FOLKLORU KORUMAK (TELİF HAKLARI)
Geçenlerde nasılsa TRT’de iyi bir müzik programına rastladım ve zevkle seyrettim. Programda Mehmet Erenler vardı. Mehmet Erenler’i yıllar öncesinden tanırım. Bağlama çalmada ustaların ustası! Hem de nasıl! Orta Anadolu havalarını en iyi söyleyip çalan ustalardan. Stilinde binlerce yıllık Anadolu bozkırının birikimini, acılarını, sevdalarını, sevinçlerini yaşarsınız. Öyle güçlü bir sanatçı!
Bir yazımda, 1940’lı yıllarda, Ankara Devlet Konservatuvarı Konser Salonu’nda, bağlamalarda Sarısözen, Sarı Recep ve ben, öğrenci arkadaşlarla o zamanın Devlet erkanına verdiğimiz türkülerden oluşan bir konserden söz etmiştim. Bu konserin amacı, O zamanların tek iletim aracı Ankara Radyosu yoluyla yurdumuzun bütün bölgelerinin halk türkülerini diğer bölgelere tanıtıp, birlikte söylemeyi öğretmekti. Bu konserden sonra yetkililer Ankara Radyosu’nda “Yurttan Sesler”, “Bir Türkü Öğreniyoruz” programlarını onaylayarak yürürlüğe koymuşlar ve güzel türkülerimiz, havalarımız bölge sınırlarını aşarak bütün ulusumuzca öğrenilmeye, söylenmeye başlanmıştı. Bu aralarda Aşık Veysel, Müdani vb. gibi o günlerin gerçek halk ozanlarına programlarda yer veriliyordu. O zamana kadar Türk müziği diye İstanbul’un Maksim, Kristal vb. içkili gazinolarda çalınıp söylenen alaturka şarkılara ancak radyolarımız rağbet ederlerdi. Halk türkülerine eğilmek ilk kez olan bir olaydı. Fakat içkili pavyon, gazino çeteleri çok geçmeden bu halkın bu yeni sevilmeye başladığı türkülere ve türkücülere de el atmakta gecikmedi.
Ankara Radyosu’nun yetiştirdiği, yanılmıyorsam ilk gazino-pavyonlara transfer ettikleri Nezahat Bayram – Saniye Can ikilisi oldu. Bunun arkası da geldi. Artık türkülerimiz de pavyonlarda içkili gazinolarda alaturka bir ağızla söylenir, yozlaştırılır olmaya başladı. Bizim o konserimizin amacı saptırılmıştı ve bu sürüp gidecekti. Müzik folklorumuzu koruyamamıştık, Ok yaydan çıkmıştı. Bizler, yani evrensel teknik ve düzeyde türkülerimizi çok sesli koro eserleri yapıyorduk, kimsenin sesi çıkmıyordu, çünkü piyasada bir kıymeti harbiyemiz yoktu. Ama zamanla ortaya çıkan hafif müzikçiler türkülere el atarak piyasayı piyasa türkücülerinin elinden kapmaya başlayınca, piyasacılar da gardlarını aldılar, bu tür müziklerin Devlet Radyoları’nda yayınlara girerek reklam edilmesini yasaklattılar. Aslında bu “Sen yeme! Ben yiyeyim!” içindi, yoksa türkülerimizi korumak için değil! Bu böylece bir süre gitti. Ama son yıllarda yasasız, düzensiz gecekondu örneği önceleri kaçak, sonra göz yumularak resmi, bir hayli özel TV’ler, pıtırak gibi nerdeyse her mahallede türeyen özel radyolar ortalığı sarınca, TRT’nin yasakları havada kaldı, zaten sonraları o da bu yozlaşma kervanına katıldı gitti. Şimdi herkes istediği gibi halk müziğimizi alıyor ve rezil edebiliyor. Bir türkünün bir iki dizesini yüz kere yineleye yineleye sözde günün pop’unu (o neyse?) yapıyorlar, milletin beynini yıkıyorlar.
