Mersinde Yeni Bir Misyon Doğuyor
YUMUKTEPE ARKEOLOJİ PARKI PROJESİ – Prof. Dr. Taner TARHAN (Proje Danışmanı)
Uygarlıklar ülkesi Türkiyemiz. Hemen hemen bütünüyle dev bir “Açıkhava Müzesi” görünümündedir. İnsanımız, binlerce yıllık geçmişin çok renkli tanığı olan bu zengin tarihi dekorun içinde günlük hayalini sürdürür durur…
Kimimiz hu zenginliğin, güzelliğin farkındadır, kimimizin gözü hile görmez çetin yaşam uğraşının yorgun, bezgin koşuşturmasında… Oysa, gözümüzün alabildiği ayağımızın baslığı her noktada, soluduğumuz havada insanlığın geçmişi vardır, tarih vardır ve de bu toprakların sahihi olan bizlerin geçmişi vardır.
Yaşadığımız köyler, kentler tarih kokan hu eski yerleşmelerin ya içindedir, yada üzerindedir, ya da yamacındadır, yandaşındadır. Yani, buralarda binlerce yıldan beri süregelmiş devamlılık vardır, hayal vardır. Bilimsel tanımla bu türe “Yaşayan Tarihi Çevre” denir: Sekizbin yıllık bir höyüğün tepesinden doğan güneşle uyanır, tarihi kalıntıların, yapıların süslediği caddeleri, yolları, arşınlar dururuz gün boyunca.
Mersinlilerin yaptığı gibi…
Ve Ata’yı görürüz, Mersinde konuk olduğu evin balkonundan Akdeniz’in mavisine gök mavisiyle hakan…
Bu arada Koza Çatlatan” dan kaçanlar yaylalara sığınırlar, ama onları kucaklayan tarihî çevreden bir türlü kopamazlar: Kepirli’de güneş, yeşil vadiyi gözleyen bir Roma Kalesi’ne yansıyarak batar… Burçlarda nöbet tutan Romalı muhafızın parlak tolgası kargısı bu yansımanın içindedir. Ya da Kızkalesi sahillerinde yüzerken Kilikyalı korsanlarla birlikte kulaç atar veya Cem Sultan’ın tutsak konukluğunun hüznüne ortak olursunuz…
İkinci türü oluşturan “Ölü tarihî çevre” ise ıssız, sessiz uzaklıklardaki terk edilmiş eski yerleşme merkezleridir. Avcıların, çobanların uğrak yerleridir ve de define avcılarının!…
Akdeniz’in sahilleri, Torosların etekleri, yalçın tepeleri, dorukları, vadileri ve yaylaları Antik kentlerle doludur. Bunların toprak üstü kalıntıları, görkemli tiyatroları, anıtları, mezarları, surları çok etkileyicidir. Gökyüzünün, denizin mavisi, ormanın yeşiliyle perdelenen gizemli görüntüler, geçmişin suskun ve hüzünlü romantizmini yansıtırlar. Tarihi zenginlikler görsel malzeme olarak tüm özellikleri ile -tabii ki göründüğü oranda- gözler önündedir.
Oysa höyüklerin görünümleri, anlamayanlar, değerlerini bilmeyenler için öyle pek de etkileyici değildir. Onlar için sadece bir tepe, altı üstü bir toprak yığınıdır, biraz taş, biraz kül, kerpiç biraz da etrafa dağılmış anlamsız (!) çanak-çömlek parçasıdır.
Bilinmez ki onlar, günümüz uygarlığının, yaşadığımız kentlerin anasıdır. Ve bunların binlerce yıllık gizemleri içlerinde saklıdır.. •
Üstüne üstlük doğudan batıya kilometrelerce uzanan Akdeniz sahil şeridi Antik kentlerin bolluğuna oranla, höyük tipi yerleşmeler bakımından hiç de zengin sayılmaz. Bunlar parmakla sayılacak kadar çok azdır. Mersin bu yönden çok şanslıdır. Bölgenin, Anadolu’nun ve de Önasya dünyasının geçmişine ışık tutan dev bir Yumuktepe vardır ve 25 kilometrelik bir kuş uçumu yakınlıkta, Tarsus’ta Gözlükule… Bu ünlü yerleşmeler sahil şeridinde bilinen diğer birkaç höyükle birlikte, iskan tarihi bakımından dengesiz gibi görünen ilginç oransızlığın ve bilinmezliğin yegâne başvuru kaynaklandır.
