Üç yıldır yapamadığımız Karagöl-Namrun yürüyüşümüzü nihayet gerçekleştiriyoruz. Adana’daki arkadaşlarımızın, güvenlik yetkililerinin ve ilgili kuruluşların “Gideceğiniz bölgede terörist grubu var, sakın ha gitmeyin!..” uyarısı üzerine gelmemeleri en büyük üzüntümdü!… Terör olayını tartıştık. Gidilmeme ihtimaline sinirlendim. Atatürk’ün büyük nutkunda ‘Sırtında abası, elinde sopası” bozkırın ortasında yürüyen bir yaşlıya rastlayan Mustafa Kemal Paşa’nın “Baba nereye gidersin?” sorusuna “Duydum ki Erzurum’u düşmanlar alacamış, bir yol da ben bir görem, daha bizler ölmedik ki” diye verilen cevap geldi aklıma. Ben sırtımı dayadığım dağlara çıkamayacak hale gelmişsem vay halime! … Bu isyanla Erkan’ın delice cesaretini destekledim. Felsefe öğretmeni genç arkadaşımız Tahsin’in de “Kaderde ölüm varsa kaçınılmaz.” felsefesi ile gitmeye karar verdik. Dokuz kişi ile katılacağımız geziyi dört kişi le yapmak zorunda kaldık.
Hiç mutluluktan, heyecandan yüreğinizin sıkıştığı oldu mu bilmem. Hani bir fasulyenin filizlenip, o tazecik nazik bedeni ile üzerindeki toprağı çatlatıp açarak, gün yüzüne çıkış var ya, işte ben de hiç görmediğim, gitmeyi çok istediğim bir dağa, doğaya gideceğimde işte öyle olur. Kalbim sanki kaburgalarımı zorlayıp dışarı çıkacakmış gibi veya sevgilinle buluşacakmışsın gibi!… İşte öyle bir heyecanla yola çıkarak Meydan yaylasına vardığımızda saat gecenin 09:30’unu gösteriyordu.
Mehtap, güneş gibi aydınlattığı İçin çadırları kurmak zor olmadı. Yörüklerle akşam sohbetinden sonra uykuya daldık. Komşu çadırdan gelen bir horlama sesi İle sabaha karşı uyandığımda, belimin üşüdüğünü hissettim, ama mutluydum. Bir tekerleme uydurdum kendi kendime;
Çayır çimene çadır kurulmayacağını bilemedim,
Horlayan arkadaşıma çare, kozalak getirmeyi bilemedim,
Ayın şavkından, şafağın attığını bilemedim.
Ertesi gün Yörüğün oğlunun, bir traktörle bizi Karagöl’ün üstüne bırakması, bize hem zaman kazandırdı, hem güç kaybını önledi. Saat 08:30 da rampa yukarı sırtımızda 20-25 kg yükle yürümeye başladığımızda ilk günün, ilk saatlerin sıkıntısını yaşadık. Vücut o ağırlığa, o ritme İlk gün kendini ayarlayıncaya kadar kalp sıkışıyor. Ertesi günler, o sırtınızdaki yükle Vücut sanki bütünleşiyor ve çok rahat yürüyorsunuz.
Öğle saatleri Karagedik’den aşağıları, gideceğimiz tepeleri, Kadıncık vadisini, kervan yolundan kalan izi, patikayı seyrediyoruz. Hava yarı bulutlu, biraz sisli. Yürüyeceğimiz Kervan Yolu bazı haritalarda görülür. Ereğli’nin İvriz yaylasından Göğere’ye, Karakapı’dan geçerek Çamalan ve Çukurova’ya ulaşır. Bu yoldan asırlar boyu İnsanlar gelmiş geçmiş. (Kısmetse bu yolu seneye baştan sona geçeriz.)
Öğle yemeği yemediğimiz halde açlık hissetmiyorum. Böyle yürüyüşlerde yorgunluktan mı, hava değişiminden mi bilmem, İnsan iştahsız oluyor nedense.
