…Erdal Şenel’in geziye katılacakları titizlikle seçmesinden ve katılım sayısını 10 kişi ile sınırlandırmasından sonra 15 Ocak Cuma akşamı bir toplantı ile gezinin son detayları gözden geçirildi. Daha sonra anlaşılacağı gibi, geziyi 10 kişi ile sınırlaması son derece yerinde verilmiş bir karardı.
Planlandığı gibi 16 Ocak Cumartesi sabahı 9.00’da tren garında toplanıldı. Dört bayan ( Tülay Yılmaz, Jale Türkoğlu, Hizber Şahin, Hale Dinç ) ve beş bay ( Erdal Şenel, Ali Aydın, Celal Dinç, Nurettin Erhuy, Ali Çoban ) olmak üzere gezi grubumuz 9 kişiden oluşuyordu. Herkes büyük bir şevkle hazırlandığı maceranın heyecan ile, gardaki şaşkın bakışlara aldırmadan, bir an önce hareket etmeyi bekliyordu. Önce eşyalarımızı sonra kendimizi trene atıp yerleştik. Nihayet trenimiz hareket etti. Gardan aldığımız simitleri keyifle yerken tren hiç yol almıyormuş gibi geliyordu bize. Bir an önce Belemedik’e varmalı, kamp yerimize güneş batmadan ulaşmalıydık, oysa. Sonunda aktarma yerimiz olan Yenice’ye vardık. Belemedik treninin 1 1.30’da hareket edeceğini öğrenince kendimizi gar lokantasının güneşli terasına attık. Çok geçmeden trenimiz geldi ( hem de tam vaktinde ).
Bir heyacan dalgası sardı hepimizi. Yine önce eşyalar sonra bizler, trene doluştuk. Yarı boş kompartmanlara dağıldık lakin kimse yerinde oturamıyor, çocuklar gibi şarkılar söylüyor, pencereden pencereye koşturuyordu. Bu arada da baştan beri korku veren tüneller konusunda Tülay’a takılıyor, öğütler veriyorduk.
Bizim gibi bir gruba alışık olmayan tren ahalisi de bizleri kendi kompartmanlarında ağırlamak için gizli bir yarışa girdi bu arada. Yarışı kazanan çay dolu bardakları ile kondüktör kompartmanı oldu. Kondüktörümüz grup başkanımızın Erdal Bey olduğunu öğrenir öğrenmez, “sizi anladımda bu bayanlar o yürüyüşe nasıl dayanacaklar ” diye sormuş. O da büyük bir kıvançla “ Onların hepsi seçmedir, merak etmeyin ” demiş. Bunun üzerine kondüktör seçmelerden emin olmak için geldi, hepimize tek tek baktı, “Seçmeler bunlarsa” dedi ve gitti. Bizi pek tutmadığını anlayınca, bizde kendimizi kanıtlamak için “Dönüşte de sizin treninizle döneceğiz, siz o zaman bizi görün” dedik. Keşke demez olsaymışız.
Tren Hacıkırı’na gelir gelmez, Erdal Bey hemen eski dostu Yenice Tren İstasyon şefliğinden emekli Nedim Erdoğan bey’den Belemedik hava raporunu aldı ve devam kararını verdi.
Heyecanlı ve kaygılı bekleyiş bitmiş, sonunda Belemedik garına varmıştık. 23 Nisan çocuklarının coşkusuyla trenden indik. Garda bizi bu geziye rehberlik edecek, Erdal Beyin 20 yıllık av dostu, Göküş Mehmet bekliyordu.
Saat 13.30’da Belemedikte varmış, 13.31 ‘de Belemedik’ten ayrılmıştık. Hava kararmadan kamp yerine varmamız için, Belemedik’le değil tanışmaya, vedalaşmaya bile vaktimiz olmuyor. Etrafta dondurucu soğuklardan hatıra, kar kümeleri var. Arkamızdan esen tatlı rüzgarda, çıplak kavaklar dalgalanıyor. Pırıl pırıl parlayan güneşin altında yanan demiryolundan, Hacıkırı’na doğru ilerlemeye başlıyoruz. Hepimizin keyfi yerinde ama Tülay ısrarla “Ben de bu dağların nesine geldim” diye şarkı söylüyor.
