,

DOĞAN AKÇA KİTABINA ARMAĞAN YAZILAR 14/18

Doğan-Akça-17.jpg

KİTABIN BAŞINA DÖNMEK İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.

DOĞAN… – Sabahattin Kaplancık
Doğan Akça… Benim kardeşim, çocukluk arkadaşım, gençlik, yaşlılık arkadaşım. Uzaklara gittiğinde dahi birbirimize çok yakındık.
Doğan Akça’yla dostluğumuz, Tevfik Sırrı Gür Lisesi 1-B sınıfında okuduğumuz yıllarda filizlendi. O yıllardan sonra arkadaşlığımız kök saldı, ölünceye kadar devam etti.
Okulların açık olduğu ve de tatile girdiği zamanlarda her gün evlerine giderdim. Annesi beni ikinci oğlu gibi görürdü. Doğan, çocukluğundan beri uykuyu çok severdi. Evlerine her gittiğimde onu mutlaka uyumuş görürdüm. Uyanıncaya kadar beklerdim. Sonra dışarı çıkar, okul arkadaşlarımızla buluşurduk. Genellikle Akkahve’ye giderdik. Akkahve günlerimiz çok güzel geçerdi. Orada edebiyat konuşulur, şiirler okunurdu. O kahve Türkiye çapında şairler, ressamlar, edebiyatçılar yetiştirdi.
Kahveden çıktıktan sonra Atatürk Caddesi’nde turlara başlardık. Halkevi’nde Kız Enstitüsü vardı. Caddede volta atarken kızların çıkışını beklerdik. Kızlar caddeden geçerken biz de kedinin ciğere baktığı gibi onlara bakardık. Resmi geçit bittikten sonra, Belediye Gazinosu’na gider, orada gırgırımızı geçerdik. Ne olduğunu artık siz düşünün.
Yıllar geçtikçe arkadaş çevremiz çoğaldı. Hep beraber çok tatlı günler geçirirdik. Geceleri her gün dışarı çıkardık. Bazen içkili lokantalara gider, eğlenirdik. Bizim zamanımızda “Âşıklar Parkı” denen bir yerimiz vardı; orada gece bire, ikiye kadar oturur, sonra evlerimize dağılırdık.
Bakın aklıma gelmişken Doğan’la ilgili bir olayı anlatayım: Doğan’ı dışarı çıkmak için evden almaya gittiğimde, gece, annesi arkamızdan seslenirdi: “Doğan yavrum, ne olur güneşte gezme!..” Tabii biz de güler geçerdik.
Evet, Doğan adam gibi adamdı. Hoşsohbetti. Alıngandı. Hemen kızar, biraz sonra eski haline dönerdi.
Doğan, sinemayı çok severdi. Yazın, aşağı yukarı her gün yazlık sinemalara, kışın da haftada bir gün o meşhur 18.00 matinesine giderdik. Bu matineye yetişmek için gider, fırından yarım ekmek alır, içine şam tatlısı koyar, sinemada yerdik. Bunu hep yapardık; nefis bir şeydi!
Yazın da sinemadan saat 24.00’da çıktığımızda, bahçe içinde toprak bir evde inekleriyle yaşayan “Beddür” adında, sarı burma yapan yaşlı bir adamın yanına gider, saatlerce oturup sarı burma tatlısı yerdik.
Doğan lisedeyken Ayfer’e aşık oldu ve ondan sonra işimiz bayağı zorlaştı. Neden mi? Ayfer’in evleri kuru çeşmenin ordaydı. Her gün mutlaka gidip, evlerinin önünden geçerdik. Ayfer’in annesiyle çarşıya çıkacağı saati beklerdik. Onlar önde, biz arkada bütün çarşıyı dolaşır, sonra evlerine kadar yolcu ederdik. Bu iş, ta ki evleninceye kadar sürdü.
Doğan askere gitti, geldi, iş hayatı derken evlilik yılları başladı. Bu sefer aileler toplanmaya başladık. Bu toplantılara Doğan Akça ailesi, Zihni Balım ailesi, Oğuz Çukurova ve Selah Tartancı aileleri katılırdı. Buluşmalarımız yıllarca sürdü. Çok güzel günler geçirdik.
Doğan’ın iş hayatı çok değişken oldu. Önce narenciye fabrikasında müdür olarak çalıştı. Sonra kendi adına nakliye firması kurdu. Önceleri iyi para kazandı, sonra işler ters gitti, iflas etti. Derken çeşitli yerlerde yönetici olarak çalıştı.
Emekli olduktan sonra resim atölyesini açtı. O zaman öz benliğini bulmuş oldu. Çevresi çoğaldı. Güzel ve kalıcı işler yaptı. Sevildi, sevdi.
Ölümü hiç düşünmezdi. Bana derdi ki, “Sen benden önce öleceksin!” Ben de kendisine: “Sen benden önce öleceksin. Ben de senin tablolarından birkaçını satıp, mezarının başında heykelini diktireceğim!” derdim. Yıllarca hep böyle konuşurduk.
Demiştim ya, Doğan uykuyu çok severdi. Her gün saat 13.00’de uyur, saat 15.00’de kalkardı. Ben de saat 15.00’den sonra atölyesine giderdim. Bana hemen çayımı getirirdi. Çayımızı içip gırgıra başlardık.
Kader onu bizden erken aldı. Onun yapacak daha çok işi vardı.
Allah rahmet eylesin; adam gibi adamdı…
Uykuyu severdi Doğan, sonsuz uykusunda, renkli ışıklar içinde uyusun.- Mersin, 2008

