ÇIRA IŞIĞINDAN NEON LAMBALARINA OCAKTAN KALORİFERE
MERSİN YÖRESİNDE AYDINLANMA VE ISINMA
Akma’yı yandıran kavdır,
Demiri dövdüren tavdır.
Dayan İnce Memed dayan
Şimdi direnecek çağdır…
(İnce Memed türküsünden)
İnsan soyu, ateşi yakabilme başarısından beri on binlerce yıldır odunla ısınmış, çıra ışığında gecelemiştir. Sonra yağ kandili ve mum kullanmasını öğrenmiştir. Petrolun rafine edilmesiyle üretilen gazyağı, likit petrol gazı ve elektriğin kullanımı, tarihin uzun süreci içinde daha dün sayılır.
Mersin ve Tarsus’un yayla köylüleri 1950’li yıllara kadar çıra ile aydınlanırdı. Köylerin elektrifikasyonuna kadar kısa bir dönem de gazyağı lambaları kullanılmıştır. İlkçağlardan beri bu topraklarda yaşayan halklar, yağ kandili ve mum kullanmalarına karşın köylerimizde bunlar bilinmezdi.
Soba, Romalılardan beri kullanılmasına karşın köylerimize ancak yakın yıllarda girebilmiştir. Göçebe insanlar odun ateşinde ısınıp gecelerlerdi. Köy evlerinde “ocak” (şömine) denilen odun yakma yerleri vardır. Evlerde ocak yapımı Anadolu’nun eski ustalarının kazandırdığı bir ayrıntıdır. Kullanımı yüzyıllar öncesinden gelir.
1970’li yılar öncesindeki köy halkının ısınma ve aydınlanma biçimleri aşağıda anlatıldı. Bu yaşam biçimi artık görülmese de folklorik değeri açısından bilinip arşivlenmeye değer.
ISINMA:
Köy evlerinin ocaklarında odun yakılırdı. Arkaya kalın, kuru kütükler, önüne ince odun ve çıra konularak tutuşturulur. En iyi çıra çam çırasıdır. Kurumuş çamın gövde özü ve kökleri reçineli olur. Reçinesi bol olan çıraya “yağlı çıra” denir. Yağlı çıranın rengi kırmızımsıdır. İyi yanar, bol ışık verir.
Taze kesilmiş çam iyi yanmadığından kuru çam aranır. Yöremizde kuruyup yıkılmış iri ağaçlara (animist inanç kalıntısıyla) “ölü” denir. Yüzlerce yıl yaşayan bir çamın eceliyle ölmesine pek ender rastlanır. İnsanların kitle kıyımını hesaba katmazsak en çok çam ölümü yıldırım nedeniyle olur. Onlarca metrelik dev ağacın tepesinden giren korkunç enerji, gövdesini bir yılan gibi kıvranıp yakarak kökünden toprağa akar. Ondan sonra artık ölmeye başlar, yeşillik denizi içinde yıldırım yediğini ve yerini ta uzaktan belli eder.
Güz mevsiminde çam ormanına gidilir, çam ölüleri gezilir, çırası yağlı olanlarından çıra yükü hazırlanır. Hazırlanan bu çıralar eşek, katır, at ile taşınıp üstü kapalı bir mekâna dizilir.
Çam çırası yanınca katran akar. Köylüler buna pise ya da püse der. Kimi hastalıklarda kullanırlar. Katran, eskiden gemi kalafatlamada kullanılırdı. 20. yüzyılın başlarında uluslararası bir şirket, yöredeki Ermenileri ve Lübnan’dan getirdiği Dürzileri çalıştırarak katran çıkarttı. Yörenin kesif ormanları Osmanlıya ödedikleri üç kuruşa telef edildi böylece. Fındıkpınarı’nın kuzeyindeki Purçu yaylasında, Sunturas’ın batısındaki Uzunoluk’ta, katran ocaklarının kalıntıları halen durmaktadır. Sık kızılçam ormanıyla kaplı o yerler, şimdi bile yeşerememiş, kupkurudurlar.
Yöremizde çamın taze reçinesine “akma” denir. Akma beyaz renkte olur. Akma eskidikçe kırmızı, sonra kahverengiye dönüşür. Buna da “sarı sakız” denilir.
Kibrit o yıllarda zor bulunan bir gereçtir. Tarlada çalışan kadınların eve gelince, ocağı iliştirmek için komşusuna köz almaya gitmesi yadırganmaz.
Kibritin olmadığı yıllarda çakmaktaşı kullanılır. Çakmaktaşı ile ateş yakmak için kav ile çelik parçası gerekir. Kav, ağaç likenlerinin işlenmiş biçimidir. Kavdan küçük bir parça alınır. Çakmaktaşının üzerine konulur. Parmakla kavın üzerinden bastırılarak kaymaması sağlanır. Çelik parçası çakmaktaşına çarpılarak kıvılcım oluşturulur. Çıkan kıvılcımlar da kavı iliştirir. İlişen kav saman çöpleri ya da kuru otla beslenerek ateş yakılır.
Çakmaktaşı ile kav ve çelik parçası, birlikte bir takımdır. Üçü, işleme ile süslenmiş bir kesede saklanır. Çelik parçası, sıradan bir çelik metalden olmaz. Kıvrımlı motifler verilerek özel yaptırılır. Boş zamanlarda kav hazırlanır. Ağaç likenleri toplanıp sütle kaynatılır. Sonra kurutularak kullanılır. Fakat yağmurda yaşta gezerken kavın ıslanmaması gerekir. O nedenle balmumlu (muşambalaşmış) bez içinde korunur.
