üstatların sonraki yıllardaki müzik yaşamları hakkında kısa bilgiler vermekte yarar olabilir. Metin Everes, TRT Ankara Radyosuna 1966 yılında girip 2008 yılında buradan emekli olan, 2010 yılında kaybettiğimiz Türk sanat müziği ses sanatçısı, bestekâr, hoca ve koro şefidir. Vahap Kokulu, solist, korist, koro şefi, yazar, sunucu ve sanat derneklerinde yönetici olarak Mersin kültür ve sanat yaşamına yıllardır değerler katmaktadır. 2022 baharında kaybettiğimiz Ümit Somer de, Mersin’de ney üstadı olarak ünlenmiş ve koro şefliği yapmış olan değerli bir müzik insanıydı.
*****
Ahmet, lise bitirme sınavları sonrasında iki dersten bütünlemeye kaldı. Kimi zaman Halkevi kompleksi içindeki kütüphanede sessiz ortamda, kimi zaman da İstasyon Çay Bahçesinde, Şükran Ay’ın sesinden dönemin hit şarkısı olan “Kahverengi gözlerin” şarkısını 20 dakikada bir dinleyerek bir arkadaşı ile birlikte ders çalışıp liseden mezun oldu. Üniversite giriş sınavlarında aldığı puanla İstanbul Üniversitesi (İÜ) Tıp Fakültesinde okumaya hak kazandı.
İÜ Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi iken ilk evliliğini yaptı. Yurttan ayrılıp ev kiralamak zorunda kaldı. Babasından daha fazla para isteyemezdi. Bir işte çalışıp para kazanması gerekti. Ama öğrenciliğini sürdürürken yapabileceği uygun bir iş bulamıyordu. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’in bir yardımının olabileceğini öğrendi. Nereden bulmuşsa, cüzdanında Ecevit’in ev adresiyle Ankara’ya geldi. Kaya’nın kılavuzluğunda Bahçelievler semtindeki adres bulundu. Ev, üç katlı mütevazı bir apartmanın yol seviyesinden aşağıdaki bir bahçe katıydı. Ahmet şaşırdı. 10 yıl kadar milletvekilliği, 4 yıl kadar bakanlık yapmış koskocaman CHP Genel Sekreteri gerçekten bu hayli mütevazı evde mi oturuyordu? Elindeki adrese ve apartman numarasına bir daha baktı. Aynıydı. İkna olmadı. Gitti, sokak numarasını da kontrol etti. İkna oldu. Kapı zilini heyecanla çaldı. Kapıyı açan Rahşan Hanım’a derdini anlattı. Rahşan Hanım içeri buyur etti. İnanılması zor ama Ahmet içerde bir buçuk saatten fazla kaldı. Rahşan Hanım çay ikram etmiş, Bülent Bey ile evlenmeleri sürecinde ailelerin olumsuz tutumlarından söz etmiş. İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra Ahmet, Fatih Halkevi’nde öğretmenlik yapmaya başladı. Bir süre sonra da öğrencilerinden biri ile ikinci evliliğini yaptı.14 yıl süren meşakkatli bir öğrencilik sonunda tıp fakültesini bitirdi.
Ahmet’in “kerizliğinin” kendisinden başka kimseye bir zararı olmadı. Tersine, hemen her koşulda çevresine neşe saçtı. Ama aralarında profesör ünvanlı birinin de olduğu bazı meslektaşlarının kerizliği değilse de malpraktisi, Ahmet’in genç yaşta hayattan kopmasına neden oldu. Yıllara yayılan bu hayli trajik öykü de şöyle: Ahmet tıp fakültesi öğrenciliği sırasında, bir sağlık sorunu için bazı hocalarına göründü. Birisi epilepsi teşhisi koydu ve ona yönelik ilaç tedavisi önerdi. Ahmet bu tedaviyi sürdürürken, hastalığı ile ilgili erişebildiği yayınları da okudu. En önemli kaynağı, epilepsi teşhisi koyup tedavisini öneren hocasının yazdığı kitaptı. Bir süre sonra Ahmet teşhisten kuşkulanmaya başladı. Kitapta yazılanlarla kendindeki belirtiler tam örtüşmüyordu. Bir gün cesaretini topladı, bunu hocasına söyledi ve ummadığı bir cevap aldı: “Ulan oğlum, benim yazdığım kitabı okuyup bana bilgiçlik mi taslıyorsun!” Yıllar birbirini kovalıyor, hastalığı ilerliyor, farklı bir teşhis koyan olmadığı için aynı tedaviyi uyguluyordu. Sonunda, bilgisayarlı tomografi cihazı ile görüntüleme olanağı sayesinde doğru teşhis konabildiğinde, artık çok geç kalınmıştı. Beynindeki ur 10 cm kadar uzunlukta olmuştu. Ameliyatla alınsa bile fazla yaşama şansı olmayacağı gerekçesi ile hiçbir hekim ameliyat yapmaya yanaşmadı. İsviçre’de, dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in kliniğinde ameliyat olursa, yaşayabileceğini söyleyen oldu. O şansı denemek istedi. Maliyetinin Emekli Sandığınca karşılanabilmesi için Sağlık Bakanlığınca “Yurt dışında ameliyat olmalı” kararının alınması gerekiyordu. Bu kararı, boşanmış olduğu ikinci eşinin ısrarlı çabası ile çok zor da olsa aldırabildi. Bu arada üçüncü evliliğini yapmıştı. İsviçre’de ameliyat oldu ama altı ay kadar yaşayabileceği de söylendi. Nitekim ameliyattan altı ay kadar sonra, tadını çıkaramadığı hayata, kırk yaşının arifesinde, Tarsus’un bir köyündeki sağlık ocağında hekimlik yaparken veda etti. O hocasına atfen, fıkrada Temel’in vasiyetini andırırcasına, mezar taşına “Epilepsi değil, dedim, dedim, dedim; inanmadınız. Ne oldu! Dr. Keriz Ahmet (1949-1988)” kitabesinin yazılmasını isteseydi, haklı olmaz mıydı?
(İlk yayımlanma: Mart 2021; gözden geçirme: Eylül 2022.)