Doğan Akça 87

KUŞLARIN DA YUKARIDAN BİZE BAKIYOR – Salo Koen
55 sene, dile kolay, yüreğe hafif…Doğan’cığım ile ben, doğduğumuz Mersin’de aynı mahallede çocukken tanıştık. Keyifli bir mahalle arkadaşlığından sonra Lise’de aynı sınıfta olma şansını yakaladık. Onun da dediği gibi delikanlılık dertlerini, sevinçlerini hep beraber paylaştık. O yıllarda en büyük lüksümüz, cumartesileri Güneş Sineması’na, 18.00 matinesine film izlemeye gitmek, sonra da soluğu humusçuda alıp önce humusların “coss” diye kayık bakır sahanlara dökülmesini dinleyip, sonra afiyetle yemekti. O ses ve damağımdaki tat hâlâ bugün gibi hatıramdadır.
Şiirlerle geçen geceler ve gündüzler…
Lise son sınıfta İstanbul’a yerleşmem, uzun süre görüşmememize sebep olmasına rağmen, her buluşmamızda sanki 10 dakika evvel Akkahve’de vedalaşmış gibiydik.
Doğan’cığımın ışıl ışıl gözlerinde, tüm yüreğiyle kucakladığını görürdünüz dostlarını. Aklı-kalbi bir, gülümsemesi sıcacık. Naif kişiliği her yerde kendisini gösterirdi. Hiç unutmam, yukarıda onun satırları ile okuduğunuz konser için Mersin’e gittiğimizde, kâh künefecide, kâh barda olsun siparişleri sanki herkes bizi tanıyormuşçasına, “Salo’ya bir kahve, Ayfer’e bir limonata, Eti’ye bir su…” diye verirdi. İşte dünyaya böyle güvenir, herkesi böyle kucaklardı. Bu yaklaşımını, müthiş derinliği olan, yalın ama çok söz söyleyen sanatında, resimlerinde de görüyoruz.
Böyle özü-sözü bir, konuşmaya gerek kalmadan bile neler paylaşabildiğim, böylesine duyarlı bir dosta dost olabildiğim için kendimi çok zengin hissediyorum. Ve biliyorum ki Doğan’cığım, resimlerinde çizdiği “kuşlar”ın da bizlere yukarıdan bakıyor.
O Hep aramızda… – İstanbul, 2008