Elimizdeki haritadan tespit ettiğimiz Karakapı’yı görüyorduk ve aşağı patikaya (Kervan Yolu) inip yürümektense yanlamasına kestirmeden gidelim dedik. Keşke aşağı İnseymişiz!… O yamaçta öyle zorlandık, öyle zaman kaybettik kil…
Yüzbeş kiloluk arkadaşımız Metin, bir hayli yıprandı; düştü, kaydı, elleri ayaklan yaralandı, çaresizliği, korkuyu yaşadı. Mecburen aşağı patikaya indi. O aşağıdan biz yukarıdan yürüyerek İlerde buluştuğumuzda haline bir hayli güldük. Eşofmanın arası yırtılmış, her tarafı toz İçinde perişan bir vaziyette.,. Hele alnı!… Sürdüğü arko krem teriyle birleşince, alnında erimiş mum gibi damlacıklar oluşmuş.
Neyse hep birlikte hangi taşın arkasından terörist çıkacak konuşmaları ile Karatepe’nin yanından Karakapı’dan geçerek Karatoprak’a geldiğimizde akşam üzeri idi. Karşılaştığımız Yörükler şaşırıyor; “Yav bunlar bizim gibi gonuşuyor!..” Meğer bu kervan yolunda yürüyüşü yaşamak için sık sık yabancı turistler (yörüğün tabiri ile garı gancık) gelip geçermiş. İlk defa Türk turist olarak bizi gördükleri için şaşırmışlar. Eski insanların bu yolu tercih etmesi, büyük olasılıkla, ormansız arazi olması, vahşi ormanın tehlikesinden uzak olması, çıplak arazide kervanı götürmenin kolay olması, çamur, sel riskinin olmaması ve düşmanları uzaktan görebilmeleri tercih nedenleri olsa gerek.
Yörük çocuklarının meraklı ve sıcak bakışları altında çadırlarımızı kurarken aşağıdaki siyah bulutları seyrediyoruz, gök gürlemelerini dinliyoruz. Çadırlarımızı kurup, küçük ocaklarımızda ısıttığımız hazır çorba ve neskafemizi içerken, karşı vadiden çıkıp gelen avcılarla ve Yörüklerle sohbet ediyoruz.
Konakladığımız ve ertesi gün yürüyeceğimiz çıplak tepeler Kadıncık suyunun doğu sırtları. Yalnız isimler insanın dikkatini çekiyor. Karagölü seyrederek geçtik, Karagedik’ten aştık Karatepe’nin yanından, Karakapı’ya çıktık, Karatoprak’da kara çadırların az ilerisinde çadırları kurduk. Hep karalı isimler. Sohbete başladık. Bizim insanlarımızın hüznü hep dışa vuruyor!… Maç saatleri stadyumdaki İnsanlarımızın uzaktan görüntüsü de öyle, hep koyu renk. Ama bir Avrupa tenis maçını televizyondan seyrediyorsunuz, insanlar genelde beyaz, canlı, açık renk, elbiseler giymiş, insanın İçi açılıyor.
Haritalarda bu karalı İsimlerden başka bazı isimler var onları bir araya getirirseniz bu defa başka enteresan şeyler çıkıyor ortaya. Mesela “Kancıkkayanın mıdığını dolanıp, Dilber Düzü’ne çıkıp dölekte durdun mu, Kızlar Sivrisi’ni görürsün.” Müstehcen isimler de var haritada ama ben yazamıyorum. Çünkü Melek abla nasıl olsa sansüre uğratır.
Evet insanların karamsarlığından bahsediyordum. Bir zamanlar barak havaları da dinlemiştim. Hiç unutmam birinin (Velet Bey) sözlerine çok gülmüştüm.
Velet Bey İsimli türkü,
“Of aman aman” diye başlıyor,
“Hele ben yanmayam da kimler yansın derdime”
“Hele bugün ben ölürsem de düşman gonar yurduma”
“Yandım aman of yandım aman” diye devam ediyor.
