BÖLÜM XVII
GÖZNE
MERSİN’DE ATEŞLİ SALGIN HASTALIKLAR
Life In Asiatic Turkey: A Journal Of Travel In Cilicia (Pedias And Trachoea), Isauria, And Parts Of Lycaonia And Cappadocia E. Stanford, London 1879
21 Haziran – Ufukta yükselen güneşin sıcaklığı gitgide artıyordu, sığınacak herhangi bir yer olmadığından vücudumuzda güneşin sıcaklığını tam olarak hissedebiliyorduk. Geçen gece tehlikeli bir durumda olan hastaya birkaç ilaç verdikten sonra, kahvaltıya geçtik. Bu vadide nem oranı çok yüksektir, havası ağırdır ve insanı mahfeder, aşırı sıcak bir ateş kapanı gibidir. Yüksek dağ sıralarının eteklerindeki vadilerde sık rastlanan bir durumdur. İzlediğimiz yol, dalgalı tepeler üzerinde yer yer orman öbeklerinin olduğu zengin bitki örtüsüyle kaplıydı ve vadiler arasındaki nehirlere paraleldi. Kuzeydeki ve güneydeki yüksek dağ zincirleri vadiyi örtüyordu. Yaklaşık bir saat içerisinde daha önce hiç keşfedilmemiş ormana doğru ilerledik. Bu vadinin içi tamamen ardıç ağaçlarıyla kaplıydı, bu ardıç ağaçları gerçekten çok güzeldir. Uzak bir mesafede oldukları için “Tahtacılar” burada kesim yapmazlar, burada biten ağaçlar birbirine çok yakın ve sıktır ve yukarı doğru gövdeleri git gide incelmektedir, genelde alt tarafı kalın ve aniden incelen tıknaz ardıç ağaçlarına benzemezler. Burada büyük gemilerin ana direklerine mükemmel bir malzeme olacak kesimler yapılabilir. Yirmi veya yirmi beş metre (yetmiş veya seksen feet) sivri bir ok gibi yukarı doğru fırlayan yüzlerce ağacın bir arada olduğunu gördüm. Daha yüksek tepeler eşit kalitede yetişen çam ve “katran” ağaçları ile kaplıydı. Bu noktadan batıya doğru tüm Karaman bölgesi sahili ormanlarla kaplıydı, bazıları bunun İzmir’e kadar yol boyunca devam ettiğini söylüyordu.
Orman 449
Bu ormanların en heybetli ve muhteşem olanları Silifke (Seleucia) ile Anamur(Anemurium) arasındaki bölgede bulunmaktadır. Buradaki ağaçlar yüzyıllardan beri büyümüş, geliştikçe gelişmiştir; bu görkemli ormanlarda tahtacıların balta sesleri sadece yakın bir tarihten itibaren duyulmaya başlamıştır. Yine de bu Karaman bölgesinin güney ormanlarının pek çoğu halen el değmemiş bakir bir durumdadır. Bir müddet sonra ardıç ormanlarının arasından çıktık, bazı düzlükler ve çiftlikler arasından geçtikten sonra bir nehre doğru yaklaşmaya başladık; nehrin kenarları muhteşem çınar ağaçlarıyla çevriliydi. Biraz geride yetişmiş ceviz ve meşe ağaçları vardı. Arkada uzanan dağlar çam ve katran ağaçları ile örtülüydü, nehrin kendisi kıvrılan bir alabalığa benziyordu, harika bir açıklık mesafesi ile doğal bir bitki örtüsüne hâkim araziler belli aralıklarla sıralanıyor, neredeyse hiç kimsenin yaşamadığı bir yermiş gibi görünüyordu, sadece Efrenk’ten aşağıya doğru birkaç yörük ailesini görebildik. Bir saat on beş dakika kadar akarsuyu takip ettikten sonra dağ tarafından sola doğru döndük. Çok dik bir tırmanıştan sonra zirveye ulaştık; burada küçük bir köy obası karşımıza çıktı, henüz haritada rotamızı ve bulunduğumuz yeri keşfedememiştik, nerede olduğumuzu da tam olarak bilemiyorduk, dinlenmek ve atlarımızı otlatmak için mola verdiğimizde yaşlı köylülerden birisi yanımıza yaklaştı. Ona yolu sorduğumuzda kuzeye doğru tahmin ettiğimden çok daha uzağa geldiğimizi anladım. Bize Değirmen Deresi, Gözne ve Namrun yolunu tarif etti ve daha sonra bana dönerek, “Efendim, sizi daha önce Mersin’de hiç görmedim, acaba buraya vergi tahsilatı için mi geldiniz?”
450
Sormuş olduğu soru bizi güldürdü. Nihayet yoğun ve sık ormanların yayıldığı, çok güzel manzaralar sunan yarıkların arasından Mersin’in sırtını dayadığı tepeleri görebildik. Bulgar Dağı’nın (Bolkar) ileri karakollar zincirini oluşturan bu bölümü boyunca, ana kaynağı bizim de yol aldığımız Efrenk olan üç küçük nehir ovaya doğru akar. Bu küçük nehirler; Mezitli deresi, İçme deresi ve Mersin deresi’dir. Bu güzergâh boyunca sabaha kadar yol aldık. Bu küçük nehirlerin koyakları kırmızı kireçtaşından oluşan setlerle çevriliydi. İç tarafta gördüğüm uçsuz bucaksız uçurumların bazıları kadar büyük olmasa da, yine de çok görkemli ve heybetliydi. Nehri terk ettiğimiz noktanın hemen altında dar ve derin vadilerden biri bulunuyordu, nehir tabanındaki tıpkı bir zümrüt yeşili gibi görünen toprak şeridinde çok zengin tarım üretimi yapılıyordu. Karşılaştığımız gelip geçen yayalara bulunduğumuz bu yerin adını sordum, en sonunda buraya Sunturas (Soundrass veya Soundratch) denildiğini öğrendim. Doğuya doğru döndüğümüz yerin tam karşısında, nehrin batı yakasında aynı ismi taşıyan bir köy daha vardı; köyün yakınındaki bir kayadan muhteşem bir şelale çağlıyor ve nehre dökülüyordu ve bu kaynak Mersin kasabasının ana su kaynağını oluşturuyordu. Bizi denizden ve ovadan ayıran son dağ istiḳāmetine doğru usulca yaklaşıyorduk, sonuncu büyük alçalışa ulaşmadan önceki iniş ve çıkışlar çok dikti. Ülke manzaraları adeta bir tablo gibiydi, derin taşlık vadilerin etrafı sarp engin tepelerle çevriliydi;
İklim değişikliği451
Sarı ve kahverengi açık alanlar halkın yoğun olarak tahıl ekip biçtiği alanlardı; her yerde ağaçlık öbekler vardı ve ülkenin tüm yüzeyi tıpkı İngiltere’nin “ağaçların yeşerdiği haziran ayı” mevsimi gibi yemyeşildi. Son tepenin sırtlarından bakınca denizi görebildim, ova düz koyu bir bulut ve sis tabakası ile kaplıydı. Her ne kadar son birkaç gündür sıkı çalışmalarım ve başımdan geçen kötü tecrübelerim nedeniyle bitkin ve tükenmiş olsam da, eve dönüş gibi güzel bir duyguya kapılmam bana taze bir güç verdi. Durmak yerine ayın on dokuzunda sekiz buçuk saat, ayın yirmisinde dokuz buçuk saat ve bugünde bize söylenen hedefe yani Gözne’ye bir an önce ulaşmak için, dört veya beş saat yerine, tam sekiz saat on beş dakika at üzerinde yolculuk ettim. Ancak yolumuzu biraz uzattık, aslında Efrenk’gi Gözne’ye bağlayan ana yol sadece altı buçuk saattir. Daha önce de tasvir etmeye çalıştığım gibi, ovaya inmek için kullanacağımız yol dağ sırasının içindeki büyük yarıklardan birinin arasından geçiyordu, kumtaşı ve kireç taşından oluşan, çatlakların ve çok sayıda mağaraların ve her iki tarafında da büyük uçurumların bulunduğu bir yoldu. Buradaki ani iklimin değişikliğini ve bitki örtüsünün farklılığını hissedebiliyor ve görebiliyorduk. Yüksek platolardaki kuru, serin ve insanı dinç tutan havanın yerini sıcak, nemli ve tahrip edici bir hava almıştı. Yüksek çam ormanlarının yerini ise makilik araziler, bodur çalılar ve bitkiler almıştı. Burası orman altı bitkilerin ve tamamen değişik ağaç türlerinin en yoğun olduğu bir bölgeydi. Kuzey Avrupa ve yarı-tropik bitki örtüsünün ilginç bir karışımıdır. Meşe, dişbudak, sarmaşık, alıç, böğürtlen, hanımeli gibi Kuzey Avrupa’daki diğer ağaçlar ve çalı türlerine benzer bitkiler olduğu kadar, yaban mersini (murt), kocayemiş, hünnap, erguvan gibi karışık türlere de sahipti.