DOĞAN AKÇA’YI ANIMSARKEN – Ergun Evren
Annemin ikinci evladım diye sevdiği Doğan’ı andığımda belli zaman birimleri, belli kareler, belli kilometre taşları dizilir karşıma.
İlk kare, Doğan’ın bir öğle paydosunda, bizim oturduğumuz Buğdaycı Apartmanının önüne gelip o ünlü kırmızı bisikletinden şöyle bir yanlamasına inerek, beni en kabadayı sesiyle çağırmasıyla başlar. O güne değin benim için Doğan, bana karşı nedensiz bir savaşa girmiş, beni Mersin’e geldiğime geleceğime pişman eden bir grubun üyesiydi. Kolej züppesiydim ben onlar için… Ama İngilizcem iyi olduğundan bir ilişki kurmak da gerekiyordu. İşte Doğan ilk girişimi yapıyordu grup adına… Ya onları çalıştırıp İngilizceden geçirecek, ya da gerisini ben düşünecektim… Böylesine bir posta koymak niyetiyle gelen Doğan’ı annemle babamın içeriye davet etmeleri, sonradan bana anlattığına göre ilk ve en büyük şokuydu ben ve ailem hakkında. Eve gelirken beni sanki aşağıya dövmeye çağıran Doğan’ın gidişi bir başka olmuştu.
Daha sonraki dönemde, o grupla birleşme; şiirle, edebiyatla kucaklaşma…