Ara sıra zorunlu kalır bu müzikleri istemesem de dinlerim. Bu daha çok otobüsle seyahatlerde olur. Geçenlerde de dinledim, birisi Aşık Veysel in “gidiyorum gündüz gece” dizeli türküsünü almış, altına ritm-box’la bir ritm oturtarak sanki çok seslilik yapmış, pop stili diye Veysel’i ciyak ciyak bağıra bağıra söylüyor! Çok üzüldüm. Anonim türkülerimizin sırtından açıktan para kazanıyorlar ama adamın stilini yozlaştırmak bir yana acaba Aşık’ın varislerine bir telif hakkı veriliyor mu? Hiç sanmam. Yine şu son günlerde baktım birileri bizim Torosların esprisini, Ünlü “Ham Çökelek” türküsünün sadece “Boğazına dursun ham çökelek ini almış, orasına burasına ne idiğü belirsiz bağrışmalar koymuş, tabii çok sesli diye sadece ritm-box var, aynı sözler bin kere yinelenip duruyor…
Bizim ulusal değerlerimiz, kültürümüz nasıl böyle yozlaştırılıyor ve ucuz para kazanmaya alet edilebiliyor? Bunu önleyecek bir kurum yok mu? Yok tabii! Ben 80’li yıllarda Kültür Bakanlığımız tarafından Unesco’nun Paris’te düzenlediği “Uluslararası Folklorun Korunması” toplantılarına iki kez yollanıldım. Orada en çok folklorun istismarı konusu konuşuldu. Her ülke buna karşı kendine göre bazı önlemler almış. Bunların arasında en ilginci İsviçrelilerinki idi. Yasa gereği her folklorik ezgiyi kullanan mutlaka bir telif hakkı ödüyormuş. Çünkü bu ezgiler, toplumun yüzyıllardır yarattığı kendi malı ezgiler. Anonim de olsalar, kullanan kamu malını kullanır gibi vergisini ödeyecektir. Orası İsviçre’dir, yasalar var, devlet var, halk var! Buradan alınan vergilerle öncelikle yaşlanmış müzik sanatçılarına bakılıyor, büyük müziğin gereksinmelerine yardım ediliyor ve her önüne gelen bunları kullanamıyormuş!
Bizde böyle bir yasa olsa türkücülerin, radyo, TV’lerde, gazinolarda, pavyonlarda, pop kilerinde türkülerimiz, ezgilerimizi kullanmalarından dolay, ulusun kendi yarattığı yüzyılların gerisinden gelen anonim de olsalar telif hakları alınabilse, folklorun istismarı her halde bu boyutlarda ve sorumsuzca olmayacaktır.
Folklor deyince yalnız müzik gelmez akla… Dansından tutun, kocakarı ilaçlarına kadar her şey girer içine ve bunların uzmanlarının bir araya gelerek halk kültürünü ortaklaşa saplaması, sınıflandırılması haklarının korunması için gereken çalışmaların yapılması baş koşuldur. Bu gereksinimi ve ortaklaşa çalışmalar yapılabilmesi için bundan yıllarca önce bir Maarif Şurası’nda bu amaçlan gerçekleştirecek, içinde uzmanların çalışabileceği bir “Türk Enstitüsü’nün kurulmasını önermiştim ve önerim kabul edilmişti, ama bekleye bekleye bir büyük “Türk Enstitüsü” yerine Kültür Bakanlığı içerisinde küçük bir “Folklor Dairesi” kuruldu. Bir Türk Enstitüsü’nün kurulacağı da yok. Folklorun her dalında yozlaşmalara ve istismara devam… Bu aralarda “Karagözümüzden türkülerimize, el sanatlarımızdan oyunlarımıza kadar geleneksel kültürümüzün birçoğuna başkaları sahip çıkıyormuş! Kimin umurunda? Yazık tabii…