452
Yaban zeytini, yaban asması ve diğer güney bölgesine özgü ağaçlar ve fundalıklar, en güzel eğreltiotları ve sarmaşıklar burada bolca bulunmaktaydı. Çiçeklenme dönemi sona ermişti; İlkbahar ve yaz mevsimi başlarında bu romantik vadilerin ve nehir kenarlarının büyüleyici bir bitki örtüsüyle dolup taştığını düşünüyorum, ama sıcaklarla beraber Sıtma (Malaria) da geliyordu, ateşli günler pusuda bekliyor olmalıydı! Bu bitki örtüsünün zenginliği, dağ sırasının en güneyindeki hat boyunca günlük yağışların yoğunluğundan kaynaklanmaktaydı. Nem yüklü deniz meltemi saat on gibi esmeye başlar, kısa zamanda yakındaki dağ tepeleri nem bulutları ile örtülür ve bu bulutlar aralıklarla yağan şiddetli yağmurlara dönüşür. Bundan sonra ne mi oldu; bulutlar üstümüzde toplanmaya ve gök gürlemeye başladı, şiddetli bir sağnağa yakalandık. Akşamüzeri saat beşte aşağıya inebildik, ancak ovaya doğru ilerleyemedik. Ovadaki en yakın köy hala birkaç saat uzaklıktaydı ve günbatımına kadar Gözne’ye ulaşmayı umuyor, orada bazı Avrupalıları bulmayı Mersin ve Avrupa’dan gelen haberleri öğrenmeyi ümit ediyorduk. Solumuzdaki uçurum giderek alçalıyordu ve bu dağın diğer tarafında Gözne yerleşkesi bulunuyordu. Sarazenler tarafından inşa edilen küçük bir sur şeklindeki kale harabesinden sola doğru döndük ve daha önce doğuda gördüklerimden çok daha kalın bir İngiliz kerestesi üzerinden dağın ön tarafından çapraz bir şekilde tırmanmaya başladık. Orman altı sık çalılıkların olduğu keçi yolu denilen patika bir yol boyunca ilerledik, şiddetli yağmur hiç durmadan yağıyordu. Derin bir yarıktan Gözne kasabasının ışıklarını gördüğümüzde hava çoktan kararmıştı. Birçok çeşmeden akan suların uzaktan gelen şırıltılı melodisi kulaklarımızın pasını silmişti.
Kötü Haber453
Çok sayıdaki gölgelik bahçelerin ve evlerin arasından geçtikten sonra, akan bir kaynağın yanındaki ulu bir çınar ağacının altında yorgun atlarımızın dizginlerini çekip mola verdik. Nahli kalacak bir yer bulmak için yanımızdan ayrıldı. Avusturya Konsolosu Bay Castravelli’nin evinde birini buldu. Kendisi Mersin’deydi, evin hizmetkârı bana bir oda verebileceğini söyledi. Atlar için yiyecek bulmak çok zordu, Nahli’nin fahiş bir fiyat ödeyerek arpa ve saman tedarik etmesine kadar geçen süre bir buçuk saati buldu. Nahli geri döndüğünde, kimsenin ilgilenmemiş olmasından ve pek te iç açıcı haberler getirmediğinden, yüzündeki her zamanki garip gülümsemesiyle bana şöyle dedi; “Suriye’de kolera görülmüş, Şam ve Beyrut civarında yayılıyormuş. Osmanlı Hükümeti en az on gün Suriye’den gelen tüm kişilere karantina emri vermiş. Rusya hattına ait buharlı vapurların seferleri iptal edilmiş, Mersin’e gelecek bir sonraki buharlı vapurun da son seferi olabilirmiş. Hatta Fransız hattına ait tüm buharlı gemi seferlerinin de askıya alınacağı rapor edilmiş.” Özellikle Şark (Levant) vilayetlerinde karantinanın ne anlama geldiğini bilen birisi için geçekten çok can sıkıcı haberlerdi, zira Şark vilayetlerindeki hemen hemen tüm ülkelerin karantina hizmetleri tarif edilemeyecek kadar kötüdür! Zengibar’dan (Isaura) İzmir’e gitmediğim için şimdi bin pişmanım. Şu an itibariyle yolun üçte birinden fazlasını katetmiş olmalıydık, ama son pişmanlık fayda etmiyordu.
22 Temmuz–Bay Castravelli’nin evinin terası bu küçük ve şirin yerleşim bölgesinin tamamına hâkim bir konumdaydı, bu yayla Mersin’deki Avrupalıların, kısmen de Adana ve Mersin’lilerin sayfiyesiydi.
454
Sahil ve Bulgar Dağı (Bolkar) arasında bir çöküntü sonucu oluşan ilk yüksek sıra tepelerin üzerine kurulmuştu. Yayla ile ova arasındaki bölge yer yer yükseklikler ve daha alçak tepelerden oluşmaktaydı. Bu vadiden aşağı doğru bakıldığında Mersin’in az sayıdaki gemileri ve uzun sahil şeridi net bir şekilde görülebilmekteydi. Dünkü yolumuz üzerinde olduğu gibi, dik dağların her iki tarafı tabandan zirveye kadar gür ağaçlar ve fundalıklarla kaplıydı. Buradaki yağmurlar çok şiddetlidir ve neredeyse her gün birkaç kez şiddetli yağmur yağar. Kasabanın evleri vadinin kenarlarına doğru dağınık ve aralıklı bir şekilde yapılmıştı, hemen hemen hepsinin önünde bir bahçe ve meyve ağaçları bulunmaktaydı. Bu evlerden bazıları sanki bana soylu İngiliz beyefendilerine aitmiş gibi geldi, en azından bunlardan birisi yaklaşık on beş yıl önce Çukurova’ya gelen Kaptan Dingwall olmalıydı. Çok para kazanmak umuduyla gözü kara bir şekilde, ya da almış olduğu yalan yanlış duyumlardan dolayı bu bölgeye çok fazla para harcamış ve yatırım yapmıştı. Onun ilk dayanaksız görüşü, en karlı iş gibi görünen pamuk satışıydı; ancak kısa bir süre sonra Amerika’daki iç savaş sona erdi ve daha önce kazandığı paranın çoğunu kaybetti. Daha sonra Manchester’den ithal ettiği malları satmaya başladı, arz talep dengesini koruyamadığından pazarda bu ürünlere olan talep azalmış ve pazar doyum noktasına gelmişti. Fiyatlar neredeyse yüzde elliden fazla düşmüştü, bu durumda bile satışlar yalnızca vadeli ve kredili olarak gerçekleştirilebiliyordu. O dönemlerde ülkedeki finans ve kredi kurumları toprak sahibi işletmecilere ürünü ipotek ederek aylık yüzde beş veya altı bileşik faiz uygulayarak sürekli borç para yardımında bulunmayı bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu talihsiz beyefendi de ciddi kayıplarını telafi etmek için bölgede ikamet eden bazı Suriyeliler aracığıyla tarımla uğraşan toprak sahibi yerli halkın borcuna karşılık topraklarını ve gayrımenkullerini ipotek ederek borç para dağıtmaya başladı.