Doğan’a dönersek, resim konusunda onun da unutup, benim anlatışımla anımsadığı bir olay, bir kare daha vardır bizim yaşamımızda. Bir resim dersinde verilen ödevlerimizi gösteriyorduk. Ben öğretmenimizden “Akordeon çalmasını bilirsin de nasıl resim yapamazsın şımarık herif?” şeklinde gerekli azarı işittikten sonra Doğan’ın geçirdiği şoku bugün gibi anımsıyorum. Doğan öyle bir resim yapmıştı ki, Salvador Dali sanki. Ezber bozan bir şey yani…Yıllar sonra, “O resmi bugün yapabilsem büyük ressam olurum” demesiyle gülüştüğümüzü hatırlıyorum. Ama o gün benim işittiğim azar, Doğan’ı uzun süre resimden soğutmuştu.
Bir başka kare, çok az süren, ama unutulmaz “Hukuk Günleri” birlikteliğimizdi. İkimiz Hukuk Fakültesi’nde yine birleşmiştik. Ama daha tadına varamadan, birkaç arkadaşla birlikte bahçede gezerken tam anımsayamadığım bir Mersinli gelip Doğan’la özel görüşmek istemişti. O geride kalırken, biz yürüyüşümüze devam etmiştik. Bir süre sonra Doğan içeriye alı al, moru mor gelip “Ergun, ben gidiyorum” demişti. Koşarken duyduğum son cümlesi “Ayfer’i istiyorlarmış, acele gitmezsem Ayfer’i başkasına vereceklermiş” oldu. Gidiş o gidiş…Bir süre sonra Ayfer’le baş başa resimlerini yolladıklarında, çiftlerimizin içinden belki de ilk çiftin “Mutlu Son”unun heyecanını yaşıyordum.
Sonra bir dönem, çok sık mektuplaşarak ayrılık başladı. Bu karenin en önemli yönü, Doğan’ın babası Raif Usta’nın hepimizi başta üzen ama sonradan korktuğumuz kadar erken aramızdan almayan hastalık günlerinin gelişiydi. O günlerde Doğan’la acı bir mektuplaşma dönemimiz olur. En zor şey de acil bazı kötü haberleri, postane telefonundan Doğan’ın ailesine iletmekti. Şimdi önümde duran bir mektuba bakıyorum da… Bu dönem biraz uzun sürmüş ama çok ümitsizce, gün sayısıyla Mersin’e uğurladığım Raif Amca, hastalığı yenip daha on sene başımızda neşesiyle var olmuştu.
Yıllar sonra bir başka kare… Doğan Akça’ya evlenme davetiyemi yolladığımda, Doğan’dan ilk öneri “Biz arkadaşlar oraya gelemiyoruz ama balayına seni buraya çağırıyoruz” oldu. Toros ekspresiyle gelip Toros Oteli’ne indiğimizde, Doğan’la Erkan Bilen’in kartları ilişik kocaman çiçek ve meyve sepetleriyle karşılaştık. İşte dostluk, hatta belki kardeşten ilerilik tüm canlılığıyla sürmekteydi. Ayfer ve Doğan’ın yanlarında da iki ufaklık… Bu kez dört kişi olmuştu aile… Anıl ve Ozan katılmıştı.
1968’de “Çukurova Radyosu”nun ve TRT’nin ilk bölge radyosu müdürü olarak Mersin’e atandığımda bizi o güzel bahçeli evlerinde neredeyse iki ay ağırlayan yine Ayfer ve Doğan’dı. O zamanlar Mersin’de edebiyat ve sanat değil, genel olarak ticaret gelişmiş, herkes daha bir başka düşünür durumdaydı. Doğan da çok nefis bir ev sahibi olmuş, toplumda belli bir ticari saygınlığa erişmişti.
Mersin Oteli’nin, Yaşat İş Hanı’nın yapılması hep o günlere rastlar… Ünlü Mersin felâketi 68’deki …Sel… O acıları ve tüm güzellikleri aynı apartmanda paylaştık Doğan ve Ayfer’le (Onlar Fuar Apartmanı’ndaki evlerine taşındıklarında biz de Doğan’ın önerisiyle aynı apartmanda çatı katını tutmuştuk.)
Ve ilk çocuğumu, 18 Ocak 1969’da sabaha karşı, battaniyeye sarılı olarak kucağıma veren yine Doğan olmuştu.
Ankara’ya döndükten sonra da bağımız devam etti.
… Mersin Liselileri Derneği’nin kurulmasıyla toplantılar için Mersin’e geliyorduk. Böyle neşeli ve kalabalık Mersin toplantılarından birinde, yine her zamanki gibi herkesten erken gelmiştim. Doğan’ın sabahın köründe beni otobüsten karşılayıp humus ve tatlı ile kahvaltı ettirdiği günlerden biriydi. Bürosunda telefonla konuşurken bir yandan da çizdiği çizgiler ilişti gözüme. Doğan resmen bilinç dışı, harika çizgiler döküyordu önündeki kâğıda. Ve doldukça yere atıyordu onları. Konuşması bitmeden, yerde birikmiş kâğıtları kaptım. Konuşması bittiğinde her zamanki esprili gülüşüyle bana “Ne yapıyorsun, çöpçülüğe mi soyundan?” gibi bir söz fırlattı, ama aslında anlamıştı aklımdan geçeni. “Olmaz, oğlum, olmaz!” dedi. “Seneler geçmiş, dünya kadar ressam var şimdi ortalıkta, kim ne yapsın beni. Hem bak, ben muhasebe müdürüyüm.”