Ama Yumuktepe’nin yeri bir başkadır. Sekizbin yıllık bir geçmişi aydınlatan bir “zaman tüneli”dir, başvurulacak ana bilgi bankasıdır. John Garstang’ın kazı sonuçlarına göre otuzüç yapı katı söz konusudur: Günümüz uygarlığının temeli olan yerleşik düzenin, şehirciğin, bilinçli üretimin, ticaret ve ekonominin şekillendiği ve kurumlaştığı Neolitik le başlar ki bu devre ait evrelerin katmanları on metreyi bulmaktadır. Müthiş bir birikimdir bu. Bunu Kalkolitik devir izler, İlk ve Orta Tunç’u takiben Son Tunç Devrinde Anadolu’nun ilk devleti Hititler’in çivi yazılı kaynaklarından bildiğimiz Kizzuwatna Krallığı karşımıza çıkar ve Mersin’de kaydedilmiş tarihin öyküsü başlar…
Kizzuwatna Kralı’ndan Hitit Kralı’na armağan olarak gönderilen, altının parıltılı değerini gölgede bırakan “demirden taht ve silahlar” belki de buradan gitmiştir, bilinmez…
Yumuktepe’de yaşam sürmektedir. Demir Çağ’ın karanlıkları gittikçe aydınlanır, Grek denizciler, tüccarlar Doğu Akdeniz’e yelken açmıştır. “Orientalizan” üsluptaki mallar buna tanıktır… Doğuyla batının kaynaştığı bir dünya devleti Büyük İskender in düşü olmuştur… Hellenistik devir ve Romalılar… Yumuktepe belki de artık birkaç çobanın konakladığı bir köydür veya bir küçük Roma karakoludur Kilikyalı korsanlara karşı…
Antik Çağla birlikte düşüş başlamıştır. Höyük katman kalman yükselmektedir ama bir Antik şehrin çarpıcı ve etkileyici güzellikleri yanında, sona yaklaşan, kabuğuna çekilmiş yoksul bir yaşlı bilgedir artık. Ve Ortaçağ’ın bir yerinde son nefesini verir Yumuktepe, noktalanan yaşamının karanlığına yumularak.
Giden, gittiği gibi kalsa, kalabilse amenna. Bu nedenle, gidenlere “geçmiş olsun” diyerek taziyelerde bulunuyoruz. Çünkü ne görkemli anıtları, Antik kentleri ve de kendi özvarlığımızın tanıkları olan ata yadigârlarını, hanları, hamamları, medreseleri, camileri ve “ülkemizin tapuları” dediğimiz mezarlıkları bilinçsizce veya bilinçli olarak tahrip etmişiz ve halen de etmekteyiz.
Kalanlar halâ bizimdir. Bunların tümü, yâni sahip olduğumuz “Kültür Mirası” bizim olduğu kadar da tüm insanlığın ortak mirasıdır.
İstediğin kadar yaz, çiz/anlat, yetkiliye, yetkisize, ilgiliye, ilgisize… Kıyım devam, ediyor… Belki de bolluktan… Unutmayalım ki hiç bir zenginlik, ister doğal olsun ister tarihî “dipsiz kuyu” değildir. Gidenin ardından diz dövmek, gittikçe boşalan kuyuyu doldurmaz… Gösterişsiz, alımsız, çalımsız görünümleri ile (?) zavallı höyüklerin kıyımı ise çerez gibidir ve çok kolaydır… Vur dozeri gitsin…
Garstang’ın ölçümlerine göre 25 metre yükseklikte, 300 metre çapında olan Yumuktepe’miz de bu kurbanlardan. Dozerlerle bir güzel tıraşlanmış teras teras… Ve daha sonra ağaçlandırılmış… Bizlere şimdilik “sıhhatler olsun” demek düşüyor. Fî tarihinde yapılmış evlere şenlik bir ağaçlandırma projesi ve daha sonra park uygulaması.
Alt yapı, üst yapı derken beton basamaklarla ulaşılan tepedeki beton oyun sahaları ve su deposu filan… Eteklerdeki beton binalar sanki hiç yer yokmuşçasına kurulan bir trafo merkezi, her terasta halka halka dağılan “musalla taşı” gibi beton oturma üniteleri ise sayısız, sanki tüm Mersinliler gelecekmiş gibi… Ve bugün bizleri serinleten çam ağaçlan, betonlaşmaya yüz tutan güzel duygularımızı yelpazeliyor…
Her neyse bunlar 30 küsur yıl önce yapılmış. Ya günümüzdeki tasarımlara ne demeli?
Bu günkü mevzuata göre, ilgili yasal deyimle “üzerine çivi çakılmasına bile izin verilmeyen” Birinci Derecede Sil Alanı” olarak tescilli Yumuktepeniıı Kültür Bakanlığı’nca ihale edilen Mart 1993 tarihli projesine de maşallah! Projede imzası olanlar, bunu kabul eden sayın yetkililer ve sorumlular sakın alınmasın! Beyler, hanımlar burası Yumuktepe! Bu proje ile mi onu koruyacaksınız?…
Türkiye çağ atlamıştır. Doğrudur, bu kesinlikle inkâr edilemez. Ancak bazı konularda “uzun” atlamıştır. Çünkü, bilinçli veya bilinçsiz bireysel bencillik, “adam sen decilik ve Köşe dönücülük gittikçe kitlesel toplum hastalığına dönüşmüştür.
Türkiye’nin içinde yaşadığımız, hayatı önem taşıyan çok önemli iç ve dış problemleri vardır ama hiçbir problemi bir diğerinden soyutlayamazsınız, biri bir diğerine bağlıdır. Belki de bazılarınız diyecek ki:
– Sayın Profesör, sizin ilgilendiğiniz konular “devede kulak” kalır, “sinek vızıltı bile değildir. Arkeoloji, tarih marih karın doyurmaz. Bunlarla vatan kurtulmaz.