Söze Mehmet Erenler’le başlamıştım, onunla ilgili bir anımla bitireyim: Bundan 20-25 yıl önce, dokümanter film ustalarımızdan Suha Arın’ın bazı filmlerine müzikler yazmıştım. Bu filmler her yerde birçok ödüller almıştı. Bunlardan birisi de “Tahtacı Fatma” adında, bizim tahtacıların yaşamı üzerine bir dokümanterdi. Filmi seyrettim, buna nasıl bir müzik yazarım diye düşündüm ve aklıma bambaşka bir yol geldi. Ankara Radyosu’ndan çok iyi bir bağlamacı istedim, bana Mehmet Erenler’i önerdiler, kendisiyle temasa geçtim ve Ankara’da Çiftlik Kavşağı’nda Milli Eğitim’e ait, üzerine tekrar tekrar kayıtlar yapılabilen Stüdyoya, meydan sazı, bağlama ve curasını alarak gelmesi için randevulaştık. Çok sesliliği elde etmek için bu sazlara ayrı ayrı partiler yazsam, sonucun başarısından kuşkulandığım için her şeyi notaya dökmeden kafamda hazırladım. Stüdyoda buluştuk. Erenler’e önce meydan sazında başı teşkil edecek ezgiyi öğrettim, çaldırarak ben de kaydettirdim. Bu Erenler için hiçbir şey ifade etmiyordu, şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Sonra orta bağlamayı aldırttım, bir başka çaldırmıyorum ki. Oysa adam virtüöz! ezgi öğrettim. Baktım erenler yavaş yavaş sinirleniyor! Haklı da! Doğru dürüst bir ezgi Curayı aldırıp da başka bir ezgiyi öğretirken, Usta’nın yüzü sinirden bembeyaz olmuştu! Ha şimdi sazı kafama geçirecek derken, o ezgi de diğerlerinin üzerine kaydedildi. Erenler’in suratı bozuk mu bozuk! “Gelin şimdi şunu bir dinleyelim” dedim. Bandı koyduk, konuya uyan harika bir çoksesli müzik çıktı. Sanki bir bağlamalar orkestrası çalıyordu. O zaman Mehmet Erenler’in yüzü aydınlandı ve işi anladı, ondan sonraki müzikleri bir hızda tamamladık. O dokümanter de yurt içinde ve dışında büyük başarı kazanmıştı.
Benim böyle geleneksel çalgılarımızla yaptığım modern anlamda ilginç çalışmalarım olmuştu, ama yozlaştırmak için değil.
NECİL KAZIM AKSES’in ARDINDAN (USTANIN ÖLÜMÜ)
Bundan bir yıl kadar önce, İçel Sanat Kulübü Dergisi’nde Necil Kâzım Akses’ten söz ederken kendisini “Hocaların hocalarının hocası, Cumhuriyetimizin, Müzik Devrimimizin temel direklerinden” diye nitelemiştim. Bu ulu Cumhuriyet çınarı, 91 yaşında 16 Şubat 1999 günü aramızdan sonsuzluğa göçtü. Eşimle birlikte Ankara’ya cenaze töreninde bulunmak için gittik, 18 Şubat günü Ankara Kocatepe camiinde son yolcuğunda bulunduk. O yazımda da belirttiğim gibi hocam Necil Kazım Akses, Türk Müziği tarihimizin üç-beş temel taşlarından birisidir. Yaşamı boyunca, Ankara Devlet Konservatuvan’nda, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde binlerce gencimizi yetiştirmiş, verdiği yüzlerce büyük eserle yurdumuzda ve ele güne karşı dışarıda Çağdaş Türk Müziğimizi simgelemiş, yeri kolay kolay doldurulamaz bir Cumhuriyet büyüğüdür.
Çağdaş Türk Müziği ve Cumhuriyetimiz kendisine çok şey borçludur. Ama gelin görün ki, ister devlet, ister ıvır zıvır özel radyo ve televizyonları, bir teknisyenlerinin vefatındaki ilgiyi bile bu büyük ustaya göstermemiş; renkli, ciddi gözüken pop basınımızda da hemen hemen hiçbir haber çıkmamış ve değerbilmezliğin, çağdaş kültür fukaralığının yüzkarası örneğini sergilemişlerdir. Eğer Ankara Devlet Konservatuvarı Müdür Yardımcısı, bana özel olarak telefon etmeseydi, haberim olmadığı için hocamı son yolculuğunda uğurlamaya gelemeyecektim. Diğer birçok dostunun ve öğrencilerinin vefatından haberleri bile olmadı.