İlk sorum, benim şiirlerimi bu çizdikleriyle resimleyip resimleyemeyeceğiydi. “Ankara’da onca ressam var oğlum, git işine!…” “Yahu, sen söz ver bana, böyle bir sergiye var mısın”’ “Güldürme beni oğlum, sen hâlâ şair kafada kalmışsın. Böyle bir şey olsa, Ankara’ya yürüyerek gelirim be… Ayferi de koluma takarak…”
Ankara’ya döner dönmez kafamı bunlara yormaya başladım. Hani, olacak işe rastlantılar yardım eder ya, o sırada İngiliz Kültür Derneği’nde bir piyano resitaline gittim. Resitalden sonra derneğin müdiresinin verdiği davette, hemen zamana sarılıp böyle bir resim/şiir sergisine salonu verip veremeyeceğini sordum. “Yarından itibaren salon sizin” yanıtını aldığımda yemeği yarıda bırakıp eve koştum. Soluk soluğa müjdeyi Doğan’a verdim. O şaşkınlıktan, ben sevinçten adeta ağlar gibiydik. “Ulan Ergun Evren, benimle bu saatte dalga geçiyorsun değil mi?” diyordu ikide bir… Gece son otobüsle, şiirlerimi almış, düşmüştüm yola…
“Ergun Evren, Oğlum, Mersin’de yeniden bir Sihiya falan bulup buraya gelmekse niyetin, beni bunlara alet etmeye kalkma, canına okurum” diye karşıladı. Günümüz bu konuyu konuşmakla geçti. Sonunda, “Ergun Evren, küfür işitmeden hadi çek git bir an önce! Sen basın ve tanıtma işini ayarlamaya bak; gel dediğin gün ben tablolarla oradayım.”
Ankara’da ilk işim olayı, hepimizin sevgili ağabeyi, Nuri Abaç’a açmak oldu. Çok sevindi… Kendisine düşen tüm konularda yanımızda olacağını söyledi. Arkadan, bir çoğunu yıllardır tanıdığım sanat eleştirmeni ve resim sanatının önde gelenlerini arayıp onlara sergimizden söz ettim. Kendi kurumum TRT’deki arkadaşlarım da çok güzel organizasyonlar için söz verdiler.
Yazılı basına gelince, onlar olaya bir başlık bulmakta bana yardımcı oldular ve Hürriyet gazetesi günler önce “Ergun Evren Sanat Yaşamının Kırkıncı Yılını Kutluyor” manşetiyle sergimizi geniş bir şekilde yayınladı. Ankara Radyosu da yine sergiden önce, daha sonra Mersinlilerin de dostu olacak olan Duygu Törümküney aracılığıyla ilk röportajı yapıp sergimizi duyuran kanal oldu. Ardından Dış Yayınlar Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda dünyanın birçok ülkesine duyuruldu. Bu arada Mersin Liselileri Derneği de İstanbul’dan katılıyordu heyecanımıza.
Davetiyeleri de elimle dağıttım.
…Ve sonunda sergimiz açılıyordu. Yağmurlu, soğuk bir şubat günüydü. Söylemesek de içimizde, bu havada ya insanlar gelmezse düşüncesi yoktu, desem yalan olur…
Nuri Ağabey, Doğan, Ayfer ve ben erkenden İngiliz Kültür Derneği’nin salonundaydık. Ve heyecan içindeydik.
Bir süre sonra, sergiyi açacak olan dostlar Cahit Külebi ve Yekta Güngör Özden’le salona döndüğümde gözlerime inanamayacak bir kalabalıkla karşılaştım. Yalnız sayı olarak değil, kişilerin yaşları, meslekleri, konumları da umduğumuzun çok üzerindeydi. Gelen çiçeklere gözüm iliştiğinde adeta üst üste yığıldıklarını gördüm.
Topluluk, Yekta Güngör Özden’in “hoş geldiniz” çağrısıyla sessizliğe büründüğünde, Doğanla ellerimizi sıkmış duruyorduk. Bizleri onurlandıran tanıtımdan sonra konuklarımız bir yandan sergiyi gezmeye, bir yandan da kasetten yayınladığımız, tablolardaki şiirleri dinlemeye başladılar. Sergiyi açarken, “Acaba alınan olur mu?” dediğimiz tabloların yanına kırmızı işaretler konuyor ve güzel sözler söyleniyordu kulaklarımıza. Bir köşede de Gazanfer Uğural’ın devasa çelenginin altında, Ankara’da yaşayan, Mersin Lisesi’nden mezun ne kadar dostumuz varsa, belki uzun süredir ilk kez bir arada olmanın sevinciyle resim çektiriyorlardı.
Tam bu atmosferde, o günlerde Kale’de bir mekân açmış olan arkadaşım Erkal Zenger, üstlerinde bembeyaz giysiler, başlarında aşçı külâhları, ellerinde sımsıcak çiğ börek, bazlama dolu tepsiler olan takımıyla içeri girdi. Denilebilir ki, Ankara sanat çevresi, böylesine ilklerle dolu bir etkinlikte yine bir ilke tanık oluyordu. Ben buna “Doğan Akça’nın güzel yüreğinin şansı” diyorum.
Sonra aynı sergiyi, “Salihli Şiir İkindiler” günlerine taşıdık.
…Zaman içinde dostluğumuz sanat üzerinden yeni bir boyut kazanmıştı ve onun Mersin’de artık sanat çevresinin yönetimine el atması, etkinlik alanını gitgide genişletmesi üzerine yürüyordu. Ne zaman evlerinde kalmaya gitsem her tartışmamız o konuydu.

