Gülek Boğazı’nın pek çok efsanesi vardır. Bunlardan ikisini Abdullah Toroslu’nun kaleminden okuyalım:
Gülek Boğazı Efsanesi
Abdullah Toroslu
“Gülek Boğazı, İç Anadolu’yu Çukurova’ya bağlayan dağlar arasındaki dar bir kapı. Yüzyıllardır insanların gelip geçtiği bu kapı önceden yokmuş. Toros Dağları’nın ortasındaki kapıyı kızgın bir dev açmış. Bu kapı bizim bildiğimiz kapılardan değil; bir deve uygun. Genişliği 25, yüksekliği 200 metreden fazla. Gelelim devin bu kapıyı neden açtığının öyküsüne.
Gülek Boğazı’nın olmadığı zamanlarda İç Anadolu’dan Çukurova’ya gidip gelenler çok sıkıntı çekerlermiş. Aladağlar’dan ya da Bolkar Dağları’ndan geçmek yorar, bitkin düşürürmüş insanları. Bir zaman gelmiş, bu iki dağ arasında bir geçit açıldığı duyulmuş. Bu geçidi kimin, neden açtığını merak etmişler. Günümüzde Gülek Boğazı olarak bilinen bu geçidin bir dev tarafından açıldığını öğrenmişler. Açılış öyküsü anlatıla anlatıla günümüze dek gelmiş.
Çok eski zamanlarda Toros Dağları’nın eteklerinde mutlu bir dev ailesi yaşarmış. Günün birinde bu mutlu dev ailesinde anlaşmazlık başlamış. Tartışmalar artmış, geçimsizlik büyümüş. Baba dev, ana deve çok kötü davranmaya başlamış. Yerli yersiz hakaret ediyor, tartaklıyormuş. Bir gün yine karı koca tartışmış. Baba dev sinirlenip evden çıkıp gitmiş. Ana dev olanlara bir anlam veremiyor, üzülüyormuş. Bu evlilik nasıl olsa sona erecek. Yeni bir kavga olmadan buradan gideyim, üzüntülerden kurtulayım demiş kendi kendine. Baba dev uzaklaşınca, ana dev de küçük kızını kucağına almış, hızla uzaklaşmış evden. Anam babam yok, ama akrabalarım var. Onların yanına gider, rahat ederim diye söylene söylene Toros Dağları’na tırmanmaya başlamış.
Baba dev evden ayrıldıktan bir süre sonra yaptıklarına pişman olmuş. Özür dilemek için eve dönmüş. Bakmış ki evde kimse yok. Karısının ayak izlerine bakmış. Dağlara doğru gidiyor. “Karım gitse gitse dağların arkasındaki akrabalarının yanına gitmiştir. Yetişip özür dileyeyim” demiş. Ayak izlerine bakarak dev adımlarıyla yürümüş. Her adım beş yüz metre…
Koşmuş, koşmuş. Dereleri tepeleri aşmış. Eşinin Toros Dağları’nın doruklarında gitmekte olduğunu görmüş, durması için ünlemiş. Ana dev geriye bakmış, arkasından gelmekte olan baba devi görünce korkmuş, başlamış koşmaya. Dağı aşabilse kurtulacak. Kucağında kız çocuğu. Korkudan ayakları geri geri gidiyormuş sanki. Baba devin ne düşündüğünü ne bilsin! Dağın tam doruğuna vardığında yorgunluktan adım atamaz olmuş. Geriye bakmış yeniden. Baba dev yetişti yetişecek. Ayağı kaymış, sendelemiş. Kızı kucağından kayıp fırlamış.
Zavallı çocuk bağıra bağıra kayalardan yuvarlanıyormuş. Baba dev dağın yamacından yuvarlanmakta olan kızını kurtarmak için bir ayağını Aladağlar’a, öteki ayağını Bolkar Dağları’na dayamış. İki dağı ayırıp bir çukur oluşturmuş. Çukurun dibinde kalan kızını kurtarmış…”
Gülek Boğazı’nın böyle açıldığı anlatılıyor. Anlatanlar, “inanmayanlar Boğaz’ın güneyindeki kayalıklara giderse devin ayak izlerini görür, inanırlar”, diyorlar.
Ejderha Kayalığı
Abdullah Toroslu
“Gülek Boğazı’nın iki yanında dik kayalıklar yükselir. Çukurova’dan gelip bu boğazı geçerken batı yanındaki kayaların doruğuna dikkatle bakarsanız taşlaşmış bir ejderha görürsünüz. Bu nedenle o kayalığa “Ejderha Kayalığı”
demişler. Gülek’te bu kayalıktaki ejderha ile ilgili ilginç bir efsane anlatılır.
