Siz onu yıllardır avukat cüppesiyle Mersin Adliyesi’nin koridorlarında o davadan öbürüne koÅŸarken görüyorsunuz. Saçları beyazlaÅŸmış, ama hala yakışıklı bir orta yaÅŸ insanı. Ve eÄŸer 1950–55 yıllarını yaÅŸamamışsanız, Mersin Lisesi’nin o günlerini bilmiyorsanız, Ziya’ya benim gözümle bakmanız da mümkün deÄŸil. Çünkü onunla her karşılaÅŸmamızda, her sohbetimizde Ziya yavaÅŸ yavaÅŸ gençleÅŸir ve lise yıllarının o yakışıklı ÅŸairi gelir karşıma.
Ya Lise’nin, ya Halkevi’nin yüzlerce kiÅŸiyle dolu salonu. Sunucu, “Ziya Arman” dedi mi, salondaki yüzlerce kiÅŸi de bağırmaya baÅŸlar. “Maris… Maris…”. Ziya mikrofonun başında bir süre o “Maris”li çığlıkları dinler, o müthiÅŸ mutluluÄŸu yaÅŸar, sonra anlamlı erkek sesiyle “Maris” der. Alkış ve çığlıklar ayyuka çıkar ve yavaÅŸ yavaÅŸ azalır. Salon iyice sessizleÅŸince Ziya hepimizin ezbere bildiÄŸi o güzel ÅŸiirini okumaya baÅŸlar. Ä°stanbul’da, Ankara’da Atilla Ä°lhan’dan “PÄ°A”yı dinlenmek nasılsa Mersin’de Ziya’dan “Maris” dinlemek odur.
Teoman Karahun’u anlattığım yazımda da deÄŸinmiÅŸtim. Ziya, Teoman, Ercan Belen ayrılmaz üçlü o yıllarda. Åžiir günlerinde de, okulda ve Akkahve’de de hep beraberler. Biz Ergun Evren de ÅŸair olduÄŸu için onlarla birlikte olabiliyoruz. Yoksa her genç toplulukta o yıllarda görülen bir kaç yaÅŸ büyük olmanın verdiÄŸi abilik kasıntısı onlarda da var. Ãœstelik onlar ÅŸiirleri Varlık’ta, Türkdili’nde yayınlanan abiler. Fakat Ziya hukuÄŸu bitirip Mersin’e döndükten ve hepimiz 22–25 yaÅŸ çizgisine geldiÄŸimizde artık bir kaç yaÅŸ farkın da önemi kalmıyor. Sık sık buluÅŸuyoruz.
Elek dergisinin çalışmalarına katılıyor ve bize Elek’te yayınlanacak ÅŸiirlerini veriyor. Ve hep birlikte, ve hiç farkında olmadan bugünlere geliyoruz iÅŸte.
Yazımın ekine Ziya’nın ünlü “MARÄ°S” ÅŸiirini eklemek isterken baktım ÅŸiiri hala ezbere biliyorum. Demek ne çok sevmiÅŸiz bu ÅŸiiri. Niye ki, belki de o yıllarda hepimizin bir Maris’i vardı da ondan.
Ama bu sefer şiiri okurken başka bir şeye takıldım Ziya kuşluk vaktindeki denizi bakın nasıl anlatıyor.
“Mavnalar iskele
Çakıl taşları
Kayalıkta uyuklayan martı”
Yahu Ziya! biz ne güzel bir Mersin’de yaÅŸamışız. Mavnası, iskelesi, çakıl taÅŸları, martısı olan o Mersin nereye gitti?… Belediye gazinosunda bir bardak çay içip, yarım gün oturduÄŸumuz, ayaklarımıza denizin deÄŸdiÄŸi o Mersin nerede?.. Akkahve’de ÅŸiir okurken çakıl taÅŸlarını döven dalgaların fon müziÄŸine ne oldu?. Asmalar, begonvillerle örtülü pergolaların altında, Atatürk caddesinin güzel kızlarını çaktırmadan keserek yürüdüğümüz o cadde nereye gitti?
Bir ÅŸiirinde de
“Bir akÅŸam vakti çıkıp geldim
Yerli yerindeydi liman
Anılar buldum bembeyaz
Çamaşırlar gibi iplerde duran” diyorsun.
O muhteşem, o bembeyaz anıları, betonlarla, asfaltlarla denizimizi doldurarak kimler kirletti yahu.
Biz bu şehrin aklı başında gençleriydik ve hep burada yaşadık. Gözümüzün önünde o güzellikleri yok edenlere niye hiç tepki vermedik? Galiba biz millet olarak tepki vermeyi öğrenemedik daha, değil mi?
Neyse bunları sonra konuÅŸuruz. Åžimdi “Maris” zamanı.
MARÄ°S
Dalgalar denizin
Zeytin yeÅŸilinden
Kopup geliyordu.
Ä°smin hep o denizi
Hatırlatıyordu bana.
Hani o
KuÅŸluk vaktindeki
Denizi.
Mavnalar
Ä°skele
Çakıl taşları
Kayalıkta uyuklayan martı
Hep seni hatırlatıyor.
Kahvedeki masaların birinde
Ä°ki sandalye
Vardı.
Başka bir şey söylememiştin
Gülmüştün sade.
Ver Maris,
Saçlarından ağlarını örsün
balıkçılar.
O vakit ben
Bir balık olacağım.
Yeter ki saçların omuzlanma değsin
Yeter ki Maris,
Saçlarınla öğünsün balıkçılar.
Ziya ARMAN
* Bu yazı “İçel Sanat Külübü” Aylık Bülteni “Ekim 1995 – 40. Sayı” sından alınmıştır