Biz yine bir sergisi nedeniyle Doğan ve Ayfer’le bizim evde, doğduğunda benden önce yüzünü gördüğü büyük kızım Ödül’ün kurduğu sofrada bir araya geldik… İyi ki de gelmişiz, sağlıklı olarak son birlikteliğimizmiş.
Hastalığında Hacettepe Hastanesi’nde buldum Doğan’ı. Ellerimi tutup, “Bırakma beni Ergun” dediğinde, içimden “Ah! Doğan, hani içme şunu dediğimde benimle gülerek dalga geçer, oğlum içen de ölüyor, içmeyen de, derdin. Keşke…” diye geçirdim içimden, ama ona hiçbir şey diyemedim. Yeniden kontrole gelmek üzere uğurladığımda, son görüşmemiz olduğunu nereden bilirdim.
Ölüm haberini aldığımda bir bayram ziyaret için Eskişehir yakınlarında, otobüsteydim. Koltuğumda kıvrılıp sessiz sessiz ağlamaktan başka bir şey gelmedi elimden. Ankara, Nisan 2008

MERSİN’İN DOĞANI – Özdemir İnce
Doğan’ı Şahin anlamında kullanıyorum. Doğan, bu güvercin, sakin ve barışcıl insan, Mersin konusunda tam bir Şahin idi. Kendi deneyimlerimle biliyorum.
Müftü Köprüsü’nün, yeni stadyumun batısındaki Mersin’e alıştım. Gözlerim biliyor. Ama İstasyon ile Müftü Mahallesi, Osmaniye Mahallesi ile sahil arasındaki Mersin, benim 1956’daki bırakıp gittiğim Mersin. O görüntünün üzerine yeni görüntüler oturamıyor. Hastane Caddesi’nin Uray Caddesi ile kesiştiği iki köşe başında Mustafa Tekgüç’lerin gazete bayii ile karşısında Sümerbank mağazası var. Sümerbank’ın Yoğurt Pazarı’na doğru ilerisinde, kasasında amcam İnce Mehmet’in oturduğu Sakarya Lokantası, biraz ilerisinde Camlı Kahve, köşe başında ise bir bakkal. Kaldırımın üzerinde ayakkabı boyattığım boyacılar. Karşı sırada Torosları Geçerken Meşhur Kebabçı Ahmet Kaya Selçuk, biraz ilerde benim ve ipek gömlekli Fedai Mustafa’nın tıraş olduğu berber.
Daha yukarıya doğru, sağda Şamanların demir atölyesi. Biraz daha yukarda Karöseri Bilgini’nin marangoz atölyesi.
Toroslar’a doğru sol kaldırımdan yürüyorum. Raif amcanın marangoz dükkânının önünde Gündoğan yani Doğan ayakta duruyor. Duvara dayanmış. Hiç çalışırken görmedim. Bizim mahallenin çocuğu. Onun başka arkadaşları var, benim arkadaşlarım değil onlar. Sadece selamlaşırız. Ama Gün+Doğan benim arkadaşım.
İyi arkadaşım! Mersin’i Mersin’den uzaklarda düşündüğüm zaman aklıma Doğan, Yıldırım Barlas, Sadi, (rahmetli)Aklan ve Uğur Yürekli kardeşler , Doğan Er (abi), Kayserili Özcan Eroğlu, Koca Kafa (rahmetli) Avni Taner, ilkokuldaki futbol takımımızın kalecisi Aysel Akbay gelirdi. 1956’dan sonra Aklan’ı bir kez Ankara’da gördüm, Aysel’i hiç görmedim.
1956’dan sonraki hayatımı 2000 yılına kadar hiç kimse bilmez. Ülker İnce dışında. Anlatılacak çok şey var ama roman olacak bir hayat değil. 44 yıl bir “Özdemir İnce” binası inşa etmekle geçti. Hem de nasıl geçti.
Yılını unuttum, ama bir yıl süren yeni bir Paris ikâmetinden sonra Doğan ile Ayfer’e Salihli kaplıcalarında rastladım. 1987 ya da 1988 olabilir. Doğan’ın resim yapmaya başladığını bu buluşmada öğrendim. Hiç şaşırmadım. Bana roman yazdığını da söylese şaşırmazdım. Onda böyle bir kumaş olduğuna dair bir izlenim vardı kafamda.
Salihli’de artık benim Mersin’e dönmem gerektiğini söyledi. Mersin ile benim aramda ne vardı, ne gibi bir soğukluk, bunu öğrenmek istiyordu.
Mersin’e karşı hiçbir soğukluğum yoktu. Neden olsun ?!
Bunu şimdi anlatamam, Doğan’a da anlatamadım. Mersin biletimi yitirmiştim. O kadar !
Doğan bu karşılaşmadan sonra işi-gücü bıraktı, beni Mersin’le yeniden buluşturmak için düzenler kurmaya başladı. Bunu benim iyiliğim için yaptığını çok iyi biliyordum. Hayatıma Mersin taşını yeniden oturtmak istiyordu.
2000 yılında Mersin’e aşkla döndüm ve Doğan benim bağlama iskelem oldu.
Doğan sayesinde hayatımın haritası, duygusal ve düşünsel haritası tamamlandı.
Daha yaşaması gerekiyordu. Doğan’sız Mersin şimdi eksildi benim için.
Has bir insandı. Mersin’i anlamlı kılan, Mersin’e derin ve zengin bir anlam kazandıran bir evliya. Mezarı mahalle arasında bir yerde olsaydı “yatır” olur.- Nisan 2008, İstanbul