Çok eski zamanlarda, Çukurova’da iyiler iyisi bir kral varmış. Kötülük nedir bilmez, karıncayı incitmez, düşeni tutup kaldırırmış. Bu iyi kralın bir üzüntüsü varmış. Çok istemesine karşın bir kızı olmamış. Her gün bir kız çocuğu vermesi için Tanrı’ya dua edermiş. Seneler geçmiş, beklemediği bir zamanda hanımının hamile olduğu anlaşılmış. Zaman dolunca bir kız çocuğu olduğu müjdesi verilmiş. Çocuklar gibi sevinmiş kral. Vezirine: “Tanrı dileğimi kabul etti. Ülkemin her yerinde davullar çalınsın, bir kızımın olduğu duyurulsun. Saray herkese açılsın. Yoksullar giydirilip doyurulsun. Eğlenceler düzenlensin, Çukurova şenlensin” demiş. Kralın buyruğu yerine getirilmiş. Eğlenceler masallardaki gibi kırk gün kırk gece sürmüş.
Gel zaman, git zaman kız büyümüş. Yüzünden gülücükler eksilmeyen bir genç kız olmuş. O da babası gibi iyi kalpli, yardımsevermiş. Halk onu çok seviyormuş. Mutlu günler sürüp gidiyormuş. Ünü her yerde bilinen bir falcının Çukurova’ya geldiği duyulmuş. Kral aratıp buldurmuş, kızının falına bakması için saraya çağırtmış. Güleryüz göstermiş. Kızının geleceğini merak ediyormuş. Falcıya: “El falına mı, dil falına mı bakıyorsun bilmiyorum. Duyduğuma göre falcıların en büyüğü senmişsin. Bizim kızın falına bak da ustalığını görelim, seni ödüllendirelim,” demiş.
Falcı uygun bir yere oturmuş, bir fincan su istemiş. Elini fincanın üstüne kapatmış. Orada bulunanların gözlerini kapatmalarını istemiş. Herkes gözlerini yummuş. Az sonra falcı: “Açın gözlerinizi”, demiş. Herkes gözlerini açmış. Kral, falcının yüzünün sapsarı olduğunu görmüş. Falcının durumuna üzülmüş. Falcı depreme yakalanmış gibi sallanıyormuş. Kral ne olduğunu sormuş falcıya. Bir süre sonra falcı derin bir nefes almış: “Saygıdeğer kralım, izin verin gideyim. Bana ünlü falcı demişlerse de inanmayın. Bu faldan bir şey çıkaramadım, isteğinizi yerine getiremedim, üzgünüm,” demiş.
Falcının görünüşünden önemli şeyler gördüğünü anlayan kral sinirlenmiş: “Sen ünlü bir falcısın. Önemli bir şeyler gördüğün açık. Söylemek istemiyorsun. Önemli şeyler olmasa sen böyle susar, herkese küser misin? Bunca yıldır kimseye kötülük yapmadım, ama gerçeği söylemezsen sana kötülük yapabilirim. Ne olursa olsun, gerçeği gizleme benden. Gerçeği söyle ki bizleri meraktan, başını cellâttan kurtar,” demiş sertçe.
Falcıyı bir korku almış. Can bu, lahana pazarından alınmaz ki. Buyruğun sahibi kral… Korka korka açıklamış gördüklerini: “Yüce kralım, gördüklerimi söylemeye dilim varmıyor. Buyurduğunuz için açıklamak zorundayım. Beni bağışlayın, kızınızın ölümüne, beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir ejderha neden olacak. Alınyazısı bu. Kadere karşı gelinmez, alınyazısı silinmez. Yüce kralımız ne düşünür, nasıl bir yol izler bilemem. Gücüm yok, yol gösteremem”…
Kral çılgına dönmüş. Falcının söylediklerini kimseye söylememelerini tembih etmiş yanındakilere. Herkes dağılmış, kral düşüncelere dalmış. Düşünce yorgunu olmuş. Üzüntüden hastalanmış, ateşi yükselmiş. Bir kız çocuğu vermesi için yıllarca Tanrı’ya yalvarmış. Şimdi mutlulukları yarım kalmış. Kızını ejderhadan kurtarmanın bir yolunu bulmak istiyormuş. Hasta yatağında kurgular içindeymiş. Sarayın dışına kat kat duvarlar yapmayı tasarlamış, beğenmemiş. Sular üstüne bir konak yapmayı düşünmüş, yetersiz bulmuş. Son olarak, Gülek Boğazı yakınındaki yüksek bir tepeye, duvarları çok yüksek bir saray yaptırmaya karar vermiş. Saray duvarları cilalı taşlarla örülürse, nöbetçiler de gece gündüz beklerse ejderha giremez diye düşünmüş.