18 Şubat günü Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Hoca’ya Devlet cenaze töreni yapıldı. Törende Kültür Bakanı İstemihan Talay devleti temsil ediyordu. Törende çok az insan vardı.
Çoğunluğu zaten okulda bulunan öğrenciler teşkil ediyordu. Hocası olduğu birkaçının dışında ne Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın sanatçıları, ne Devlet Opera ve Balesi sanatçıları oradaydılar. Vefasızlık ve saygı yokluğumuzun örneği! Belki de en ağır olanı da buydu. Çok üzüldüm…
Cenazesi Ankara Kocatepe Camii’nde kaldırıldı. Cenaze sırasında bir hayli gerçekler gözümün önünde sıralanıyordu. Bu camii kocaman, ama anlamsız. Günümüzde yapılmış olmasına rağmen eski camilerin yeni bir kopyası bile değil! Oysa rahmetli mimar Vedat Dalokay bu cami için zamanında çağdaş bir proje hazırlamıştı. Ben maketlerini görmüştüm, modern çizgileriyle günümüze yakışan çok güzel bir proje idi. Fakat gelin görün ki bir camide bile çağdaşlığa erişememiş kafalar, proje kazanmasına rağmen kaldırdılar, yerine bu kişiliksiz camiyi yaptırdılar. Zamanında Islamabat’taki bir cami için Dalokay’ın projesi birincilik kazanmıştı. Ve yapılan modern çizgileriyle bu cami, bugün İslamabad’ın bir simgesi haline gelmiştir. Demek ki camide de Pakistanlıların eriştiği çağdaşlığı bizler yakalayamamışız! Yazık!
Yukarıda Hoca’nın vefatında ilgisizliğe dokunmuştum. Daha ne bekliyorduk ki? Atatürk’ün devrimleri çaktırmadan yurdumuzda bir kenara atılmış durumda. O’nu ancak 10 Kasımlarda, bazı ulusal bayramlarda hatırlıyoruz, bunun dışında “Atatürkçüyüz!” deyip devrimlerini yozlaştırmıyor muyuz, ya da uyutturmuyor muyuz? Atatürk resimlerini ekranlarından eksik etmeyen devlet TRT’leri yıllardır O’nun müzik devrimini yok etmek için ellerinden geleni yapmıyorlar mı? “Türk Sanat Müziği” diye uydurdukları yanlış terim aslında nedir?
Bir kanalları dışında günün 24 saatinde Kristal, Maksim’de doğmuş ve demode olmuş bu meyhane müziklerini “Milli Müziğimiz!” diye ekranlarında, antenlerinde durmadan vermiyorlar, zorla yaşatmaya çalışmıyorlar mı? Atatürk’ün müzik devrimi bu muydu? Ya yasasız masasız gecekondu özel TV’ler, Radyolar!
Türkiye’de, müziğin düşe düşe en son vardığı dört notalı ilkel pop müzikten başka bir müzik yayınlıyorlar mı? Renkli pop basınımızda, hangi yüksek pop zanaatkârının nerede, kiminle yattığından başka ciddi anlamda çağdaş Türk müziği hakkında bir yazı bulabiliyor musunuz? Bütün bu işleri yapanların müzik düzeyleri nedir ve Atatürk’ün devrimlerine sahiplenebilecek dürüstlükte, aralarında birileri var mıdır?
60’lı yıllardan beri birçok yerde sık sık söylediğim ya da yazdığım gibi, Atatürk’ün müzik devrimini inkârla, müziğin birleştirici ve soylu gücünden yoksun ulusumuz, doğal bir sonuç olarak kamplara, hiziplere bölünmüş, yavaş yavaş bir ulus olma niteliğini yitirmekte; sanatla zanaatı birbirinden ayırt edemez, ulus ve insanlık sevgisinden uzak, kimileri birbirlerini kurşunlamakta; kimileri artık dönmeyecek ve çağımızın dinamizmine ters düşen bir geçmişin tozlarından medet ummakta; kimilerimiz “komünizm” mücadelesi ticareti kimilerimiz din mücadelesi ticaretiyle ceplerini doldurmakta; Atatürk’ün müzik devrimini, bütün müzik kültürleri ve alışkanlıkları gazino-pavyon şarkları düzeyini aşmayan birçok yetkililerce yozlaştırılmakta ve buna alet olan kişiler ve kurumlar ulusal bir görevi yerine getirdiklerini sanmakta… Sonuç olarak da lahmacun yiyen, pepsi cola içen, yalnız arabesk-pop müzik dinleyen, hiçbir şey okumayan, dindar gözüken, yerli yersiz çingeneler gibi göbek atan, düşünmeyen, yaratıcı ve üretici olmayan, bir an önce köşeyi dönme hırsında bireyler, çeteler, mafya dolu bir toplum olmadık mı?