Hırsızların Arasında Kalmak 455
Ancak düşüncesizce yapılan bu girişimler sonucunda, kendi aracıları bile yatırım amaçlı gönderilen bu paraların iadesini sağlayamadıkları gibi herhangi bir girişimde bulunmayı da red ediyorlardı. Bu arada ülkenin durumu da gittikçe kötüleşiyordu; borçlulardan para tahsil edilemiyor, arsalar satılamıyordu, piyasa tamamen kilitlenmişti. Kaptan Dingwall ve onun temsilcileri arasında altı yıl boyunca herhangi bir iletişimin sağlanamadığı açıkça görülüyordu. Bir müddet sonra yaklaşık 1871 yılında onun Çukurova’da olduğu anlaşıldı. Temsilcileri onun servetinin enkazından kalanlarını kendisine teslim ettiler. Ama o tamamen çökmüş ve bitkin bir durumdaydı, bu duruma daha fazla dayanamadığından bir müddet sonra vefat etti. Mersin Rum mezarlığında onun kabrini gördüm.
Eğer bir gemi terkedilirse, yağmacıların bu fırsatı kaçırmayacağına dair şüphe yoktur. Dingwall’in varisleri de aynen bu konumdaydı. Ondan geriye kalanlar dürüst olmayan Suriyeli Hristiyanlardan oluşan bir güruhun eline geçmişti, bir müddet sonra İngiltere’den gönderilen tasfiye memurları geldiğinde, Ondan geriye kalanların büyük bir bölümü artık ortada yoktu, bir çare bulunamadı, yatırım amaçlı kullanılan paranın yüzde beşinden fazlasının kurtarılamadığı kanaatindeyim. Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgiye göre kaybolan paranın ve gayrimenkullerin toplam değeri yaklaşık 90.000 İngiliz Sterlinidir. Bu olağandışı davanın konu ile tamamen ilişkilendirilmesi çok karmaşıktır, ancak ana gerçekler anlattığım gibidir ve bir uyarı niteliğindedir. Sonunda Kıbrıs adası İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası haline geldi, ancak bununla ilgili çok fazla heyecanlı beklentiler içinde bulunmaktan kaçınılması gerektiği kanaatindeyim.
456
Şüphesiz Kıbrıs kaynakları bakımından zengin bir adadır, ancak bu kaynaklar eğer Karaman ile aynı özelliklere sahipse onları geliştirmek çok uzun zaman alacaktır. Muhtemelen bu süreç zarfında pek çok İngiliz sermayesi de heba olacaktır. Şark vilayetine ait limanlarda zeki ve makul insanlar mutlaka vardır, ancak bu limanlarda dolandırıcı insanların da çok olduğu açıkça görülmektedir, özellikle de memleketlerinde sahtekârlığı ve dolandırıcılığı kendilerine meslek edinen ve İngilizce konuşabilen yerli Hristiyanlardan bazıları için.
Gözne’nin havası hoş ve güzeldir, şu an nem oranı çok yüksek ve ne kadar sağlıklı olduğuna dair şüphelerim var. Ancak sonbahar geldiğinde burası insanı adeta mest eder ve büyüler. Kışın karlı ve soğuk olmasına rağmen burada bütün yıl boyunca ikâmet eden sadece birkaç yerli aile vardır. Tam yola koyulacağımız esnada atlarını bize kiraya veren sürücü başı çıka geldi, Mersin’e gitmek istemiyordu, bir an önce Karaman’a dönmek için parasının ödenmesini istiyordu. Kabul ettiğim takdirde bu durum bir sonraki güne kadar bizim için gecikmeye neden olabilirdi, Nahli parasını eksik vererek onun gitmesine müsaade etmemi bana önerdi, ama bu bana uyan bir durum değildi. Ona “Eşyalarımı Mersin’e kadar taşıması için kendisiyle anlaştığımızı ve anlaşmamızı yerine getirmediği takdirde kendisine ödeme yapamayacağımı” söyledim. Bana istediği gibi davranmaması gerektiğini anlamalıydı, Kara Dağ veya Tanrı Dağı’nda değildik, afallamıştı, daha sonra ona ne karar verdiğini sordum, biraz tereddüt ettikten sonra yanıtladı “Pekala ne yapayım, sizinle geleceğim”. Sabah saat on gibi yola çıktık, yol çok dik olmasına rağmen yine de iyiydi, bazı yerlerde birbirine geçme blok taşlar döşenmişti. Güzel bir koruluk ve romantik bir dere kenarından (Karanlık Deresi ve Dalak Deresi’nden) ovaya doğru sürekli bir iniş halindeydik. Taze ve ferahlatan serin havadan sonra, Mısır’daki en kötü sonbahar havasından daha kötü, daha sıcak ve daha nemli bir havaya doğru yol alıyorduk.
Sıtmaya Tutulan Hastalar 457
Dağ geçidinin yanındaki nehirlerin kenarlarında hoş ağaçların olduğu küçük vadilerde ekili tarım yapılmaktadır, bütün yol boyunca oluşan bol bitki örtüsü mükemmel ve büyüleyicidir. Saat on birde şiddetli yağmur başladı ve tam bir buçuk saat sürdü. Öğleden sonra saat iki civarında küçük bir köy kahvesine geldik, içerisi ateşli sıtmaya tutulmuş hastalarla doluydu. Bir düzineden fazla hasta, hastalığın çeşitli evrelerinde yere ya da balkonda yatıyordu; içerideki sıcaklık yaklaşık 85 fahrenheit (30C.) derece olmasına rağmen kilim ve halılara sarılmış bazı hastalar ölümcül bir şekilde titriyor, ateşli havale geçiriyordu, kimileri de kendinden geçmiş, donuk gözleri, boş bakışları ve küçülmüş yüzleriyle bitkin bir şekilde yatıyordu. Kahveci çok hasta olduğundan bizimle ilgilenemedi, sanki içeride bir kara bela hüküm sürmekteydi, yolda ovanın sıcaklığından ve sıtmadan kaçmak için Gözne’ye çıkan bazı hastalarla tanıştık. Vah ki vah! Bu hastaların çoğu kendi ölümlerini de yanlarında taşımaktaydılar, Çukurova’nın alçak düzlüklerinde hüküm süren ölümcül ve bir bela gibi yapışan bu musibet müzmin ateşli bir hastalık türüdür!
Saat üç gibi Buluklu köyüne vardık; ovaya yakın bir yerde, yaklaşık 500 feet(150 metre) yükseklikteki bir kayalık üzerine kurulmuştu. Bu köyün havası çok iyi olmasa da bir saat on beş dakikalık bir sürüş mesafesinde olan Mersin şehrinin havasından biraz daha ferahtır, bu nedenle de şehirde ticaretle uğraşan insanların çoğunun burada bir evi vardır. Burada sıtma ve dizanteriden rahatsızlanan İngiliz Baş Konsolosu Bay Tattarachiile tanışma fırsatım oldu. Hastalığı atlatmasına rağmen hala çok zayıf ve güçsüzdü, karantina onun gitmesine bir engel teşkil etmese de, bir deniz yolculuğunu kaldıramayacak kadar bitkin ve halsizdi.