Oysa acı gerçekler gözler önündedir. Sorumsuz bir mirasyedi gibi, hem, geleceğimizin güvencesi olan tüm zenginliklerimizi düşünmeden ve ölçüsüzce tüketmeye başlamışız. Buyrun size somut bir örnek: Toprağımız dar olan bir ülke olsak neyse…
Kuru bastonu dikseniz, filiz verdirtecek mucizeye sahip olan canım Çukurova’yı onbinlerce yılda oluşan bereketli toprakları, fabrikalar cennetine çevirmişiz, sanki yamaçta, kıraçta yer yokmuşçasına, canım Ege ovalarını tuğla ocaklarına çevirdiğimiz gibi. Bu anlaşılmaz, korkunç uygulamanın, bu mantık dışı kısa yoldan köşe döndüren felsefenin bencil ana fikri bence “Benim bu gün kamım doysun da, gelecekte torunumun torunu taş yesin” demektir. Bir ayağı çukurdayken bile ceviz ağacı diken atalarımızın, dedelerimizin ahirette kulakları çınlasın…
Konumuz olan tarihi zenginliklerimiz de en az yukarıdaki konu kadar önemlidir, Türkiye’nin ekonomisi açısından hayati bir önem taşımaktadır; kaybolan tarihi*değerlerin bilimsel önemleri ise bu problemin bir diğer halkasıdır. Onunla zaten bizler uğraşıyoruz
bilimsel olarak, akademik olarak.
Doyumsuz doğa güzellikleri ile kaynaşmış olan -mağara adamından bu yana günümüze kadar ulaşan- kültür mirasımız ekonomik açıdan, turizm denen sektörün, bu hareketli olayın can damarıdır, lokomotifidir. Bilindiği gibi turizm sektörü “Bacasız, dumansız fabrikalar zinciri” olarak tanımlanıyor. Demek ki bir anlamda her höyük, her Antik şehir, her anıt irili ufaklı birer fabrikadır daha doğrusu bu fabrikanın temelidir. Ve dolaylı olarak insanımızın ekmek kapısıdır, turizme bel bağlayanları esnafın , lokantacının, daha başka bir deyişle çok geniş bir kitlenin ve devlet bütçesinin güvencesidir.
Bizlere dövizlerini bırakan yüzbinlerce turist bunları görmeye geliyor. Doğa güzelliklerinin kucağındaki insanımızın sıcaklığı ile geleneksel misafirperverliğimize konuk olmak istiyor. Yoksa onlar ne beton yığınlarımıza aşık, ne çarpık kentleşmemize, ne de çöp yığınlarımıza. Altın yumurtlayan tavuğumuzu bu gidişle menapoza sokar ya da maazallah kesersek bundan sonra hava alırız… Bu zenginlikleri, gelecek kuşaklara ve tüm insanlığa sorumlu olarak -hiçbir şey yapamaz koruyamazsak bile – en azından bulduğumuz gibi bırakmak zorundayız. Bununla bağıntılı olarak, Kültür Mirasımızın geleceği kaygısı da, bu uğurda cansiperane çalışan, döken, uğraş veren bir avuç insanımızın korkulu rüyası olmaktan çıkmalıdır. Bu uğurda bilinçli bir şekilde ve gerçekten ehil ellerde harcanacak olan milyarlar, yakın bir gelecekte trilyonlar olarak geri dönecektir. İflası, rizikosu olmayan bir yatırımdır bu, tabii ki gelecek kuşakların da sahip olacağı ve sahip çıkacağı…
Gerçek anlamda korunmuş ve değerlendirilmiş olan doğal ve tarihi zenginlikler, ekonomik açıdan darphane gibi para basan gür bir kaynaktır, devlet bütçesinin tükenmez vakfıdır.
Bu arada büyük turizm şirketlerinin, otellerin, işletmelerin kulakları çınlasın… Muhakkak ki tarihî ve doğal zenginliklerimizin eşsiz güzelliklerini pazarlayarak reklam yapıyorsunuz. Çünkü gerçek anlamda^görünmez ana sermayeniz bunlar. Hiç olmazsa kazancınızın bol olduğu dönemlerde/çevrenizdeki kazılara, restorasyon ve koruma projelerine lütfen destek çıkıverin ya da bu amaçlı vakıflar kurun. Her şeyi devletten beklemeyelim. Sizler başta olmak üzer^bundan bütün Türkiyemiz karlı çıkacaktır. Hem de günümüze ve geleceğe karşı olan sorumluluk payında övünç ve onur kaynağı olarak.