Belki de karanlık güçlerin bizi getirmek istedikleri nokta bu değil miydi? Her zaman yinelerim: Binlerce yıl önce Bilge Konfüçyüs “Bir ulusun nasıl yönetildiğini, düzeyini anlamak için müziğine bakın yeter der. ile şu günlerde Büyük Millet Meclisi olaylarına bakınca koca Bilge’nin ne denli haklı olduğunu görüyoruz!
Popüler olan doğru olan değildir” derler. Necil Hoca popüler değildi ama doğru idi. Cenaze töreninde üzüntülerimin arasında bir yandan da işte bunlar aklıma geliyordu ve üzüntüm daha da artıyordu.
Tanrı Hocanın yerini uçmak içinde aydınlık eylesin.
GİRİTLİLER GECESİ (ZORUNLU GÖÇLER)
İki ay kadar önce Sanat Kulübü’nde bir “Giritliler Gecesi” yapıldı. Geceyi düzenleyen “Mersin Giritliler Derneği idi. Bu dernekten daha önce bana, üyelerinden dostumuz Sayın Fazil Tütüner bahsetmişti ve beni geceye çağırmıştı. Anayurtlarından uzaklaşmış insanlarımızın eski günlerini, anılarını, geleneklerini, kısacası geçmiş kültürlerini unutmamak için kurdukları bu tür derneklere hep saygı duymuşumdur. O gece, dernek üyelerinin bir süre önce (belki de ilk kez) Girit adasına yaptıkları gezide edindikleri izlenimleri, dinledikleri müzikleri, yemekleri vb. anılarını dile getireceklerdi.
Eşimle birlikte geceye biz de katıldık… Çok sevecen bir ortam içinde müziklerini dinlettiler, fıkralar anlattılar, bir çeşit hasret giderdiler. Bütün adalıların, bilirsiniz özellikle doğadaki otlar üzerine geniş bir yemek repertuvarları vardır. Bununla ilgili konuşmalar sırasında anlatılan bir fıkrayı hiç unutmayacağım. Girit’liler yurtlarından ayrılıp Anavatana yerleştiklerinde eşekler gidip oranın belediye başkanına, “Bu Giritliler buraya geleli ot bulamıyoruz, aç kaldık!” diye şikayette bulunmuşlar. Giritlilerin yanıtı ise, “Doğru değildir! Çünkü biz eşeklerin yediği otları yemeyiz!” olmuş.
Bu sıcak gecede bir yandan Girit müziklerini dinlerken bir yandan da Girit gezisine katılanların çektikleri, adayla ilgili slaytları izliyorduk. Bu arada da birçok Giritlimizin doğduğu yer olan Kandiye kentinin adını Yunan’lıların aynen bizdeki sivri akıllılar gibi “Bu ad Grekçe değil!” diye, tutup “Heraklion” olarak değiştirdiklerini öğrendim. Demek bu konuda aymaz yalnız biz değilmişiz!