458
Akşamüzeri saat altı gibi ovanın içlerine doğru ilerlemeye başladık. Günün geç saatlerinde olmamıza rağmen, güneşin hararetini tepemizde hissedebiliyorduk, şehrin boğucu bir havası ve oldukça rahatsız edici bir etkisi vardı. Etrafını çevreleyen bahçelerden Mersin’e doğru yaklaşırken, evlerinin kapısı önüne serdikleri minderler üzerine uzanıp yatan birçok hasta insan gördüm. Sıcaklık gündüz ve gece neredeyse aynı olmasına rağmen onları hava alsınlar diye dışarıya çıkarmışlardı. Son iki ayda çok sayıda insan ölmüştü, hatta tercümanımın şahsen tanıdığı bazı kişiler de ölenler arasındaydı. Rusya bandıralı buharlı geminin iki gün içerisinde Mersin limanında olmasını ümite diyordum, ancak Mersin’e geldiğimde Rusya bandıralı buharlı geminin Mersin seferinin iptal edildiğini üzülerek öğrendim. Bir başka hayal kırıklığı ise, Nahli’nin evinin önüne geldiğimizde, eniştesinin Nahli’nin yokluğunda evi bir başkasına kiraya vermiş olmasıydı. Dolayısı ile kalabileceğimiz tek yer yeni ve temiz saygın insanların kaldığı bir Han’dı. Ne yazık ki nemli ve boğucu sıcak yüzünden uyumak imkânsızdı, tabi tatarcık ve sivrisineklerin saldırısından da bahsetmemek olmazdı.
23 Temmuz – Oldukça yorgun bir şekilde uyandık. Nahli, Hükümet adına vergi tahsil etmek için memur olarak işe başlamıştı. Nahli genç eniştesini beni görmesi için yanıma getirdi. Yolculuk sırasında binmiş olduğu atı benden satın almayı teklif ediyordu; fiyatı çok düşük olmasına rağmen, yol boyunca bana o kadar iyi davranmıştı ki onun bu isteğini kıramadım, ancak seferleri iptal edilen tüm buharlı gemilerin durumunu bir rapor olarak bana bildirmesi şartıyla satmayı kabul ettim.
Bizi Karşılayan Yörüğün Başı Belada 459
Eğer satış iptal edilirse, bütün yazı Küçük Asya’da geçiremeyeceğimden, memuriyet görevinden istifa ederek karayolu ile benimle birlikte İzmir’ kadar gelmesi gerekecekti. Kahvaltı yapmak için birlikte bir Rum lokantasına gittik, yemekler fena değildi. Şehirdeki hasta insan sayısı gerçekten hayret vericiydi. Şam’dan gelen haberler çok kötüydü, koleranın giderek yayıldığı haberleri geliyordu ve hatta her an Adana’da da koleranın görülebileceği ve hızla yayılabileceği endişesi ve korkusu vardı. Rus buharlı gemi acentası yetkilisi gemilerin gelip gelmeyeceği konusunda herhangi bir bilgi veremeyeceğini, bunun kendi insiyatifinde olmadığını söyledi. Bu durum Mersin’de veya Buluklu’da veya Gözne’de en az sekiz gün daha kalmamı gerektirecekti. Bana Bay Mavromati’nin Buluklu’daki evinin bir odasında misafir olarak kalabileceğimi söylediler, ama ev boştu, içinde bir divandan başka bir şey yoktu, yakınlarda yiyecek tedarik edebileceğim bir köylü pazarı veya bakkal da yoktu, burada Tattarachi’den başka hiç kimseyi tanımıyordum, zaten o da çok hastaydı. Gözne bu konuda daha da kötüydü ve altı saat uzaklıktaydı. Fakat Mersin’in sıcağı o kadar kötüydü ki daha fazla dayanamadım ve Buluklu’ya gitmek için hazırlandım. Bununla birlikte, son anda şehirde kalmaya karar verdim, çünkü şu an için burayı terk etmem mümkün değildi, Rus buharlı gemisi her an Mersin limanına uğrayabilirdi, böyle bir fırsatı da asla kaybetmek istemem. Bu arada daha önceden kendisini tanıdığım Yörük Mustafa Tekerlek’in başının dertte olduğunu öğrendim; doğruyu söylemek gerekirse, kendisini Kıbrıs’ın Larnaka şehrindeki askeri mühimmat deposuna göndermek istiyorlardı, dağlarda özgürce yaşayan ve bu dağların temiz havasını teneffüs eden birisi için oranın havası ve çevresi bu kişi için ölümden beterdi.
460
Öyle görünüyor ki, yıllar önce, eline geçen her fırsatta bölgesinden gelip geçen seyyahların ve kervanların yolunu keserek onları gasp ediyor ve haraca bağlıyordu; ancak Hükümetin bu tür hareket ve davranışlara ağır cezalar ve yaptırımlar uygulaması nedeniyle bu işi bırakarak hayatında kendisine yeni bir sayfa açtı. Seyyahların huzurunu ve güvenliğini sağlamak için onlara eşlik ediyordu, artık kendince tamamen şerefli ve onurlu bir insan olmuştu. Ama öyle görünüyor ki kısa bir süre sonra eski alışkanlıklarına geri dönecek gibi. Vergilerin ödenmesi için Mersin Kaymakamlığı tarafından buğdayının haczedilmesi onun umudunu ve hayallerini yıkmıştı. Ibrala (Yeşildere) kasabasındaki adamdan “onun hakkında” bir tavsiye mektubunun gönderilmesi ve Avrupalıların kısmen de olsa taciz edilmesinin tehlikeli sonuçlar yaratabileceği ve yukarıda bahsedilen olayların tamamının da yetkliler tarafından biliniyor olması nedeniyleburadaki insanlar onun bize karşı çok iyi ve merhametli davrandığını söylüyorlardı.Tüfeklerimizin de bu konuda etkili olduğunu düşünmeden edemedimve hepsinden dahası Nahli’nin onlar hakkında yaptığı abartılı söylemlerdi.Muhbirimiz ayrıca, Mustafa’nın misafirperver olmadığını ve yabancılara asla boyun eğmeyeceğini de belirtti. Açıkçası ondan aldıklarımız öyle çok ta abartılacak şeyler değildi, akşam yemeği için bir miktar süt ve bir parça ekmekten ibaret! Ertesi gün kahvaltılık ihtiyacımızı diğer Yörüklerden alış veriş yaparak karşıladık. Mersin Zaptiyesi tarafından iyi bilinen ve takip edilen, hırsızlık çetesi başı,şüpheli ve sıkıntılı bu şahıs bize katılmaya çok istekliydi, onun bizimle gelmek istemesinin tek amacı taşıdığım metal çantanın içine sık sık yan gözle bakması olduğuna inanıyorum. Ana kural olarak, sanırım her ikisiyle de çalışmaktan vazgeçemeyeceğim.Mustafa bizim kervancı başından pek hoşlanmadı, dediğim gibi ikincisinin de sürücülük mesleğini çok iyi yaptığını söyleyemem.
Eşkiyalık 461
Çağrıldığı bu görev hakkında hiçbir şey bilmiyor ya da çok az şey biliyor gibi görünüyordu; Mersin’de bulunduğu esnada kısraklarından birini satmışve içecek bir şeyler bulmak için bütün gün boyunca dükkân dükkân dolaşmıştı. Bu onun iyi bir insan olduğu anlamına gelmiyordu, ama biz şahsen kendi adımıza mutluyduk, zira onlardan bize hiçbir zarar gelmemişti. Sahile yakın bir yerde bir Avrupalıyı gasp etmek çok ses getirebilirdi, ama iç kısımlarda durum çok daha farklı olabilirdi, bütün bunlara rağmen iyi silahlanmış bir Avrupalı olarak bizim kendilerine direnmemizi bekleyebilirlerdi, sonuç her ne olursa olsun yabancı seyyahlar olarak bizler de bu kararlılığı gösterebildik! Yine de bu bölgenin insanları yolcuları soymaya veya gasp etmeye kararlıysa bunu kolayca yapabilirlerdi, buna direnmek ise çok daha kötü sonuçlar doğurabilirdi.
