Kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, yellerin efil efil estiği bir yaz günüydü. Böyle bir mevsimde çağıl çağıl akışı, göz alabildiğine yeşilliği, kayalıkları, uçurumlarıyla çocukların karasevdasıydı Kızılgeçit. Sanırsın ki durmaksızın elederek çağırırdı onları. Örenköy’ün çocukları için bu çağrıya kayıtsız kalmak düşünülemezdi.
Örenköy’ün altı yedi yaşlarında, beş altı afacanı, kaş, göz, sözle anlaşrak yola koyuldular, Felekten bir gün çalacaklardı.Derenin güzelliklerini doya doya yaşayacaklardı. Sevinçten uçuyorlardı. Atlaya zıplaya yolu ele aldılar. Bir solukta ulaştılar. Derenin iki yakası vardır. İkisi de birbirinden çekici. Beriki kıyıyı bir aşağı bir yukarı koşarak gönüllerini doyurmak istediler; ama gönül bu, deli demişler adına. Sahibi çocuklar da olunca delilik katlanır. “Bir de karşıya geçelim.” Dedi içlerinden biri. Bir başkası da “Karşı yaka küser sonra bize.” Diye pekiştirdi bu isteği.
Karşı yakaya nasıl geçilecekti asıl sorun da bu. “Silifke yöresinin en hızlı akan deresi Kızılgeçita’tir” dense yanlış sayılmazdı. Debisi öylesine yüksektir. Taşları kütükleri yuvarlar; ağaçları devirir. İki bölümden oluşur bu dere: Aşağı Dere, Yukarı dere. Aşağıda taş köprü vardır. Yukarıda ise yok. Abbas Mahmut’un değirmeninin önünde karşıdan karşıya uzatılmış bir tahta var. Geçişler bu tahta üstünden yapılmaktadır. Tahtanın genişliği yirmi santim ya var ya yok.
Çocuklar askeri bir disiplinle geçmeye başladılar. Hacahmat Karısı’nın (Hacı Ahmet Karısı) oğlu Drurasan (Durhasan) da ekipteydi. Köylü anasını bu adla çağırırdı. Kocasının adı Hacı Ahmet’ti. Durhasan ailenin biricik oğluydu. Altı yaşında sevilebilecek tüm özellikleri taşıyordu. İşte bu Durhasan tahta köprüden geçerken , toprağa götürdüğü bir sırla, dereye düşüverdi. O yaşta ,yüzme bilmeyen, bir çocuğun Kızılgeçit Deresinden kurtulması düşünülemezdi. Durhasan’ı ,oyun arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında, coşkun su alıp götürdü.
Acı haber kuşlarla, yellerle, sellerle, bulutlarla anacığına ulaştı. Bağrı yanık ana uçar gibi indi felâket bölgesine. Çok geçmeden dört köyün halkı da toplandı aynı yerde. Dere boyu mahşere döndü. Köyün dalgıçları soyunup daldılar suya. Köşe bucak Durhasan’ın cansız bedeni aranıyordu. Gözler gezip dolaşıp İnni Göbet’te duraklıyordu. Derken tüm dalgıçlar inin içinde dolaşmaya başladı. Çok geçmeden Kalle Hasan daldığı gibi aldı çıktı Durhasan’ın ölüsünü. Çocuğun cansız bedeni derenin kenarına boylu boyunca uzatıldı. Ananın çığlıkları da dağı taşı inletmeye başladı. Mitolojik kayaların yüzünde saatlerce yanklandı bu ağıtlar. Çoğunu sel aldı götürdü; yel aldı götürdü. Elimizde bulunanlar taş ve ağaç kovuklarına, suların oyduğu çukurlara saklananlardır. İşte o yok olmanın elinden kurtulabilenler:
Gök dereler coştuğunda
Dalga boydan aştığında
Duasanım düştüğünde
Nirdeyidin kuucuğum.
Kırıl a bellerim kırıl
Yarıl a yargınım yarıl
Şu çırpınan ana senin
Kalk da bir boynuna sarıl
İnni göbet inni göbet
İnilersin nöbet nöbet
Kolum kanadım kırıldı
Medet ya Allahım medet
Vay gök dere vay gök dere
Bağırmamı duy gök dere
Coşup taşıp çağla gayri
Yavru’ aldın doy gök dere
İnni göbet akıntısı
Kenerinin yıkıntısı
Kulağımı çalıp durur
Ediğinin tıkırtısı
NOT:Bölgesel ağız bozulmamaya çalışılmıştır.