Gece boyunca bir yandan müzik devam eder, herkes eğlenirken ben hiç eğlenemedim. Hep anayurtlarından sürülen insanların dramları gözümün önüne geliyordu. Zorla yurtlarından edilen Bosnalılar, Kosovalılar, çocukken Mersin’den geçen göçmen Polonyalı Yahudiler; Almanya’daki Nazi kırımları, Rusya’da Stalin sürgünleri, kırımları; Bulgaristan’dan son zamanlarda kaçan soydaşlarımız; halen sürmekte olan yurdumuzdaki PKK terörüne uğrayan çoluk çocuk, sayısız yurttaşlarımız; Girit’in düşman işgali üzerine; Kandiye’de doğma büyüme
dedemin bütün malını mülkünü bırakarak eşini, iki küçük kızı (ki küçüğü benim rahmetli annem Melek Hanım’dır) ile bir oğlunu alarak 1890’lı yılların sonunda Anadolu’ya kaçmaları, Mersin’e gelişleri, devlet yardımından yoksun çok sıkıntılı günler geçirmeleri; daha sonra 1924’de mübadele sırasında adalardan ve diğer yitirilmiş bölgelerden soydaşlarımızın Mersin ve diğer yerlerde iskan edilmeleri; buna karşılık Anadolu’daki yedi göbek öteden birçok Rum’un, zorla doğdukları yerlerden alınarak mübadele edilenlerin yerine yollanmaları; o sıralarda bu insanları taşıma işini yapan rahmetli kayınpederim Ziya Şıhman’ın anlattığı, Nevşehir civarında, yüzüne bakmaya kıyamadığınız güzel bir Rum kızının “N’olur beni vatanımdan ayırmayın! Bırakın burada evleneyim, Müslüman olayım! N’olur beni yollamayın!” diye feryad figan: bu insanların büyük bir kısmının Rumca bile bilmediği, kiliselerinde Elen yazısıyla yazılmış Türkçe İncillerle dua ettikleri; yurtlarından edilenlerin Rumca bilmedikleri için Yunanistan’da nasıl aşağılandıkları: zamanında Atina’da karşılaştığım İstanbul’dan göç etmiş genç bir Rum kızının orada nasıl ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini anlatması…
İşte ben hep bunları üzüntüyle düşünüyordum ve 1946 yılında Cahit Külebi’nin şiiri üzerine şan ve piyano için lied olarak yazdığım “Yirminci Asrın İlk Yarısı aklıma geliyordu.
Yirminci asrın ilk yarısı
Ölüm çağı oldu
Zulüm çağı oldu
Yalan çağı oldu.
Yirminci asrin insanları
Asıp kestiler
Kesip biçtiler
Tepeler gibi ölü yığıp
Deryalar gibi kan içtiler
Çocukları ağlattılar
Kadınların ırzına geçtiler
Yirminci asrın insanları
Ağlamasın da kimler ağlasın!
Peki, şimdi yirminci yüzyılın ikinci yarısında durum başka mı? 2000’li yıllarda insanlar, insanlık erdemine lâyık olabilecekler mi?
Bunları düşünürken geziye gidenlerin çektikleri Girit manzaraları slaytlarla geçiyordu. İşte sanki bir vatandaşımız ufak iskemlesine oturmuş, orada nargile içiyor. Bizde nargile içenler artık pek yok gibi, ama orada hålå var. Daha nice ilginç görüntüler…
Müziğe kulak veriyorsunuz, kimisi bizim türkülerimiz, kimisi ağır alaturka parçalar gibi… Yalnız bir eksikleri var. Eskiden Yunan şarkılarının arasına Türkçe “aman, aman!”lar girerdi, şimdi artık yok. Bundan 20-25 yıl kadar önce Yunan hükümeti şarkılardaki aman aman sözlerini yasaklamış. Aman’larsız müzik gene bizim müziğimiz…
Bu müziklerin kasetlerini Sayın Fazıl Tütüner’den evde dinlemek için aldım. Daha rahat, uzun uzun dinleme fırsatını buldum. Kasetlerin adını “Girit Klasikleri” diye koymuşlar. Tabii bu müziğin Klasisizmle bir ilgisi yok. Herhalde eski demek istemişler. Kasetleri sonra Fazıl Bey’e iade ettim. Fakat arkadan dostumuz Murat Denizeli telefon etti ve kasetlerini istedi. Meğer kasetler kendisininmiş. Ne kirli çıkıdır o Murat Denizeli!
O gece müzikleri dinlerken annemle olan bir anım da çıkageldi: Konservatuvarda öğrenciyim. Kırklı yıllar… Halk müziğimizi daha iyi tanıyabilmek için oturup bağlama çalmayı öğrenmişim.