462
24 Temmuz–Ne Rus Buharlı gemisi geldi, ne de ondan bir telgraf. Artık gelmeyeceğinden emindim, bu yüzden Fransız Mesajeri botu için bir hafta daha beklemek zorundayım. Hatta onun hiç gelmeyeceğine dair bir söylenti de ortada dolanıyor! Burada sıtma ve sıcaklık anlatılamaz derecede korkunç. Fransız buharlı gemisi gelmezse, Gözne’ye çıkarak veya Gülek Boğazı’na giderek kolera salgını geçinceye ve karantina kaldırılıncaya ve gemiler tekrar uğrayıncaya kadar beklemekten başka bir çarem kalmayacak, ya da yapabileceğim en iyi şey yirmi üç günlük bir yolculuğu göze alarak karayolu ile İzmir’e gitmeyi göze almak olacaktır.Nahlibana destek olacağına söz verdi; Ancak bu yolculuğa katlanabilecek miyim bilemiyorum? Bu sıcaklık beni günden güne güçsüzleştiriyor. Bu memlekete bir daha seyahat eder miyim bilemiyorum, bu mevsimde bu kadar gecikmenin bir anlamı olacağını da zannetmiyorum.Harkulade ve çok ilginç topraklar olmasına rağmen,bu mevsimde yapılan bu yolculukta karşılaştığımız zorluklar, acılar ve tehlikeler bu toprakların ayrılmaz bir parçasıdır. Korkunç bir geceyi daha atlattık; tüm şehirde olduğu gibi odanın içerisi de nemden ve sıcaktan bir fırın gibi yanıyordu. Gerçekten bu insanlar bu havaya nasıl katlanıyor çok hayret ediyorum!Bir de buna korkunç salgın hastalıklar eklenince! Bütün sokakların kapı önleri yüzleri solgun, avurtları çökmüş ve donuk bakışlıboylu boyunca uzanmış yoksulateşli hastalarla doluydu.
Ateşli Salgın Hastalıklar 463
Henüz daha yatağa düşmemiş ancak yürüyebilecek gücü dahi olmayan o kadar çok hasta var ki anlatamam. Türk, Rum, Suriyeli hepsi de benzer şekilde acı ve ızdırap içerisindedir. Dağlarda, sokak önlerinde yüzleri denize dönük günlerdir hep birlikte uzanıp yatan o kadar çok insan gördüm ki içler acısı, hiç kimsenin umrunda değillerdi, ya da hiç kimse onlara yardım etmiyordu. Hastane çok kalabalıktı; Atımı acınacak durumdaki zavallı hancıya emanet ettim. Bu fakir insanların çoğunun kinin almaya parası yetmiyordu, ya da başka çareleri olmadığından çok daha kötü ve fayda etmeyen kinin benzeri ürünlerle tedavi olmaya çalışıyorlardı.Rum lokantasında kahvaltı ettik,Gülek Boğazı (KulekBoghaz) civarında Çukurbağ’da (TchukourBagh) gördüğüm Avusturyalı doğabilimciHaberhauer ile birlikte olduk.Avrupa’ya doğru ilerliyordu ve bana İstanbul’dan gönderilen bir telgrafın İzmir’den bir Osmanlı buharlı gemisinin bu tarafadoğru yola aldığını bildiren iyi bir haber verdi. Gemi Mersin’e uğrayabilir ve aynı gün limandan ayrılabilirdi, böylece biz de karantina esaretinden kurtulabilirdik. Ancak bu haberin de asılsız olduğu ortaya çıktı. Akşamüzeri saat yedi civarında tekrar Buluklu’ya (Boloukli) geldik. Sanırım Mersin’de üç gündaha kalmam tehlikeli bir hastalığa yakalanmama neden olacaktı; Şu an hava zararlılar için en uygun konumdaydı. Dağlardan indiğimde çok dinç ve güçlüydüm, oysa şimdi kendimi çok zayıf ve halsiz hissediyorum. Nahli’nin eniştesi, on yedi yaşında genç bir delikanlı olan Gabriel beni beklemek üzere dışarı çıktı; buranın yerlisiydi ve bu havaya alışıktı buna rağmen o da benim kadar rahatsız oluyor ve terliyordu! Mersin ve Buluklu’nun tam ortasında olan, önceleri Gâvûr Köy (GiaourKeui) denilen Hristiyan köy’den ilerlerken, buradaki insanların da Mersin’dekiler gibi acı ve ızdırap içerisinde olduklarını gördümve yerde yatan bu zavallı insanlara gözü takılan kervancı başı benim nehissetiğimi anlamış olacak ki kendi kendine mırıldanmaya başladı ; “Sıtma! Sıtma!”.
464
Bay Mavromati’nin yazlık evine geldiğimde tahta bir sedir üzerine malzemeleri birleştirerek kendim için bir yatak hazırladım.Tattarachi bana bazı araç gereçler verdi, çok yorgundum ve deliksiz uyudum ama yine de çok rahat edemedim ve dinç kalkamadım.
25 Temmuz – Çok bitkindim, bütün gün yarı sarhoş sersemlemiş bir şekilde yatıyordum, şiddetli bir ateşli hastalığa tutulmuş gibiydim. Kafam çok bulanıktı, korkunç hayaller ve kâbuslar görüyordum, sanki delirmiş gibiydim. Ara sıra Gabriel’ingelip beni kontrol etmesinden başka hiçbir şey hatırlayamıyordum. Güneş batmak üzereyken bir kriz geçirdim, başım çok şiddetli ağırıyordu, sanki beynimden bir şey çıkarılıyormuş gibi bir his vardı. Çok aşırı terliyordum, zorlukla doğrulup bir miktar kinin alabildim, acı çeken Gabriel’e de bir doz kinin uzattım. Saat sekiz buçuk civarında sürünerek te olsa bir miktar yiyecek almak için Tattarachi’nin kapısına kadar gidebildim. Hasta olan genç delikanlının benim için böyle bir iyilik yapması imkânsızdı ve bunu benden başka yapacak kimse de yoktu. Sakin bir gece olmasına rağmen uyuyamadım.
26 Temmuz – Nispeten sağlıklı olan Tattarachi beni görmeye geldi. Sadece bir miktar (beş tane) kinin alabiliyordum. Güldü ve bu miktarın yeterli olmadığını söyledi, bir seferde on beş veya yirmi doz almak zorunda olduklarını belirtti. Bu yörede çok miktarda kinin alındığı takdirde sıtmaya etkili olabiliyordu. Neden böyle? Anlayamadım! Muhtemelen kinin sahteydi veya seyreltilmişti.