Karar yürürlüğe konmuş. Kısa sürede görkemli bir saray yapılmış. Her yer ayak altında kalıyormuş. Gerekli önlemler alınmış, prenses yeni saraya taşınmış. Saraya, kralın seçtiği hizmetçilerle anne, babasından başka kimse giremiyormuş. Saray kapısı sıkı sıkı korunuyormuş. Zavallı kız buraya neden taşındıklarından habersiz, yeni bir yere taşınmanın heyecanıyla mutluymuş. Kış geçmiş, bahar gelmiş. Dağlar kır çiçekleriyle süslenmiş. Kekik kokuları dört yanı sarmış. Prenses babasına yalvarmış:
“Babacığım, seni canım gibi severim; sen de beni seversin. Bu yaşa dek sana bir dilekte bulunmadım. Buraya neden saray yaptırdığını bile sormadım. Aylardır saray içinde hapis gibiyim. Bahar geldi, her yer şenlendi. Kekik, yavşan kokuları dağları sardı. İzin ver dağları dolaşayım, yalnızlığa alışayım” demiş.
Kral, kızının bu beklenmedik isteğiyle ürpermiş. Ne söyleyeceğini bilememiş. Bocalamış. Canı gibi sevdiği kızına nasıl anlatsın gerçeği? Yanına on asker alıp iki saat gezip geri gelmesine izin vermiş. Kız yanına asker alıp gün ortası çıkmış kırlara. Sevinç içinde kır çiçekleri toplamış, kayadan kayaya atlamış. Yorulunca geri dönmüş. Babası korku içinde merakla beklemiş kızını. Geri döndüğünü görünce çok sevinmiş.
Prenses birkaç kez daha dışarı çıkmış, gezmiş. Babası her çıkışında muhafız sayısını arttırıyormuş. İçindeki korkuyu yenemiyormuş. Sanki falcının söylediği ejderha onu yolda yakalayıp yutacakmış gibi geliyormuş.
Günün birinde gizlice saraydan dışarı çıkmış Prenses. Kırlara açılmış. Kocaman bir demet yapmış kır çiçeklerinden. Sarayın Gülek Boğazı’na bakan yamaçlarına gitmiş. Vadi ayağının altındaymış. Çok mutluymuş. Dinlenmek için yüksek bir kayanın üstüne oturmuş. “Artık dinlendiğim yeter, geri döneyim. Korumasız çıktığımı kimse bilmesin” demiş, ayağa kalkmış. Birden arkasından kulakları sağır eden bir hışırtı, gürültü duymuş. Geriye dönüp bakınca gördükleri karşısında donup kalmış yerinde. Gerilerden bir ejderha, ağzından ateş fışkırtarak kendisine doğru hızla yaklaşıyormuş. Zavallı prenses önündeki uçuruma bakmış bir an. Atlanacak gibi değil. Koşmak istemiş bir an. Korkudan adım atamamış. Tanrı’ya yalvarmış: “Yüce Tanrım, baba öğüdü dinlemedim, korumasız çıktım saraydan. Bu ejderhaya yem etme beni. Beni de, bu ejderhayı da taş et. Hiç olmazsa ana baba öğüdü dinlemeyenler taşlaşmış vücudumu görürler de ders alırlar.”
Tanrı kabul etmiş prensesin dileğini. Hem kendi hem ejderha taş olmuş orada. Günümüzde o taşlaşmış kabartmalar hâlâ durmaktadır. Çukurova’dan giderken Gülek Boğazı’na geldiğinizde yolun sağına çekilip başınızı kaldırarak batıdaki kayaların en yüksek yerine bakarsanız taşlaşmış ejderhayı kolayca görürsünüz. Prensesin taşlaşmış vücudunu görmek istiyorsanız Gülek kasabasından dolaşıp gelmeniz gerek. “
Eğitimci-Yazar Abdullah Toroslu
1935 Yılında Gülnar’da doğdu. Yıllarca öğretmenlik yaptı.
Mersin’de yaşıyor. Eğitimci –Yazar – Araştırmacı.
Kitapları: 1-Türkçe Sözlük. 2-Yazım Kılavuzu. 3-Türkçe Bilgileri. 4-Kılavuz Dilbilgisi. 5-Resimli Öyküler. 6-Gılgamış Destanı. 7-Halk Masalları. 8-Karacaoğlan’ın Yaşam Öyküsü. 9-Deyimlerimizin Öyküsü.