Yumuktepe’nin gündeme gelişi, bir anlamda bu devasa bilgenin yeniden doğuşu Prof. Dr. Veli Sevin ile başlıyor. 28 yıllık dostum… Bendeniz gencecik bir asistanken en çalışkan öğrencimiz, daha sonra aynı alanda mesai arkadaşım, kazı, araştırma ve projelerde kalem ortağım, hem de paylaştığım odanın…
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin 406 no.lu odasındayız. 1992 Ekiminin başları… Sevgili Veliko her zamanki bilimsel heyecanı ile anlatıyor, anlatıyor. Elinde planlar ve fotoğraflar ve sehpanın üzerinde Garstang’ın kitabı. Ancak bu kez ağlamaklı, hüzünlü. 1962 yazında Prof.Dr. Elizabeth Rosenbaum ile birlikte ilk kez ziyaret ettiğim Yumuktepe’yi hatırlamaya çalışıyorum. Mersin’in varoşlarında pırıl pırıl akan bir derenin kıyısında… Garstang’ın açmaları henüz kaybolmamış… Göçerlerin birkaç devesi… Birkaç ev… Biri “Huğ evi” … Saz damlı, güney-batı eteklerin hemen yamacında…
Veli Bey kararlı ve haklı… Dünyanın tanıdığı bu höyük, yeniden araştırılmalı, kurtarılmalı ve korunmalı. Ama nasıl? Sadece kurtarma kazıları yeterli değil… Nasıl bir proje uygulamalıyız?… .Hem nalına, hem mıhına… Topografik planın üzerinde tartışıyoruz, çirkinlikleri örtercesine kalemim bir şeyler karalıyor arkadaşımın iç duygularına üzüntülerine deva olacak.
– Tamam, ağabey oldu, projenin adı “Yumuktepe Arkeoloji Parkı…” Ve anlatıyor Mersin’de ki bir avuç idealist insanın varlığını, desteğini, sıcak ilgisini… Çünkü bizler için öncelikle bu gerekli…
27 Ağustos 1993, yine Anadolu yollarındayım, yanımda eşim Aysel Hanım. Kazı başlayalı neredeyse bir hafta olmuş. Veli Bey ve çalışkan genç asistanımız Eski Çağ Tarihi Arkeoloji den Aynur Özfırat bizleri otogardan alıyorlar… Ver elini Yumuktepe… Ama Mersin bildiğim Mersin değil, neredeyse İstanbul’un yavrusu… Sadece palmiyeli eski bir cadde bana aşina… Sıcak ise, henüz geldiğim İstanbul’un sıcağı gibi şimdilik.
Biraz soluklandıktan sonra adeta bir İnka tapınağına tırmanır gibi beton basamakları çıkmağa başlıyoruz. Zirvede örümcek bacaklı dev bir su deposunun demir ayakları ve yanı başında zirvedeki ilk açma, l0xl0 m boyutlarında. İçinde, çevresinde cıvıl cıvıl çalışan kızlı erkekli öğrencilerimiz, geleceğin arkeologları… Ve bizlerin geleceği-hem öğrencilerimiz hem de genç meslektaşlarımız olan – bilim kurulu üyelerimiz, asistanlarımız açma başkanları olarak görevde… Eski Çağ Tarihçisi Arkeolog Kemalettin ve eşi Sanat Tarihçisi Gülgün Köroğlu, arkeolog Hakan Sivas, Mimar Esin Aydemir Hacıalioğlu’nun yanı sıraa Mersin Belediyesi’nden Arkeolog Sevil Erçin ve müze asistanı Hititolog Yaşar Ünlü. Sımsıcak bir karşılama… Hava mı ısınıyor yoksa benim duygularım mı?
– Kolay gelsin, diyorum.
Arı gibi çalışan işçilerden aşina olduğum bazı sesler yükseliyor:
– Hoşşş gelmiişseeen, begim. Bu hoş geldin sesleri aynı zamanda Mersin’e olan yoğun göçün sesi…
Açmanın içinde Orta Çağ tabakaları karman çorman, elektrik kabloları, naylonlar, kıyımın tarihini veren gazete parçalan vesaire ve duvarlığı kalmamış duvar parçaları, dört bir tarafa dağılmış taş bloklar ve bana gülümseyen sırlı çanak çömlek parçalan.
Höyüğün dere tarafındaki yamaca iniyorum… Tozlu, toprak yolun üzerinde projemizin ortağı Roma Üniversitesi’nden Dr.İsabella Caneva’nın narin gölgesi , elinde mala koşuşturuyor, bir açmadan diğerine… Garstang’ın ortaya çıkardığı Neolitik dönemin yani Cilalı Taş Devrinin bu toprak yol sayesinde cilası kalmamış izlerini araştırıyor. Topograf Roberto Manigrasso ise nivonun dürbününden ölçümler yapıyor, ünlü İngiliz bilim adamının kitabındakilerle ne denli uyumun varlığını tespit için… Daha şimdiden bazı tutarsızlıklar söz konusu.
Hangi şehircilik planlamasına göre, hangi akla hizmet bu kör yol açılmış, höyüğün bu yamacını kesip, kuşa çevirircesine…
Dere yatağını gittikçe örten moloz-toprak atıklarının üzerindeki çöplükte sinek filoları inip kalkıyor ve burun direklerini kıran kokular İstanbul’un Haliç’ini hiç aratmıyor…
Bu arada belleğimde kalan, ahşap, kamış ve çamurla yapılan “Huğ” evi de kırmızı kiremitle örtülerek çağ atlamış. Neolitikten itibaren geleneksel bir yapı türü olarak varlığını devam ettirmiş olan bu ilginç ev -şehrin göbeğindeki iki evle birlikte- türünün son örneklerinden. Avrupa’da, Amerika da olsa belki de koskoca bir cam fanusun içine koyarlar… Oysa o, içindeki yaşlı sakinleri gibi, çöplüğün kıyısında terk edilmişliğin son demlerini yaşıyor.