Rehberimiz önde, grup arkada demiryolundan ayrılıp, demiryolu yapımı sırasında Alman’lar tarafından açılan şantiye yoluna dönüyoruz. Yer yer buzlaşmış karların üzerinden geçerken adımlarımızın çıkardığı sesler vadide yankılanıyor. Hemen yanıbaşımızda, çamur rengiyle çakıt deresi bize eşlik ediyor. Hava tertemiz manzara olağanüstü, kuşlar şimdiden bahar şarkıları söylüyor. 10-15 dakikalık karlı tırmanıştan sonra, meşhur Alman yoluna çıkıyoruz. Yol vadinin yamaçlarına yukarı doğru tırmanan bir yiv gibi açılmış. Bir saatlik yürüyüşten sonra Çakıt aşağlarda kalıyor. Yürüyüşün ikinci saatinde ise yol, dinamit ve sel nedeniyle bitiyor, Rehberimiz bir dağ keçisi çevikliği ve hızıyla geçebileceğimiz başka bir yol aramaya gidiyor. Bizler bu molayı fırsat bilip fotoğraf makinalarımıza sarılıyoruz. Zira yürüyüşte fotoğraf çekmek için durduğunuzda, gruptan 100-150 mt kopuyorsunuz.
Göküş Mehmet bir yol buluyor, ama sırtımızdaki onar kiloluk yükle aynı çevikliği gösteremeyeceğimizi düşünerek dönüp tren yolundan kopan yolu geçmeye kara veriyoruz.
Tülay demiryolu fikrini – tünellerden dolayı pek hoşlanmadıysa da – sessiz kabulleniyor. Bu arada sırtımızdan eserek yürüyüşümüze yardımcı olan rüzgar, geri dönünce bize düşman oluyor. Öyleki zaman zaman geri geri yürümek zorunda kalıyoruz. Saat 15.45, güneş vadiden elini eteğini çekmiş ama henüz batmamış. Hava iyice kararmadan bir an önce kampımızı kurmak için uygun bir yer arıyoruz, ama rüzgar çok kuvvetli. Belirlenen kamp yerine yürümek için, mecburen demiryoluna ulaşmak zorundayız. Bu bölgede demiryolu tünelle özdeşleşmiş, iki tünel arası en çok 100 mt. iki küçük (600-800 mt.) tünelden sonra, Erdal bey grubu durdurdu ve daha önce tünel başlarında söylediklerini tekrarladı. Tünelin uzunluğu 1500 mt. idi. Tünellerde 50 mt. aralıkla sağlı – sollu localar vardı ve en önden yürüyen, yüksek sesle locaların yerini ( sağda ya da solda olduğunu ) söyleyecek, en arkadan gelen treni kontrol edecekti. Böylece tren geldiği zaman hangi locaya koşmamız gerektiğini bilecektik. Daha önce “ tünel” tecrübesi olmayan bizler, Erdal Bey’in loca saydırmasının ciddiyetini pek kavrayamamıştık. Taa ki 1500 mt’lik tünelin karanlığında Ali Aydın’ın “Tren, loca solda geçiyoruz sonraki sağda” diye çınlayan sesini duyuncaya kadar.
Tecrübeli rehberimizin peşinden hemen geri dönüp locaya girdik bizden sonra Erdal Bey ve Jale geldi. Ardından Ali Çoban, ani bir hareketle Tülay’ı locaya çekti. Halâ locaya girmeyen Ali Aydın ve Hizber vardı. Torosların bağrındaki zifiri karanlık tünelde zaman durmuştu sanki. Herkes birbirine sesleniyor, dışarıda kalan olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Artık trenin sesi iyice yaklaşmıştı ki Ali Aydın, locadan umudunu kesip kendini yere atmaya hazırlanan Hizber’i elinden tutup locaya çekti. Aslında tüm bu olanlar 1,5 – 2 dakikanın içinde olmuştu. Tren tünelden büyük bir hız ve gürültü ile geçiyor, geçiyor, geçiyordu. Yaşadığımız heyecandan hepimizin kanı donmuştu. Kimseden çıt çıkmıyordu, Sonunda hiç bitmeyecek sandığımız tren, tünelin karanlığında eridi.