Adamdaki karamsarlığa bak. Ölmemiş de, ölürse yurduna başkaları göç ederse nice olurmuş, şimdiden ağlıyor!.,. Eee oturup ben de bir ağıt yakayım bari.
Of aman aman aman
Hele ben ölürsem evin hali nice olur,
Bizim oğlan üniversiteyi kazanamazsa,
Kız evde kalır, anası bakmazsa,
Yandım aman of aman of….
Bulunduğumuz yerde bir de Ziyaret Tepesi vardı. Tepenin hikayesini bilmeyen Yörükler, başka bir şey anlattılar. Eskiden burada Emin Çavuş adında bir çoban varmış. Yaradılıştan kabiliyetli; dağlara, insanların yüzüne baktı mı anında fotoğraf gibi resimlerini yaparmış. Orman İşletmesi almış, götürmüş bunu. Haritasını çıkaramadıkları dağların resimlerini yaptırmak için!… Adamı şehir hayatı sıkmış….
O gün akşam olduğunda yağmur bulutları da üstümüze kadar geldi. Baktık ki yağacak. Ben Erkan’ın çadırına, Tahsin Metin’in çadırına girdik. Çünkü onların çadırı çift katlı İdi. Hem yorgunluktan, hem yapacak İşin olmamasından erkenden yattık. Hava gürlüyor, şimşekler çakıyor. Yağmur da başladı çadıra damlamaya. Bizim yaylada üzeri çinko bir evimiz vardı. Yağmurda öyle güzel uyuması olurdu ki!,.. Çinkoya damlaların tıpır tıpır düşmesi ninni gibi gelirdi. O düşüncelerle dalıp gitmişim. Gece bir ara uyanıp tuvalete çıktığımda, bulutlar dağılmış, yağmur da fazla yağmamış çilenip geçmiş ayna gibi parlayan ayın Işığında dağların sessiz manzarası insanı ürpertiyordu.
Ertesi gün yolumuz hem kolay, hem kısa idi. Kervan yolunun izinden dört saat, 6 lik bir yürüyüşle, rastladığımız Yörüklerle selamlaşarak, Papazın Bahçesi’nin üstünde, Tanzıt denen yerdeki yangın kulesine geldik. Gelinceye kadar bayağı kalabalık üç mezarlıktan geçtik. Hep Osmanlı mezarları idi. Vakit öğleden sonra. Oradaki İnsanların İkram ettikleri çayları İçtikten sonra, katran ormanının üst sınırında, bir pınarın yanına, ardıçların gölgesine çadırlarımızı kurduk. Hava güzel, zaman bol, yorgunluk da olunca dedik bugün kampın zevkini çıkaralım. Yatarken toprağın sertliğini alsın diye, yarpuz topladık, çadırlarımızın altına serdik. Pınarın oluğunda yan yarıya banyo yaptık. Ateşimizi yaktık, yiyeceklerimizi, sucuklarımızı hazırladık. Aşağıdaki harika manzarayı seyrederek yedik, İçtik. Bir güzel dinlendik. Yanında çocuğu, hayvanının ipi elinde, çadırımızın yanından geçen köylü bizimle İlgileniyor. Biz de ne yaptığımızı anlatıyoruz, ama bir türlü anlamıyor. “Ya annadım da, yani ne için geziyorsunuz?” Hep aynı merak, av peşinde misin, madenci misin yoksa gömü (tarihi eser) mi arıyorsun ?
Gece mehtabın güzelliğinden çadıra girmek İstemedik, ağaçların arkasından bir homurtu duyduk. Büyük ihtimalle domuzdu. Ayın ışığında, kuşburnu çalısının karaltısında bekledik domuzun gelmesini ama gelmedi, göremedik mırıldanmamızı duymuş ki homurtu ormanın İçine kaydı.