Vali beyden haber geliyor, bizleri konutunda bekliyormuş. Mersin’deki ilk günüm hızlı geçiyor, yol yorgunluğu, kazının toz toprağı, bir karış sakal… Henüz Kepirli’deki kampa çıkıp, yıkanıp paklanamadık bile… Neyse, arkeologun yazgısı bu, arazi kıyafeti
ile salon adamlığına alışkınız… Karşımızdakiler de bu durumu her zaman takdirle karşılıyorlar inanın. Çünkü o anda kıyafetimiz değil yaptıklarımız önemli.
Vali Çetin Birmek ve zarif eşi ile sohbet ediyoruz. Bana hiç de yabancı değiller.
Hemşehri çıkıyoruz, hem de çok yakın. Vali bey, ağabeyimin Galatasaray’dan sınıf arkadaşı, hamftendi ise bendenizle aynı dönemden, Kartaltepc İlkokulundan. Kırkbeş elli yıl öncesi Bakırköy’deki anıları tazeliyoruz. Dünya gerçekten küçük…
Mersin’de her gün zarif insanlarla tanışıyorum. Mersinli olan, olmayan Mersin tutkunu… Belediye Başkanı Kaya Mutlu ile henüz tanışmadım. Reis bey tüm ekibe kucak açmış, öğle yemeklerini belediyenin devasa yemekhanesinde yiyoruz… Davetler ziyaretler birbirini izliyor. Konu hep Yumuktepe…
Mimar Semihi Vural ve zarif eşi Dr.Ayşe Hanım dünya tatlısı insanlar. Ercan Bey ve zarif hanımı da ha keza …
Semihi Bey bürosunu bize tahsis ediyor, proje çizimleri ve her tür işlerimiz için.Çok zarif bir davranış… Büronun duvarlarında Mersin’i tasvir eden tablolar asılı, sanki 19. yüzyıl gravürleri…
Ressam Ertan Aykın’ın yaratıcılığına hayran kalmamak elde değil…
Siren Hanım biraz utangaç, aynı tür çalışmalarını gösteriyor, hayranlığım bir kat daha artıyor… Mersin’i ölümsüzleştirmişler, bu sanat aşığı insanlar. Dünya tatlısı insanlar gittikçe çoğalıyor. Ali Merzeci genç bir iş adamı, Sihirgazın sahibi imiş. Eski deyimle “ismi ile müsemma”… Sihirli elleri, neredeyse kampın tüm lojistik ihtiyaçlarını yaratıyor…
Sanat Kulübü’ne davetliyiz… Tüm üyelerden çok sıcak bir karşılama… Hep Yumuktepe üzerine. Başkan Fazıl Bey bizleri saran, çok anlamlı bir konuşma yapıyor. Bu ilgiye duygulanmamak elde değil. Bu güzel günde belim yine tuttu, iki büklüm dinliyorum. Yıllar öncesi meslek kazalarından hatıra; Aphrodisias’dan, Side’den ve Çavuştepe’den… Üç arkeolojik bel fıtığı! Sağ olsunlar Doktor Ayşe Hanım koşuyor. İğneyi duyunca birden bire iyileştiğimi hissediyorum, bir hap yeterli. Dağcı Erdal Bey slayt ziyafeti çekiyor… Yumuktepe’den Garstang’ın açmalarından birkaç eski görüntü… Yaratıcılığının ve düş zenginliğinin eseri, elleriyle yaptığı dağ evi “Şenel on the rocks” ı izliyoruz ve dostlarını, tırmanışlarını… Arkadan sesler yükseliyor:
– Konuklarımız sıcaktan bunaldı Erdal Bey! Anladığım kadarıyla kibarca “kısa kes” parolası bu.
– Görüntüler hızlanıyor ve arkasından uçan, kanatlı gencin hava fotoğrafları…
– Yumuktepe’nin de çekimi planlanıyor ilk kez. Günümüzün arkeolojisi için şart.
– Ve aynı zamanda kızım Ayşegül’ün doğum günü olan bu geceyi bir müzik ziyafeti ve Yaşar Beyin sürpriz pastası ile noktalıyoruz. Günler dolu dolu geçiyor. Mersin’de, Yumuktepe’de ve Kepirli’de.
Bir zarif hanımefendi; Rezzan Hanım… Sanat ve arkeoloji tutkunu… Neredeyse Mersin’i ayağa kaldırıyor bizler için.
Yumuktepe için, Mersin için. Bu hafta İçel Rotary Kulübü ve Toros Rotary Kulübü üyeleri ile bir araya geleceğiz.
Deniz Ticaret Odası Başkanı İrfan Solmazer kazımızı ziyaret ediyorlar. Vali Beyin hanımı ile birlikte… Projeyi, tasarımları, ve pilot alanlarda anlatıyoruz. Büyük bir ilgi ile dinliyorlar. İrfan Beyin ziyareti ile çok büyük bir güç kazanıyoruz…
Müze müdiresi, zarif meslektaşım Müyesser Tosunbaş Yumuktepe için çırpınıyor. . Ve bizler için. Atatürk Müzesi’nin üst kattaki müdür odasını bizlere tahsis etti. Proje çizimlerimizi yapmamız için.