Mersin’in Nemli Sıcağı 465
Hastalıklı birisi için Buluklu kötü bir yer, ne et, ne süt, ne tereyağı, ne de hargangi bir şey bulunabiliyordu, refakatçimin de bu yiyecekleri başka bir yerden alıp getirmesi imkânsızdı zira o da çok hastaydı. Bir seçim yapmamız gerekiyordu, ya Mersin’deki sıtmaya razı olacaktık ya da burada kalıp açlıktan ölecektik. Odamda hapsolmuş bir mâhkum gibiydim. Bir tahta sedir ve iki üç tane derme çatma sandalye vardı. Gün boyu huzursuz bir şekilde birinden diğerine oturup duruyordum. Evin konumu çok iyiydi; köyün en yüksek tepesine yapılmıştı, ova ile denizin, Mersin ile Hristiyan köy’ün bütün manzarasına hâkimdi. Evin bir de küçük bir bahçesi vardı ancak çok bakımsızdıve bahçenin bir köşesinde bir kayanın altından, bir adamın ancak sığabileceğ bir delikten akan bir su kaynağı vardı. Hava sabah sekize kadar dayanabilinecek durumdadır, saat ona doğru deniz meltemi esmeye başlar, ancak yılın bu mevsiminde esinti oldukça hafiftir. Mersin’in yüksek dağ sıraları ile çevrili konumu deniz meltemi haricinde tüm havayı keser, şehrin üzerine doğru esen deniz meltemi insanı biraz rahatlatsa da nemle birleşerek terden yapış yapış ederve giderek hava daha da boğucu olmaktan başka bir işe yaramaz. Öğleden sonra saat dört gibi hava aniden durur, nemli boğucu sıcak bir kâbus gibi çöker, ta ki gecenin belli bir vaktinde kuzeyden dağların olduğu yönden rüzgâr esmeye başlayıncaya kadar. Şu an için havanın estiğini söyleyemem, yaprak bile kımıldamıyor, sadece nefesimizi hissediyoruz. Yine de burası Mersin’den daha iyidir, az da olsa bir esinti vardır, havası sabaha karşı serin ve hoştur. Kısacası Buluklu her türlü imkândan yoksun bir yer olsa da havası Mersin’in havasından daha iyidir.
466
27 Temmuz–En azından geceleri biraz daha rahat uyuyabilmek için her sabah Mersin’e inmeye ve akşam olunca da Buluklu’ya dönmeye karar veriyoruz. Mersin’de zaman geçmek bilmiyor. Şehrin her yerinde durum aynıdır, daha önce kendimi hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim. Sıcak hava ve aşırı nem vücuttaki tüm enerjiyi ve tazeliği alıp götürür. Şehirdeki salgın günden güne yayılmaktadır. Pencereden her baktığımda en az birkaç cenazenin taşındığını görüyorum. Bu sabah çok kısa bir sürede tam beş cenaze saydım. Gün batımına doğru Buluklu’ya geri döndük. Bu sezon Mersin’in en iyi ürünü susam tohumu olmuş. Uzun bir süredir tahıl hasadı yapılmaktadır, ancak arazinin büyük bir bölümüde tarım yapılmadığından tarlalar yabancı otlarla kaplamış.
28 Temmuz –Havada bir günlüğüne de olsa sanki bir düzelme var. Bugün Suriye’den gelen haberler oldukça kötü. Herkes Adana’da her an bir kolera salgınının başlamasından korkuyormuş, hatta bu salgın Tarsus ve Mersin’i de etkisi altına alabilirmiş. Eğer öyleyse, yolculuğuma Küçük Asya’dan İzmir’e kadar devam etmekten başka bir seçeneğim olduğunu sanmıyorum. Her gün Buluklu’ya gidip gelmek hiç hoş değil. Bu her gidiş gelişte bana, hemen hemen hepsinin Fransızca konuştuğu yazları Buluklu’da ikamet eden bazı Rumlar ve Suriyeliler eşlik ediyor.Fransa’nın Suriye’deki Roma Katolik nüfusu üzerindeki etkisinin ne kadar büyük olduğu açıkça görülmektedir. Mersin’deki sıcak bir günün ardından evin bahçesindeki kaynak suyun beni ne kadar ferahlatığını hissedebiliyorum, ancak suyun kalitesi çok ta iyi olmadığından ondan içmemeye gayret ediyorum. Şehrin batısındaki bir nehirde bulunan bir su kemeri tarafından sağlanan şehrin suyu soğuk olmasa da çok daha iyidir. Birkaç yıl önce tek su kaynağı şehirde bulunan kuyulardan çekiliyordu, son derece sağlıksız ve salgın hastalıklara neden olabiliyordu. Bir müddet sonra Gabriel’inBuluklu’ya kadar bana eşlik etmesine gerek olmadığını düşündüm.
Çukurova’da Vergilerin Toplanması 467
Bay Mavromati evin eski sahibine halen evde oturması için müsaade ediyordu, sağolsun o da benim kahvemi yapıyor ve atlarıma bakıyor.
29 Temmuz–Kayda değer bir şey yok, her zaman ki gibi monoton bir gün.
30 Temmuz–Günün erken saatinde Nahli beni ziyarete geldi, hiç keyfi yoktu, resmi memuriyet görevinden sıkılmış gibiydi. Öyle görünüyor ki, Tarsus civarındaki bazı köylerden Dimustahsilatı yapması için görevlendirilmişti.Birçok köy kendi mahsullerinin parasını alır ve hasat zamanında Hükümet’e ödenecek miktarı tahmin etmek için bir devlet görevlisi gönderilir ve bu miktar doğrudan köylüler tarafından ödenir. Bu her iki taraf için de avantajlı bir düzenlemedir. Ancak aynı zamanda dolandırıcılık için de büyük bir fırsat kapısıdır. Yalnızca müfettişe rüşvet verilmesi durumunda genelde bu uygulama bu yöre için bir sıkıntı teşkil etmez. İlk ziyaret ettiği köy, Nahli’nin “Fellahin” diye hitap ettiği Nusayriköylülerin ikamet ettiği bir yerdir, arazinin sahibi kendisi de o köyden olan Mersin Kaymakamı imiş.Nahli köye geldiğinde onu pek hoş karşılamamışlar. Tahıl henüz demetler halindeydi ve saplarından ayıklanmamıştı. Köylüler bu şekilde ürünün ondalığını tahmin etmesi için ona çok israr etmişler, genelde burada tahmin bu şekilde yapılıyormuş.Nahli böyle yapmayı redderek onlara şöyle demiş; “Tahıl saplarından ayıklanmadan herhangi bir tahminde bulunamam” bunun üzerine ona çok kızan köylüler bağırarak onun üzerine yürümüşler.Nahli atını mahmuzlayarak oradan uzaklaşmaya çalışmış, ancak köylüler buna engel olmaya çalışmışlar, karşı koyduğu takdirde çok ciddi kötü bir muamele ile karşılaşabilirdi. Eninde sonunda köylüler kendisine daha önceden “Hasadın Dimus bedelinin tahmin edildiğini” belirten bir kâğıdı imzalatmayı başarabilmişler.
468
Bu nedenle, bölgesindeki diğer Nusayri köylerini ziyaret etmekten korktuğu için Mersin’e geri dönerek maruzatını Belediye Meclisine bildirmiş. Ancak onlar da Kaymakam ile bir tartışmaya girmek istemediklerinden kendisine şu tavsiyede bulunmuşlar; “Meseleyi büyütme, işleri olduğu gibi bırak” ve ona başka bir bölgede görev verebileceklerini söylemişler. Gerçek şu ki Nahli çok dürüst bir insan, ona ancak “yüksek ilkelerin”den ziyade “politik” davranmasını tavsiye edebildim, yani “yapılan yanlışları düzeltmeği” beklememesini daha çok onları “akışına bırakması” gerektiğini, “herhangi bir sonuç alamayacağını” sadece “düşman edineceğini” söyledim. Bunun üzerine Nahli bana “kurtların küstahlığına” dair ilginç bir hikâye anlattı. Mersin’de ikamet eden bir Fransız olan Bay Geoffroi ve diğer bazı kişilerin kasabanın doğu tarafında Mersin’e yakın bir konumdaki ovalık bir alanda 104 adet koyundan oluşan bir çiftliği varmış. Genellikle köpekler bekçilik eder ve çobanlar tarafından güdülürmüş. Hiç kimse onların yırtıcıların tehlikesi altında olduğunu düşünemezmiş. Fakat yaklaşık bir hafta önce gece vakti dağdan on veya on beş kadar bir kurt sürüsü ovaya inmiş, köpekleri saf dışı bıraktıktan sonra birkaç dakika içerisinde yirmi altı koyunu boğazlamışlar. Sürünün içerisine dalarak diğer hayvanlara da zarar vermişler, kimi koyunların kuyruğunu parçalamışlar (Karaman koyunlarının kuyruğu genelde büyük olur), kimi koyunları boğazlarından ısırmışlar, bütün sürüden sadece kırk tanesi yaralı olarak kurtulabilmiş. Çobanlar hemen harekete geçmiş, saman ve odunlardan büyük bir ateş yakılmış ve hemen kurtların peşine düşmüşler, çok sayıda ateş etmelerine rağmen kurtlardan birini dahi öldürememişler. Aç kurtlar tarafından basılan sürü telef olduğundan, geriye hiçbir şey kalmamış.Daha önce Mersin’de böyle bir saldırı ne duyulmuş ne de görülmüştür.