YAPILMAMIŞ RESİMLERİN VAR DAHA… – Sühendan Şimşek
Tuvalinin karşısına geçip, sandalyesine yaslanıp bir sigara yakarken “Sühendan, haydi bir kahve yap da şu resmi tartışalım” sözleri daha dün gibi kulaklarımda…
O hep yapılmamış resimlerini yapmaya çalıştığını söylerdi. Nitekim bu kısa zamanda, “naif resimde” bilinen birkaç sanatçıdan biri oldu…
Resim yapmak bir tutkuydu onun için…
Her sabah, hiç sektirmeden büyük bir heyecanla atölyesine gelir, atölyenin sokağa bakan penceresinden çevreyi izlerdi…
Elinde sigarası ve tabii ki kahve fincanıyla…
Doğup büyüdüğü bu şehir onun tüm ilham kaynağıydı…
Birbirinden güzel tablolarında hep buradan Mersin ve Çevresinden kesitler olurdu.
Bu memleketin toprağına, portakalının turuncusuna, güneşinin sıcaklığına kilometrelerce uzaklıkta yaşayanlar bile dokunabiliyorlardı. Çünkü Doğan Ağabey’in eserleri bana göre yaşıyor, nefes alıyordu.
Doğan Ağabey, resmi sadece sevdiği için yapmadı…
Gözün gördüğü, ruhun duyduğu bütün güzellikleri barındıran tablolarını herkesle paylaşmak istedi.
Bir resim sergisi açılışında çok değerli öğretmenim Fevziye Öksüz, beni Doğan Ağabey’le tanıştırmıştı. Doğan Ağabey’le tanışmam hayatımda bir dönüm noktası idi. Onun resimlerine de yansıyan naif kişiliği ve hayata bakış açısı bana çok şeyler kattı. Teoman Ünüsan Sanat Galerisi’nde açılan birbirinden güzel sergileri onunla birlikte hazırlama şansını yakaladım. Sıcak ve babacan tavrı ile beni evlâdı gibi sahiplenmesi, sanatla olan bağımı daha da güçlendirdi. Onunla baba-kız gibi elele verip Altamira’yı kurduk. Altamira benim hayallerimi süsleyen bir proje idi.
Doğan Ağabey, Gazanfer Ağabey, Ahmet Yeşil, Bülent Akbaş ve ben Altamira sanat Galerisi çatısı altında toplandık. Kurulduğu 1999 yılından bu yana birçok sanatçıyı misafir etti. Yüzlerce sergi açtık. Fuarlara katıldık. Çok da güzel anlar yaşadık onunla…Çağsav’ın (Çağdaş Sanatlar Vakfı) sanat fuarında, Ressam Yalçın Gökçebağ, Doğan Ağabeyin resminin karşısına sandalyesini koydu ve uzun bir süre baktı. Sonra bana dönerek “Biliyor musun, ben doksan dereceden, (kuşbakışı) resim yapmayı çok istedim ama yapamadım. Doğan bunu başarmış, benim yapamadığımı yapmış” dedi. Doğan Ağabey’in de duyduğu bu cümleler, onu ve beni çok mutlu etmişti.
Ressam Turan Erol, beğendiği resimlerin satılmış olduğunu görünce bana dönerek
“Sen de bütün resimleri satmışsın” diyerek sitemde bulundu. Tabi ki bu benim çok hoşuma gitti.
Başarıyla geçen fuarlar ve sergiler Doğan Akça’yı anlayan, onu ve resimlerini beğenen insanları bir araya getirdi. Birçok dostluklar kuruldu. Mersin’de pek çok insan, resmi Doğan Akça ile sevdi.
Onunla, sanata dair birlikte yapacağımız pek çok projemiz vardı…
Doğan Ağabeyciğim, inanıyorum ki şu anda hâlâ resimlerini, hani hep söylediğin gibi, yapılmamış resimlerini yapmaya devam ediyorsun..Seni hep sevgiyle anacağım… – Altamira Sanat Galerisi, 28 Ocak 2008