İstanbul’dan ekibin diğer üyelerini, yakın dostlarımızı ve meslektaşlarımızı bekliyoruz. Prof. Dr. Önder Bilgi, Sanat Tarihçisi Hülya Yılmaz ve daha sonra sevgili ağabeyimiz Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu’nu….
Bir, üç, beş derken halka gittikçe genişliyor ve bizlere kucak açmış Mersin’de yeni bir misyon doğuyor: “Yumuktepe Arkeoloji Parkı” Projesi… İstanbul ve Roma Üniversiteleri’nin elbirliği ile, tüm Mersinliler’le, hep birlikte ona “hayat öpücüğü” verip, canlandırmak… Mersin’e,Türkiyemiz’e ve tüm dünyaya armağan etmek için…
Aldığımız bu maddî ve manevi güç ve yıllardır özlemini duyduğumuz bu sıcak ilgi, bu moralle çalışmaya koyuluyoruz.
Çünkü, her şey parayla olmuyor. Kaynağı yaratıp buluyorsunuz, gerçek anlamda ilgi yok, destek yok, anlayan, anlamak isteyen yok! Yönetimi sizin elinizde olmayan para kaynağı da bilinçsizce başka yönlere kayıyor. Bu konuda, yirmisekiz yıl emek verdiğimiz Van’da boyumuzun ölçüsünü aldık… 1983’den itibaren hazırlayıp bilim dünyasına tanıttığımız “Tarihi Milli Park” Projesi 1987’deki kazılarımızla uygulama aşamasına geçti, 1988’de de Gevaş-Tarihî Türk Mezarlıkları Restorasyon ve Çevre Düzeni Projesini uygulamaya koyduk… O zamanki adıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı eski bakanı sayın Tınaz Titiz i Üniversitemizi ziyaretinde Van’a davet ettim. Sağ olsunlar sözünde durdular ve geldiler, meslektaşım eski genel müdür Altan Akat’la birlikle. Yapılan yoğun fikir jimnastiği sonunda şiddetle ihtiyaç duyulan devamlı ana kaynak yaratıldı, hem de devlete yük olmaksızın: İlgili genel müdürlük ve vilayet arasında yapılan protokolle, il özel idaresince ören yerleri giriş ücretlerinden toplanacak gelir, o yöredeki arkeolojik kazı, restorasyon, onarım ve de projelerine sarf edilecekti. Van pilot bölge ilan edildi ve bu daha sonra onyedi vilayette de uygulanmaya başladı, Mersin dahil… Uluslar arası düzeyde de büyük ilgi gören bu iki büyük projemizi ancak beş altı yıl sürdürebildik.
Çünkü amacımız nokta hedef değildi, sadece kazı değildi, zaten yıllardan beri yapıyorduk. Ve bu konuda perdeyi kapatmak zorunda kaldık, üzülerek ve istemeyerek, sanki vefakar bir sevgiliden ayrılırcasına… Proje konusunda ise -kapsam ve uygulama bakımından- bazı yönleriyle Türkiye’deki “ilkelerdendik. Bilimsel olarak yazdıklarımız, çizdiklerimiz ve yapabildiklerimiz ki bunların hepsi birer belgedir, hiç olmazsa böyle geniş açılı düşünemeyenlere örnek olmaya çalıştık, örnek olduk hoşgörüyle…
Bunlar geride kaldı, şimdi Yumuktepe’deyiz. Mersin’deyiz…
İstanbul’da karalamalarla düşlenen proje, höyükte gerçeklik kazanıyor, hacım kazanıyor. Kah yamaçlarda, kah eteklerde ve kah zirvede dolaşarak hem kazıları izleyip hem de düşünüyorum saatlerce Veli Bey’le birlikte Esin le birlikte… İlk tasarımlar Semihi Bey in bürosunda şekillendi. Daha sonra Ata’nın evinde… Mimar Esin’in kalemiyle bütünleşmiş narin parmakları, düşüncelerimi, düşlerimi okurcasına çiziyor, çiziyor, çiziyor: Bu proje de “ilk”lerden. Özellikle girişten zirveye ulaşan Birinci Pilot Alan tasarımının uygulanmış olan hiç bir örneği yok. Ne Türkiye’de ne de dünyada, bu tür höyük yerleşmeleri için…
Projenin öncelikle vurgulanması gereken ana hedefleri şöyle:
I. Arkeolojik kazı ve bilimsel yönden, Garstang’ın sonuçları ile karşılaştırmak, uyum veya uyumsuzlukları saptamak. Geniş çaplı araştırmalarla ortaya çıkacak olan verileri ve sonuçlarını bilim dünyasına duyurmak tanıtmak. (Çıkacak çok değerli taşınabilir eserlerle Mersin Müzesi’nin ne denli zenginleşeceği de unutulmamalıdır.)
