Toros Dağlarını n yaşamını çok özleyecekti ; bunu biliyordu. Yine de uzaklaşacaktı buralardan. Kolları helkeli oğlak sulamaya giden yörük kızları, keçilerin, körpelerin meleyişleri, kekliklerin ötüşleri, menekşelerin kokuşları çıkmayacaktı aklından, gitmeyecekti gözlerinin önünden. Bunları biliyordu; ama sıkılmaya başlamıştı. Durağan yaşam ona göre değildi. Coşkun sular gibi akmalı, yağız atlar gibi koşmalıydı o!
Bu duygularla çıktı kara çadırdan. Kara çalılar arasında yürümeye başladı. Tatlı bir ilkbahar günüydü. Baygın menekşe kokuları uçuşuyordu havada. Parrr diye bir keklik uçtu önünden; faşş diyerek bir kara yılan aktı çalılar arasından; boz ağaca bir kalle (sincap) tırmandı. Doğa cıvıl cıvldı. “Ne güzele doymaz bir gönlü vardı!” Bir yandan da Döne’ye gücenmişliği.
Bir çadıra çıktı yolu. Bir kadın yayık yayıyordu. Döne’nin anasıydı. Tanışıyorlardı. Yörük obalarında kapalı kapı bulunmazdı Karacaoğlan’a. Taze ayran ve çomaç (sıkma) sundu kadın. Nazlanmadı. Döne’yi sordu. Oğlak kırmaladığı bilgisini aldı. Sitemli bir türküyle veda edecekti ona.
Tahra sesi duyuluyordu bulunduğu yerden. O yana çevirdi yönünü. Döne ağacı başındaydı. Karacaoğlan bir taşın üstüne oturup hiç konuşmadan vurdu sazının teellerine:
Bülbül havalanmış yüksekten uçar;
Has bahça içinde gülüm var, deyi.
Seni seven yiğit serinden geçer,
Güzeller içinde yarim var, deyi.
Ben seni severim, sen de sev beni.
Mevla`m bir karada koymaz insanı.
Elbet, bir gün olur, ararsın beni;
Şurda bir divane yarim var, deyi.
Ben, seni severim can ile candan;
Mevlam ayırmasın sevdiğim benden,
Canım esirgemem vallahi senden,
Götür sat pazara, kölem var, deyi.
Karac`oğlan söyler: kaşı karadan,
Hiçab perdesini kaldır aradan,
Seni, beni bir Mevla`dır yaradan,
Büyüklenme, hey kız, güzelim deyi.