Tatilde rahmetli annemin yanında Gözne’deyim. Kendisine bağlama çalıyor, türküler söylüyorum, o da zevkle dinliyor. Arada “Katibim” türküsünü çalmaya başladım. O sıralarda Katibim türküsü geniş kitlelerimizin bildiği bir türkü değildi. Onu çok daha sonraları bir zenci şarkıcı (adını hatırlayamadım) yaymıştı (Anılan şarkıcı Eartha Kitt. SV). Türkü bitince annem, Bu türkü İstanbul değil bir Girit türküsüdür.” dedi ve başladı Rumca Katibim ezgisini, “Sire pulimu! Sire!” diye söylemeye! Aklım epey karışmıştı. Annem bu türküyü küçük çocukken Girit’te öğrenmişti. Yani 1880’li yıllarda. Bu türkü İstanbul’dan oraya nasıl gitmişti? Ne plâk var, ne radyo! Daha sonraları Fransız Kompozitör Saint Saens’in 1900’lerde Cezayir’de derleyip bir eserinde aynı ezgiyi kullandığını gördüm. Mısır da, Tunus’ta da Arapça söyleniyor!
İşin içinden hâlâ çıkabilmiş değilim. Türküler insanlardan daha özgür. Sınır mınır tanımadan
dünyayı dolaşabiliyorlar…
Ne mutlu böylesi müziklere…
75. YILDA (BİRLEŞMELİYİZ)
Şu son yıllarda ülkemizde, bir yanlış düşünce tarzı yurttaşlarımıza empoze edilmeye, beyinleri yıkanmaya çalışılıyor. “insanları, toplumları, ülkeleri birleştirmek için tek çare dindir” ya da “Türk-İslam Sentezi” gibi!… Oysa bütün dinlerin birer dogma olduğu kesin bellidir ve dogma hiçbir şekilde, hiçbir senteze giremez. Bu yüzden de Türk-İslam, Türk-Acem-Arap diye bir aynım yapamaz ki, Türk-İslam diye bir kavramı içerebilsin.
Dinlerin insanları birleştirici yanının bulunması ise tarih boyunca hiç görülmemiş bir olaydır. Tarihe şöyle bir göz atarsak, Hz. Peygamberin iki torununu kimler öldürdü?
Müslümanlığın yayılmasına en büyük hizmeti veren, Peygamber’in damadı, Halife Hz. Ali’yi kimler öldürdü? Gene diğer halifeleri kimler öldürdü? Müslümanlar değil mi? Aynı dilden ve dinden olmalarına rağmen Araplar arasında yüzyıllarca birbirini yok etmeler olmadı mı?
Selçuklu’dan bu yana Anadolu’da, Alevi diye yüz binlerce, belki milyonlarca Türk’ü yine Müslümanlar öldürmedi mi? Birinci Dünya Savaşı sırasında Sina Cephesi’nde, Arabistan da
İngilizlerden çok, Müslüman Türkleri aynı dinden Araplar arkadan vurarak şehit etmediler mi? Son yıllarda aynı dinlen olan İranlılarla Iraklılar, savaşta birbirlerini kırmadılar mı?
Birkaç yıl önce Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 37 Müslüman Türkü, gene din kardeşleri Müslümanlar yakarak öldürmediler mi? PKK diye ortaya çıkan teröristler, Müslüman komşu devletler tarafından hazırlanıp, üzerimize salınmıyorlar mı? Bu, Müslümanlık için böyleyken, Hıristiyanlık için de durum aynı değil mi? Avrupa’da 30 Yıl Savaşları’nı kimler yaptı, birbirini kırdı? Aynı dinden Hıristiyanlar!…
23 Ağustos 1572’de Paris’te Saint Bartholemy günü, bir gecede 72 bin Parisli Hıristiyanı, gene Paris’li Hıristiyanlar boğazlayıp öldürmedi mi? I. Dünya Savaşı gene aynı dinden Hıristiyanlar arasında yapılmadı mı? Kaç Hıristiyan, kaç Hıristiyan’ı öldürdü? 2. Dünya Savaşı da Hıristiyanlar arasında, yıllarca birbirini kırmacasına sürüp gitmedi mi? Milyonlarca insan ölmedi mi?