Üçüncü gün sohbetle dolu, doya doya kahvaltıdan sonra katran ormanında, kozalak toplayanlarla selamlaşarak, hep yokuş aşağı indik. Orman öyle gürdü ki öğle vakti bile güneşi görmedik, ağaçların gölgesinde yürüdük. Metin geride kalıyor diye önde yürümesi İçin biraz zaman verdik. O ara bir böğürtlene rastladık ki sormayın. Öyle çok, İri, öyle diri İdi ki… Karnımız doydu, gözümüz doymadı. Metin arkadaşımıza yeniden yetiştiğimizde artık ayaklan İflas etmişti. Oturmuş, dinleniyor, ayakları su toplamış, delinmiş!… Biz onu tekrar geçip Kadıncık Suyu kenarında beklerken, kızılcık topladık, taze ceviz yedik. İki gün önceki yağmurdan dolayı su bulanık olduğu için ırmakta yüzemedik. Ve ikindi saatleri geldik Papazın Bahçesi’ne. 2400 metrelik Meydan’dan, 700 metreye. Her taraf yemyeşil… Ulu çınarlar ve çam ormanı … Kaynak suyu çağıldıyorl… Orman İşletmesinin bekçisinden başka kimse yok. Ancak Namrun’dan geziye çıkan bir iki lüks İeep geldi geçti. Eski alabalık havuzlarında şimdi su bile yok, bomboş. Her tarafı yabani otlar sarmış. En sağlam yeri tuvaletler. Aynaları bile kırılmamış. Orman işletmesinin masaları ağaçların gölgesinde, kaynak suyunun pırıl pırıl gölcüklerinin kenarında gelecek olanları bekliyor. Elinizi bir dakika bile durduramayacağınız soğukluktaki suya, sabunlanarak, daldık çıktık. Acı veren soğukluğuyla kendimize geldik.
Buradaki içme suyunu Namrun’a götürmek İçin bir regülatör İnşaatı başlamış. Yolları kazıp borular döşemişler. O nedenle yollar bozuk. Enerji hattı için yol kenarına elektrik direkleri dikmişler. Oraların yapılıp, yolun açılması daha İki sene sürer.
O gece son gecemizdi. Ne yiyeceğimiz bitirmeye çalıştık. Bıkmıştık ağırlıklarından!…
Dördüncü gün 30 Ağustos 1999. Yürüyüşe çıktıktan, üç saat sonra Atdağı’nda, medeniyette İdik. Eksoz dumanlan, motorsiklet sesleri… Rahatsız olduk. İmkanımız olsa, hemen o dağlara geri dönerdik. Bugünkü çıkışımıza kendim bile şaşırmıştım. O vadinin içinden, sırtımızda yükle tepeye, hiç durmadan üç saatte çıkmak!… Biz yedi sekiz saat sürer diye tahmin ediyorduk. Yanımızdan geçen müteahhidin teklifine teşekkür ettik. Lada İeep’ine binmedik, yürüdük. Demek ki İnsan alışıyor belli bir tempoya, dinlenme İhtiyacı duymuyor. Yalnız Metin arkadaşımız çıkamadı ayaklarından dolayı. O sonra bir kamyonla Atdağı’na çıkmış eve geldiğinde gece yarısı imiş. Bizi Meydan’a götüren, yine aynı arkadaşımız geldi aldı. Özel arabası ile getirdi bizi Mersin’e. Akşam banyo yaptığımda nerede ise küvetin deliği tıkanıyordu tozumdan, kirimden.
Şimdi düşünüyorum da, anlayamıyorum, bizi terör var diye göndermek istemeyen zihniyeti’… Yoksa “dağlara ne kadar insan giderse o kadar çok olay ur, yangın olur bizim başımız ağrır” varsayımları mı? Bolkar bence teröristin hiç barınamayacağı bir bölgedir. Yolumuzun üzerinde o kadar sorduk terörist yok. Oradaki İnsanlar bu konuda çok hassas. Bu yüzden böyle bir söylenti ile arkadaşlarımızın korkarak gelmemesine çok üzüldüm. Oysa gezi daha zevkli geçebilirdi.
İçel Sanat Kulübü Bülteni Ekim 99 – Sayı 85’alınmıştır.
Önceki gezilerini anlatan yazının birici bölümü için bu satırı tıklayınız.