Küstah Bir Savunma 469
Kurtlar bu mevsimde bu kadar vahşi ve saldırgan iseler, kışın ne durumda olduklarını düşünmek bile istemiyorum? Bazen nadiren de olsa kurtların insanlara saldırdığı görülmüştür, örneğin; yaklaşık üç sene önceşehre oldukça yakın mezarlık civarında bir kurt bir insana saldırmış ve onu parçalamıştır. Dağların tepeleri hep karlıdır, bu nedenle yiyecek bulmakta zorlanan hayvanlar açlıktan saldırganlaşmaktadır.Rum lokantasındaNahli ile birlikte kahvaltı yaparken eski tercümanım Hannayanımızageldi. Başta çok sakin ve nazik olmasına rağmen gitgide küstahlaşmaya başladı. Bana yaptığı kötü muamele yüzünden onu suçladığım zaman, hemen kendini savundu; Bizi aldattığını tamamen reddetti, bütün kabahati ağır sözler kullanarak arkadaşımın üzerine attı; ona ödediğimiz ücretin Nahli’ye ödediğimiz ücretten daha az olduğunu, bu nedenle kendi hakkı olanı almak için bizim paramıza el koyduğunu söyledi. Kısacası o kibirli ve küstah bir kabadayıve şu an onun yüzüne baktığımda her türlü kötülüğü yapabilecek bir micaza sahip olduğunu görebiliyorum. Böylece onunla yollarımızı ayırdık. (Hiç tahmin etmediğim bir anda birinin bana ciddi bir kötülük yapmasının ne kadar kolay olduğunu daha çok düşünmeye başladım.Şüphesiz daha hikmetli ve akılcı hareket etmek lazım, bana daha önce bu adamın bu tür işleri kolaylıkla yapabileceğini söylemişlerdi, böyle düşünmekle belki de ona haksızlık ediyorum, ama onun burada segilemiş olduğu tavır ve hareketler gerçekten çok kötü)Ancak Hanna beni acayip bir yerde bakıma muhtaç zavallı bir hasta ile başbaşa bırakmanın bir hata olduğunu ve iyi bir hareket olmadığını açıkça itiraf etti.Tüm arkadaşların önünde, açıkça ve doğrudanonun bir sahtekâr ve yalancı olduğunu söylemenin hiç de tatmin edici bir tarafı yoktu. Ancak o bütün bunları soğukkanlılıkla karşıladı ve sadece gülümsedi.
470
Dışarı çıktıktan sonra Nahli “Hiç Hanna’nın gözlerine dikkat ettin mi ?” diye sordu. Türkçede “Gözü dönmüş bir adama sakın bulaşma” diye bir söz vardır. Lokantadan çıktıktan sonra neler olduğunu bir de ondan işitmek isteyen meraklı bir kitle hemen onun etrafını sardı. Bu olaydan yaklaşık iki saat sonra sokakta onunla karşılaştım, beni nazikçe selamladı. Utanmaz adamın bu pişkinliği beni güldürdü. Ancak bütün bunlara rağmen, Hanna Adana’da beni terk ederek gitti, aslında bunu yaparak istemeden de olsa beni büyük bir dertten kurtardığına inanıyorum. Bu ülkede benim gerçek dostum NahliSabbagh’tan daha uyumlu ve daha muhterem bir yol arkadaşı bulamayacağımı anladım. Akşama doğru Nahli ile birlikte Buluklu’ya çıktık. Bana İçme’deki (Ichme) sıcak su kaplıcalarını göstermek istedi, yolumuzdan biraz uzakta olduğu için Buluklu’ya gitmeyi tercih ettim, açıkçası aşırı derecede yorgun ve bitkin olduğumdan yeni yerleri keşfetme fikri bana pek cazip gelmedi. İyi beslenemediği ve aşırı yorulduğu için atım acınacak haldeydi, bu nedenle atımı bir beyefendiye 10 lira karşılığında satmaya karar verdim.Onu 12 liraya almıştım, bütün seyahatim boyunca üzerinden hiç inmedim, gerçekten o iyi bir hizmetkârdı, hiç tökezlemedi, hiç hasta olmadı, en uzun ve en zorlu güzergâhlarda bile (çok az yem yiyerek) canla başla yoluna devam etti, kısacası onu satın aldığıma hiç pişman değilim. Öte yandan diğer atlarla hiç anlaşamazdı, onun bu huysuzluğu bana hiç sıkıntı yaratmadı.
31 Temmuz – Sabaha karşı Fransız Posta gemisinin usulca yanaşarak körfeze demir atmasını görmek beni çok mutlu etti.
Sağlıksız Ovalar471
Artık buradan ayrılacağıma emin olduğumdan eve telgraf çekebilirdim. Ovayı bir duvar gibi çevreleyen bu yüksek tepelere, Mersin’e inerken olduğu gibi, bir kez daha dönüp baktım. Muhtemelen bu ülkeyi bir daha hiç ziyaret etmeyeceğim. Ama hayatımın son gününde bile yaşadığım bu güzellikleri ve anları canlı bir şekilde hatırlayacağım. Güzel ve ilginç olsa da içinde her zaman çeşitli tehlikeleri de barındırmaktadır. Bu tehlikelerden birisi de şüphesiz sahip olduğu iklimdir,bir keresinde beni ciddi bir şekilde etkileyen bu tehlikeli ateşin tohumları da benimle birlikte çok uzaklara kadar taşınacaktı. Çukurova’yı terkettikten yaklaşık bir yıl kadar sonra bile bu ateşli hastalık beni defalarca yoklamış ve güçsüz bırakmıştı. Bu durum ben sağlıklıyken tamamen bu ovada gereğinden fazla kalmış olmamdan kaynaklıydı, dağlardan ovaya indiğimde yorgunluğa ve sıkıntıya maruz kaldığımda Çukurova’yı bir an önce terkedebilirdim, böylelikle bu tatsız sonuçlarla karşılaşmaktan da kaçınabilirdim.Ama yapamadım, yağışın az olduğu yaz mevsiminde bu ovalık yerde aşırı sıcağa birkaç gün bile maruz kalmak en güçlü insanı bile yıkmaya yeterliydi.HerrHaberhauergibi tecrübeli, güçlü, sağlam bir adam bile en az benim kadar sıkıntı çekmişti. Bir gün bana dedi ki; “ ikimizde güneşten yanmışız, bu nemli havada birkaç gün daha kalırsak yüzümüzdeki teri silmekten derimiz soyulacak ”. Sabahleyin ilk iş olarak İngiltere’ye bir telgraf gönderdim. Konya iletişim hatları Hükümet görevlilerine ait yazışmalardan dolayı tamamen işgal edilmişti.