Araştırırsanız daha çok sürer bu… Din insanla Tanrı arasında olan bir iştir, dinler hiçbir zaman insanları birbirine bağlayan bir unsur olamamıştır. Bunun tam aksine tanık, bugün dünyanın en büyük ve güçlü, içinde seksen çeşit, ayrı dinlerden oluşan insanların bulunduğu Amerika Birleşik Devletleridir!
İnsanı insan eden, insanları birbirine bağlayan, toplum haline, ulus haline getiren şey güzel sanatlardır. Bunların başında da müzik gelir.
işte Atatürk, bunu çok iyi bildiği için 1923’te, Cumhuriyetimizin ilanından hemen sonra, yurdumuz savaştan çıkmış, bitkin bir durumda iken, altı ayı geçmeden yasasını çıkarttığı ilk okul, Ankara Musiki Muallim Mektebi olmuştur ve 1924 Ekim’inde bu okul öğretime açılmış,
Atatürk’ün müzik reformu böylece başlamıştır. Artık halkımız aynı duygulanı, aynı düşünceleri, çağdaş düzeyde ulusal bir müzikle paylaşarak yaşayacaklar, ulusallaşacaklardır. Arkasından Ankara Devlet Konservatuvarı’nın açılışı, gene O’nun ileri görüşü ve emriyle gerçekleşmiştir.
Bugün yurdumuzda dört aynı ilimizde 4 opera ve bale, 10 senfoni orkestrası, tiyatrolarımız, resim galerilerimiz, yurt içinde, yurtdışında büyük başarılar kazanan sanatçılarımızın bulunması, ulusal ve çağdaş müziklerimizi yaratan kompozitörlerimizin verdiği eserlerin Dünya repertuvarında yer alması bu sayede gerçekleşmiştir. Ama bu yeterli midir? Atatürk devrimlerinin ilki olan müzik devriminin başladığı hızla devam edebildiğini, üzülerek, söyleyemeyiz.
Atatürk’ün vefatından sonra devrimlere ilk ihanet müzikte başlamıştır. Yapılan antipropagandalarla, kısıtlamalarla, horlamalarla çağdaş ve evrensel müzik çok zarar görmüş, sürekli gelişmesi engellenmiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen müzik devrimimiz genelde oldukça ileri bir düzeye gitmektedir. Çünkü atılan tohum doğru ve yerindedir. Konser salonlarımız, operalarımız, balelerimiz, tiyatrolarımız, galerilerimiz, müzelerimiz bugün, özellikle gençler tarafından, dolup taşıyor. Çünkü sanatın gücü her şeyin üstündedir ve insanları birbirine yakın kılan, yalnızca sanattır.
Her fırsatta Onuncu Yıl Marşı’nı övünerek, coşkuyla söylüyoruz. 65 yıl sonra bu marşı söylemeye acaba bugün hakkımız var mı? İlk on yılın üstüne acaba bir karış demiryolu yapabildik mi? Bütün dünya Türklüğü sayıyor mu? 75’nci yıla açık alınla mı çıkıyoruz? Bir hızda kötülükleri, karanlığı, geriliği boğuyor muyuz, yoksa devletçe gizlice kolluyor, halkımızı bölüyor muyuz? İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle miyiz, yoksa paranın borusunun öttüğü, din, senet, ticaret ve daha bir sürü mafyaların, terörün kol gezdiği bir ülke miyiz? Türk önde, Türk ileri miyiz, yoksa Ortaçağdan bile geriye mi sürükleniyoruz?
Binlerce yıl önce ulu Konfüçyüs, “Bir ülkenin düzeyini ve nasıl yönetildiğini anlamak için müziğine bakmak yeterlidir” demiş.
Günümüzde bir sürü özel TV’lerle, radyolarla, renkli basınımızın beyinlerimizi yıkadığı, Türk Sanat Müziği (neresi Türk, neresi sanatsa!), arabesk, dört notalı pop ve daha ileride çıkacak daha yoz, daha ilkel müzikler keşmekeşinde biz Konfüçyüs’ün tanımının acaba neresindeyiz?
Cumhuriyet’in 75’nci yılında işte bunları düşünmeliyiz…