Bizler şaşkın, olayın vahametini kavramış ve bir an önce güneşe ulaşmaya çalışan pervaneler gibi, telaşla, çakıllı raylar üzerinde yürümeye başladık. Tünelin sonunda kamp yerine varmıştık.
Rehberimiz bizi yerleştirdiğine emin olup, ateşimizi de yaktıktan sonra , iyi geceler dileyip, alacakaranlıkta köyüne doğru yola çıktı.
Hepimiz pek keyifliydik, yanan ateşin başında. Gökyüzü pırıl pırıl, yıldızlarsa tutulabilinirmişçesine yakın ve parlaktı. Dört saatlik zorlu yürüyüşün sonunda en çok konuşulansa, tünelde karşılaşılan trendi.
Rüzgarsız bir kamp alanı bulduğumuz için de ayrıca mutluyduk, Ne yazık ki bu mutluluğumuz pek uzun sürmedi. Nereden geldiğini anlayamadığımız bir rüzgâr çıktı. Çılgınca esen ani rüzgar hepimizi gafil avlamıştı doğrusu. Birden bir şangırtı oldu. Birisi şakayla karışık ” çadır uçtu” dedi. Erdal Bey ” kızların çadırı uçmuştur, iyi çakamadılar herhalde ” diye karşılık verdi. Celâl şaşkın bir sesle ” hayır uçan sizin çadırdı ” der demez, Erdal Bey bakmaya çekindiğimiz uçurumdan aşağıya çadır havliyle atladı, ne olduğunu anlayamadan elinde çadırı yukarı çıktı . Ali Çoban’ın dinmeyen kahkahalarıyla çadır çakıldı ve ateş başı sohbetine dönüldü
Ertesi sabah 7 de “kalk” düdüğü ile çadırından çıkan herkesin gözünden uyku akıyordu . Doğrusuya çadırlarla raylar arasındaki 75 metreye rağmen gece boyunca geçen tren ve esen rüzgâr sesi çadırların içinde pek net hisedilmişti.
Kuvvetlenen rüzgâr altında toplanan kamp, yenilen kahvaltı ve içilen çay sona ermeden vefakâr rehberimiz göründü. Biz ne kadar dökülüyorsak o, o kadar zinde. Acilen toparlanıp yola çıktık. 13.30’daki Hacıkırı – Yenice posta trenini yakalamamız gerekiyordu. Bu kez tecrübeli olarak beşerli iki grup halinde yürüyorduk. İki grup arasında iki loca ( 100 mt ) bırakarak önce 800 mt sonra 200 mt ve 3795 mt’lik tünelleri geçtik. Dört km’lik bu uzun tünelin sonunda Erdal bey, yarım saatlik mola verdi. Anlattığı güzel hikayeler ve dağıttığı helva ile hepimizin bozulmuş morallerini düzeltti. Artık önümüzdeki 2000 mt’lik son tünelimize girmeyi hazırdık. Tünelin sonu görünmeye başlamıştı ki, bir hava akımı hissettik. Erdal Bey “tren geliyor” diye öndeki grubu uyardı. Bu kez hepimiz tecrübeliydik, localardaki yerimizi aldık ve treni beklemeye başladık. Tren geçip tünelden çıktığımızda Hacıkırı karşımızdaydı. Köy halkının içten misafirperverliği hepimizi çok duygulandırdı. Sıcak çayın kokusu, unuttuğumuz bir duyguyu canlandırdı. Saat 12;30’du ve biz çok açtık. Köy böreği ve biskuvit ile karnımızı doyurduk. Bir saat sonra bizi getiren tren gelmişti. İnanılmaz derece dolu olan trende şanslı olanlarımız zar zor oturacak yer buldu. Kimsenin takati kalmamıştı. Ama herkesin dudaklarında bir gülümseme, yüzünde bir huzur vardı. Sonunda başarmıştık, lakin gidiş yolundan tanıdığımız kondüktörün bakışlarındaki alaycı ifade, bizimle pek hemfikir değildi.
İçel Sanat Kulübü Bülteni 1993 – 12. Sayısından alınmıştır.
Abdullah Türkoğlu’nun başka bir Belemedik Gezi yazısı için bu satırı tıklayınız.
Semihi Vural’ın başka bir Belemedik Gezi yazısı için bu satırı tıklayınız.