II. Gizemini dışa vurmayan höyük tipi bu yerleşmeyi hem koruyup hem de en canlı bir şekilde her düzeydeki ziyaretçiye gösterebilmek, anlatabilmek ve de kültür mirasımızın önemini vurgulayarak, sevdirimek. Yukarıda değindiğim diğer projelerimizde de olduğu gibi bu amacımız projenin can alıcı noktasını oluşturuyor:
A) Girişten zirveye ulaşan günümüzdeki beton merdivenin her iki taralı – devirlere göre kademe kademe yükselen – Birinci Pilot Alanı oluşturuyor, sağ tarafı teşhir sol tarafı oturma üniteleri. Arkeoloji literatüründe “step trench” olarak tanımlanan uygulamanın korumalı, tanıtıcı ve öğretici pavyonlara dönüştürülmesi, Kazılar sonucu saplanacak olan tabakalar, kültür evreleri, yapı katları restore edilerek veya bulgulara göre yeniden düzenlenerek teşhir edilecek.
Girişin sağındaki bu kuşağın ilk bölümü eteklerdeki Neolitik devirle başlıyor… Merdivenlerle çıkılan her yürüme ve seyir platformu, aynı zamanda bir ana devri yansıtıyor. Platform döşemeleri de bu devirleri karakterize eden malzeme ile kaplı.
Ayrıca merdivenin hemen bir yamacında, bebek ve yürüme özürlülerinin arabaları için rampa düşünüldü.
Neolitik devir için karakteristik olabilecek bir Huğ’ evini bu ilk pavyonda yeniden inşa etmeyi tasarlıyoruz. Yani, ziyaretçiler evin içine girecek, bağdaş kurup oturabilecek ve belki de hayal kurabileceklerdir. İçeride sergilenen bu devrin benzer malzemesi, onların bu çağ hakkında canlı bir fikir edinmelerine yardımcı olacaktır.
Pavyonların arka duvarları ve örtüsü tarihi çevreye uyumlu malzemelerden tasarlanmıştır. Platformdan bakıldığında, her devir karakteristiği açıkça görülecektir. Her pavyonda ziyaretçinin karşısındaki duvarlarda her devrin tanıtıcı ve öğrenci bilgileri ve rekonstrüksiyonları, o tabakalardan çıkan eserlerin büyütülmüş renkli fotoğraflar, vesaire yer alacaktır. Tanıtıcı ve öğretici bilgiler, uzaktan rahatça okunabilir bir şekilde, Türkçe ve en azından iki yabancı dilde verilecektir. Ziyaretçiler etekten zirveye doğru çıktıkça -adeta bir zaman tünelinden geçerek- Neolitikten itibaren diğer devirleri izleyerek Orta Çağ’a ulaşacaklardır. Ve de bir pasta diliminin farklı malzemeli katmanları gibi, üst üste gittikçe yükselen devirlerin yapı katlarının ve evrelerinin ne şekilde oluştuğunu çok canlı olarak göreceklerdir.
B) Zirvedeki büyük alan ise İkinci Pilot Alanımızdır: Burada, yukarıdan aşağıya doğru, yani Orta Çağ’dan Neolitik’e doğru düşey görünümler söz konusudur.
Ortaya çıkarılacak olan yapı katları ve evreleri, bu kez tipik bir arkeolojik kazının görsel takdimi şeklinde sunulacaktır. Alanı üstten, kaleden gezi köprüleri ile her tarafın izlenmesi düşünülmüştür. Tanıtım bilgileri, usulüne göre verilecektir. Bu geniş alanın – estetik olarak ve tarihi çevreye uyumlu bir doku ile koruma örtüsü altına alınması söz konusudur.
C) Zirve ile etekler arasında yer alan kesimlerdeki -üst korumalı- açmalar, uygun gezi yolları ile ana merdivene ve zirve alanını çevreleyen gezi yoluna bağlanacaklardır. Sözü edilen gezi yolları tarihi dokuya uygun sal taşları ile döşenecektir. Bu açmaların her biri Üçüncü Pilot Alanın ünitelerini oluşturmaktadır.
III. Çevre düzenine ait bazı notlar:
A) Girişin sağındaki eski tuvalet ve depo binası yıkılarak veya Islah edilerek tarihi ve doğal dokuya uygun bir servis binası oluşturulacaktır.
B) Girişin sol tarafında höyüğün tanıtım panosu, topoğrafik planı. Mersin’in neresinde olduğunu gösteren plan vs. yer alacaktır.
C) Oturma ünitelerinin tarihi ve doğal dokuya uygun ahşap ağırlıklı, sıcak görünümlü tasarımları düşünülmüştür.
D) Mevcut teraslarda erozyonu önleyecek önlemler, drenaj sistemi planlanmıştır.
E) Etekler dışındaki uygun bir alana çocuklar için oyun alanı tasarlanmıştır.
Amacımız oyun oynarken arkeolojinin ne olduğu hakkında bilgi vermektir, tabii ki eğlenceli, heyecanlı bir şekilde… Tasarladığımız “Miniklerin Arkeolojik Parkı” projesi de “ilk”lerden: Genişçe kare planlı bir kum havuzu … ortasında arkeolojik bir yapının minik boyutlu ilginç bir modeli ve onları cezbedebilecek arkeolojik buluntu şeklindeki kabartmalar, resimli panolar, oyuncak şeklindeki küçük buluntular… bunların tümü kumla örtülecek ve hiçbir iz kalmayacak… Ve minikler bir oyun şeklinde büyüklerinin nezaretinde plastik kova ve kürekleriyle kendilerine ait -iplerle belirlenmiş- plankarelerde kazıya başlayacaklar… minik plastik el arabaları ile kazdıklar, kumu, kum havuzunun bir köşesine dökecekler… buluntular, örten kumlar azaldıkça “Kim ne bulacak” heyecanı ile oyun sürüp gidecektir. Bununla bağıntılı çeşitli, oyun senaryoları üretilebilir.