472
Posta işletmesi şefi Rum bir gençti, benim isteğimi kırmayarak, Diyarbakır’daki bir arkadaşından mesajımın derhal iletilmesi konusunda kendisine yardımcı olmasını rica etti. Ben halen posta işletmesinde beklerken Diyarbakır’dan mesajımızın güvenli bir şekilde alındığını ve anında Pera’ya iletildiğine dair bir cevap geldi. Böylece İngilizce yazılan telgraf Mersin’den Diyarbakır’a ve oradan da İstanbul üzerinden İngiltereye gönderilmiş oldu. Telgrafın gönderici adres kısmının telgraf memuru tarafından yanlış yazıldığını hesaba katmazsak, mesajımızın aynı gün öğleden sonra doğru bir şekilde yerine ulaştığını söyleyebiliriz, önce “Muscat” yazılmış daha sonra “Messina” olarak düzeltilmiş, ta ki mesaj Londra’ya varıp orada “Mersina” olarak düzeltilinceye kadar. Marsilya’ya gitmek üzere Mesajeriacentasını ziyaret edene kadar kandimi çok iyi hissediyordum, aniden beni bir titreme ve ürperti aldı ve konakladığım yere dönmek zorunda kaldım.Saat altı civarında gemiye binmek üzere gerekli hazırlığımı yapmıştım, gemi kıyıdan sadece yaklaşık 350 metre (400 yards) açıkta olmasına rağmen kayıkçılarbeni iki mecidiyeden daha ucuza götüremeyeceklerini söylediler. Gülerek şu açıklamayı yaptılar; “Sizin gibi bir Avrupalı Havaca’ya (Hawaja) her gün rast gelme şansımız maalesef yok”, ben de ödemek zorunda kaldım. Bütün bu kayıkçılar, aslına bakılırsa Mersin’deki bütün emekçilerin hemen hemen tamamı Suriyeli Araplardır. “Ilyssus” gemisine vardık, Nahli ile yürekten vedalaşarak gemiye bindim. Gemideki iyi yürekli bir Türk yolcu valizlerimi merdivene kadar taşımama yardım etti, ben kendim zaten taşıyamazdım, gemi mürettebatından hiç kimse bana yardım etmeye istekli görünmüyordu. – Elveda Mersin!
Çukurova’ya Son Bakış 473
1 Ağustos – Gün batımına doğru “Ilyssus” gemisi demir aldı.Dağlar ve deniz arasındaki düzlüklerin tamamı derin mavi ve gümüş rengi puslu bir perdeyle örtülmüştü, aslında bu sisli perde aşırı nemli ve sıcak bir havanın ovanın üzerine çöktüğünü gösteriyordu. Mor dağların ve tepelerin eteklerine çöken bu puslu ve gizemli hava bir gelin duvağı gibi usulca süzülmekteydi. Daha yüksek tepelerin üzerine vuran batan güneşin zengin turuncu tonları bu zıtlığı daha da belirginleştiriyordu. Gemimiz denizde yol alırken gece karanlığa dönmeden Bolkar Dağı’nın (Medetsiz) konik şeklindeki hafif karlı yüce zirvesini belli belirsiz seçebiliyorduk, kıyı boyunca ilerlerken yakındaki eski Pompeipolis şehrinin sıra sütunlarını da izleme imkânım oldu, bu güzel ve tehlikeli topraklarda gözlerimin gördüğü en son manzara buydu. Gemi Beyrut ve sahil kasabalarındaki kolera salgınından kaçan Suriyelilerle doluydu; Bağdat şehrinin eski Paşası da İstanbul’a gitmek üzere gemiye binmişti. Güvertenin yaklaşık dörtte biri kadınlara ve çocuklara ayrılmıştı ve bir perde ile kapatılmıştı. Paşa beraberinde güzel ve beyaz Hicaz cinsi eşekleri ve iyi huylu bazı atları da getirmişti. Ancak bu atlardan hiçbiri bir İngiliz subayı olan Kaptan Upton’un Suriye çöllerinde yaşayanAnazi kabilesinden satın alarak İskenderiye’den gemiye yükleterek getirdiği Arap atlarına benzemiyordu. Kaptan Upton Fırat nehrinin yakınlarına gitmeden önce kendisi için yük bulmak zorundaydı ve bu atlar için çok miktarda para ödemişti. Daha önce gözleri arasında çok geniş bir alını olan ve çok iri bir çene yapısına sahip böyle bir at görmemiştim.
474
Atın gözleri oldukça küçüktü ama gözlerinin şekli çok güzeldi, gözleri parlaktı ve gözlerine bakınca onun akıllı ve zeki bir at olduğu anlaşılıyordu.
Mersin’den yaklaşık otuz saat sonra Rodos’a yaklaştık,neredeyse bütün yol boyunca Karaman bölgesinin tüm yaylaları izlenebiliyordu, önce ki gece kıyıdan çok uzak olmadığımızdan ormanda çıkan muazzam yangını rahatlıkla görebiliyorduk. Yolculuk çok sıkıcıydı, Urla’da (Klazomenai) üç gün karantina altına alınmadan gemilerin İzmir’e yanaşmasına izin verilmiyordu. Zaten bu şartlarda Messina veya Palermo’da da karaya ayak basamazdık. Hava Çukurova kadar sıcak olmasa da halen çok basık ve bunaltıcı, yolculuğumun büyük bir bölümünü ateşler içinde yatarak geçirdim. Sonunda Marsilya’ya varabildik, Frioli(Frioul) adasında dört gün karantina altında bekletildik, bir an önce kuzeye, evime doğruyola çıkmaya sabırsızlanıyorken nihayetinde 17 Ağustos tarihinde serbest bırakıldık. Çukurova’yı terkettiğiminden bu yana Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok büyük değişimler yaşanmış olmalı! Orada yaşayan insanların çektikleri ızdırap ve acı kelimelerle anlatılacak gibi değil! İster Hristiyan ister Müslüman olsun bu insanların acısını paylaşmamak için insanın kalpsiz ve merhametsiz olması lazım, on dokuzucu yüzyılda yapılan Haçlı Seferleri’nin de “Şövalyelikten” daha ziyade“Zalim, Hain, Riyâkar Despotizm” gibi bir görevi üstlendikleri gerçeğini inkâr edilebilir miyiz? Kuşkusuz, Osmanlı tebasının atalarından miras aldıkları bu ölümcül günahlar onlar üzerinde gerçekleşen Tanrisal Hikmet’in en yüce bir tezahurudur. Ulusal günaha karşı ulusal cezanın uygulanması kaçınılmazdır;
Merhamete Layık İnsanlar 475
Ancak Osmanlı Hükümeti’nin kötü idaresini tek başına bir bahane olarak gösteremeyiz, talihsiz Osmanlı tebasınınmâkus kaderini de unutmamalıyız, insanlığa duyduğumuz saygının aynısını bu halkın acısını paylaşarak ta göstermeliyiz. En azında bu halkın büyük bir kısmının geç dönemde vuku bulan bu iğrenç savaşların içerisinde olmadıklarını veya herhangi bir sebebiyet vermediklerini açıkça söyleyebiliriz. Olayların gelişmesinde onların bir etkisi olduğunu zannetmiyorum! Eğer Osmanlı kendi atalarının günahını taşıyorsa, bu örgütlü, ikiyüzlü ve zalim sistem için kendi döneminde Tanrısal Adaleti, kaba kuvvetin ve zulmün tezahürü olarak, Rus Hükümeti ve Rus İmparatorluğunda olduğu gibi, yerine getirebileceğine inanmamalı mıyız?
Şairin aşağıdaki dizeleri bireylere olduğu kadar uluslar için de geçerlidir;
” RaroantecedentemscelestumDeseruitpedePamaclaudo.”
(Adalet topaldır, ağır yürür fakat gideceği yere er geç varır)
“Adalet er yada geç tecelli edecektir”