O BİR ÇELEBİ’YDİ…- Lina Nasif
12 Ekim 2007 Cuma gecesi acı bir rüzgar esti Mersin sokaklarında.
Senin öldüğünü söylediler Aziz insan, sevgili kardeşim, Ağabeyim Doğan…
Sen değerli, sen paylaşmayı bilen, Sen insanların muvaffakiyeti için güç veren,
Sen ekmeğini paylaşan, sen fakir babası, sen gençlerin okumaları için, onlara burs bulan, çırpınan.
Can dostum, Onurlu Doğan Akça,
O kadar alışmıştım ki sana, sesine gülüşüne.
Şimdi içimde sızlayan bir şey var, bir boşluk içindeyim.
Atölyen mekânımdı, elinden içtiğim Tarsusi kahvenin tadı bir başkaydı.
Biliyor musun Aziz dostum çok şanssızım, Bir kardeşim vardı Feridun Emrealp; onu kaybettim dünyam yıkıldı. İyiyi, kötüyü paylaştığım Emrealp’ten sonra sen; oysa ki daha yaşanacak nice günlerim vardı sizinle…
Açtığım sergilerdeki, o heyecanlı halini hiç unutamam. Davetiye senin satırlarınla güzelleşiyordu.
Bana güç vermek için 11 Mayıs 2007’de açtığım sergide yanımda oldun, Hastaydın zor duruyordun ayakta, ama benim için dayanmaya çalışıyordun.
Sanat Sokağı seni kaybetti; yerin doldurulamaz. O sokağın kır saçlı yakışıklı ressamı, sen Mersin’in bir simgesiydin.
Kalbin insanlıkla, merhametle doluydu.
Şimdi gözlerimde, hayalimde, seni elinde fırça, küllüğünde sigaran, şemsiyeleri çizerken yaşatıyorum. Hastalığından dolayı o çok sevdiğin sigarayı o sanatkar parmaklarından çekip almışlardı. Onun içindir ki senin önünde sigara içemiyordum. Bu ikimizin karşılıklı zevkiydi.
Sen bir liman ben sana sığınan bir LİNA’ydım.
Bir Mersin’ki sen olunca güzeldi.
Başarıya ulaşmış, mutlu kişilerden olan sen daima kalplerde yaşayacaksın.- Mersin, Haziran 2008

KİTABIN DEVAMI İÇİN BU SATIRI TIKLAYINIZ

Biyografik Bilgi

scroll to top