IV. Derecede Sil Alanının Fiziki Koruma Altına Alınması: Gizli, derzli, örme taş duvar + doğal çevreye uygun yeşil renkli kafes çelik tel + uygun noktalarda içe ve dışa dönük aydınlatma + dikenli sarmaşık türü dayanıklı bitkilerle kamuflaj + emniyet ve kontrol için sadece bir ana giriş düşünülmüştür.
V. Birinci Derecede Sit Alanı içinde yeralan, güneybatı eteklerin uzantısındaki düzlükte bulunan “Huğ” evinin koruma altına alınması, usulüne uygun restorasyonu, iç dekorasyon olarak bu konuta uygun otantik eşyaların yerleştirilmesi (tabanda keçe döşeme, kilim örtülü döşekler, ahşap çeyiz sandığı ve mutfak tel dolabı gibi). Bahçe ise eski Eski Mersin’in geleneksel bahçe düzeni araştırılarak narenciye v.s. ile ağaçlandırılacak, çardak, kuyu, tandır, fırın vs. gibi elemanlar da yer alacaktır.
VI. Otopark Alanıgirişe yakın bir alanda yer alması tasarlanmıştır.
Birinci Derecede Sit Alanının dışındaki geniş alanla ilgili -alt ve üst yapı düzenlemeleri, çevrenin güzelleştirilmesi, koruma önlemlerinin alınması, devamlı gündüz ve gece bekçilerinin temini gibi diğer önemli ayrıntıları burada belirtmeyi şimdilik gereksiz görmekteyim. Çünkü yakın bir gelecekte Valilik ve Belediye Başkanlığı başta olmak üzere tüm yetkili ve ilgililerle bu konulan planlayacağımızı ümit etmekteyiz.
Projenin gerçek anlamda uygulanması, hayati önem taşıyan bu ön düzenlemelere ve önlemlerin alınmasına bağlıdır.
***
Mimarımız Esin Hanımın hala çiziyor… Üç boyut kazanan alanlarda geziyorum, gözlerim kapalı… Yumuktepe Arkeolojik Parkında… Uyanıyorum, çevremde sevgi Halkası. Projenin bu ön tasarımları bile, gören herkesten büyük bir ilgi ve takdir görüyor… Sevinç ve umut doluyuz…
***
Kepirli’deki kampımızda her akşam ustu bir faaliyet, bir faaliyet, bir faaliyet akşam yemeği hazırlıkları. Benim haricimdeki herkes, usta birer ahçı hiç mübalağasız…
Bana sıra gelince Ne olacak?” diye kara kara düşünüyorum. Çünkü, çayla birlikle “Peynir ekmek hazır yemek”, benden ancak bu kadar… İsyan çıkabilir…
***
Bu satırları Kepirli’den yazıyorum, üşütmeyen serinlikte ve güzelliklerin sessizliğinde… Karşı komşumuz olduğunu söyleyen beyaz saçlı, yaşlıca bir beyefendi,
bahçesinden elleriyle kestiği gülleri bana uzatarak:— Hoş geldiniz, herhalde beklenen profesör sizsiniz… diyor.
Tüm ekip, sitenin düzenlediği 30 Ağustos şenliklerine davet ediliyor… Müzik eşliğinde halk oyunları, şarkılar-türküler, yakılan ateşler ve havai fişekler… İçimiz bir tuhaf oluyor… İçten gelerek gelenekleri sürdürenlere ne mutlu…
İsimlerini bilemediğim hanımlar, beyler, çocuklar hemen her gün ellerinde tabaklar, tatlılar getiriyorlar… Bir başka komşu meyva bahçesini bizlere sunuyor. Sanki kırk yıllık ahbaplar…
Emekli öğretmen Salim Deviren gülerek anlatıyor: — Başlangıçta bir hayli tedirgin olduk. Gazetelerde malum haberler… Üç boş eve yerleşen, bir otomobil, bir minibüs dolusu genç ve orta yaşlı bir iki kişi sabahın köründe kalkıp gidiyorlar, akşam üstü dönüyorlar. Kan ter içinde, tozlu topraklı, sanki savaştan çıkmış gibi…
Bu işin içinde bir iş var dedik. Sonra anladık ki durum korktuğumuz gibi değil…
Bizim için, Mersin için çok sevindirici hayırlı bir olay… Ve devam ediyor: – Şimdi Hal’de kabzımallık yapıyorum, ne ihtiyacınız varsa ben getireyim. Önceden söylediğim gibi Mersin güzel insanlarla dolu. Yakın, sıcak, yardımsever ve idealist. Eski İstanbul’umu yeniden yaşıyorum…
Tüm Mersinlilere en içten sevgilerimizle, bu içten davranışlarınızla bizleri ihya ettiniz.Sonsuz teşekkürler.Kepirli 6 Eylül 1993