Güz aylarında bolca kışlık odun yapılır. Odunun meşe ve pırnal türleri iyi köz verir. Güney yamaçların odunu daha iyi yanar. Ardıç ve andız odunları çok kıvılcım sıçrattığından ve yangına neden olacağından fazla önem verilmez. Verilmese de çok yangın çıkar köy evlerinde. Hatılları, dikmeleri, tavan ve zemini tüm ağaç özünden yapılmış evleri, tutuştuğu zaman kurtarmak olanağı kalmaz çoğu kez.
Yemek ocakta pişirilir, ekmek ocakta hazırlanır. Ne var ki, ısı kaybı çok olur, baca ısının çoğunu çeker götürür. Isınmak için aile bireyleri ocağın karşısında halka olurlar. Ön yanları ısınır, arka yanları üşür. Bu sağlıksızlığı iyi anlatabilmek için, “Bir yanın kavurga kavurur, bir yanın harman savurur,” denir.
Yöremizde maden kömürü olmadığından eski yıllarda odun kömürü kullanılırdı kentlerde. En iyi kömür meşe odunundan olur. Odun kömürü yapmak zahmetli bir iş olması yanında, yöremiz ormanlarına çok zarar vermiştir. 1960 öncesi yıllarda yayla köylülerinin en önemli uğraşlarından biri, odun kömürü kaçakçılığıdır. Onca yasağa karşın, genç meşe ağaçları kesilip kömür yapılır, gece karanlıklarında kentlere ya da yakın ova köylerine indirilerek satılırdı. Kömürün kazancı sabun, tuz, şeker gibi temel gereksinim maddeleri ile değiştirilirdi.
Köylerimize yol yapımının getirdiği yeniliklerden biri de soba kullanımı olmuştur. Soba, ocağa göre daha kullanışlıdır. Odanın orta yerine kurulunca tüm odayı ısıtır. Ocaktaki gibi fazla ısı kaybı olmaz. Yangın tehlikesi daha azdır. Üzerinde ekmek, yemek pişirilip, ısıtılabilir.
AYDINLANMA:
Köylülerimiz elektrikten önce, çıra ve gazyağı lambalarının ışığında yaşamışlardır.
Çıra ışığı düzensiz bir ışıktır. Bir parlayıp bir körleşmesi göz sağlığı açısından sakıncalıdır. Öyle olsa da genç kızlar çeyizlerini, öğrenciler ödevlerini bu ışıkta hazırlamak zorundaydı eski yıllar. Geceleyin komşulara ya da dışarıda bulunan tuvaletlere çıra ışığında gidilirdi. Sonra gazyağı lambaları kullanılmaya başlandı. Gazyağı kullanımı yaygınlaştıktan sonra geceleyin yol göstermesi için “idare” adı verilen fitilli, camsız gaz lambaları kullanıldı. Daha sonraki yıllarda pilli el fenerleri girdi yaşamlarına.
Ova köylüleri, gazyağı ile, yayla köylülerinden daha erken tanıştılar. 1950’li yıllarda köy yollarının geliştirilmesi ile yayla köylüleri de gazyağı kullanmaya başlamıştır.
Fitilli gazyağı lambası çıraya göre daha düzenli ışık verir. Üstelik evin istenilen bir yerine konulup asılabilirdi. Derken pompalı gaz lambaları çıktı. Onun ışığı daha boldu. Önceleri her evde bulunmayıp ancak varsılların evlerinde kullanıldığından adına “löküs” dedi halkımız.
Gazyağı lambalarındaki yanmış yağ, kötü kokar. Gece boyunca yanan lambanın kokusu, evin içinde sağlıksız bir ortam oluşturur. Lambadan çıkan is ile çıradan çıkan is, insanların burnunda, boğazında kapkara bir kurum tabakası yaratır.
Yöremizde aydınlanma; çıra ışığı, fitilli gaz lambası, pompalı gaz lambası evrelerinden sonra elektrik ışığına geçmiştir. Köylülerimizin birçoğunda çıra ışığından hemen sonra elektrik kullanımı başlar. 1970’li yıllardaki köy elektrifikasyonu ile yöremizin aydınlanma sorunu giderilmiştir.
Tarsus, Türkiye’de elektrikle tanışan üçüncü kentimizdir. Hidroelektrik üretimi 2 kw’lık bir dinamo ile yapılmıştır. Kent için aboneli elektrik üretimi ve dağıtımı ancak 1924 yılında gerçekleşebilmiştir. Mersin’de elektrik şebekesi 1927 yılında kurulmuştur.
Aydınlanma gereksinimi günümüzde tümüyle elektrik enerjisinden sağlanmaktadır.
Günümüzde ısınma aracı olarak yöre köylerimiz ve kentlerimizde en çok kullanılan sobadır. Sobalarda odun ve odun talaşı yakılır. Maden kömürü kullanımı azdır. Odun kömürü, sadece mangalda ızgara yapımı için kullanılmaktadır. Sıvılaştırılmış petrol gazı (LPG = tüp gaz) mutfaklara egemen olmuştur. Bunda, temiz olmasının ve kolaylığının etkisi büyüktür. Tüp gaz ısınmada da kullanılır. Yöremizin kış aylarında etkin soğuklar olmadığı için merkezi ısıtmalı kalorifer sistemi yaygın değildir. Ekonomik düzeyi iyi olan kentli ailelerde, kat kaloriferi yaygınlaşmaktadır.
Yöremizde köy elektrifikasyonu 1970- 1980 yılları arasında tamamlanmıştır.
Konuyla ilgili bir de yaşanmış fıkra aktaralım:
Mersin’in yayla köylülerinden orta yaşlı bir kadın, kente gelip kız kardeşine konuk olur. Kız kardeşi, akşam olunca bir komşusuna başsağlığına gitmek durumundadır. Ablasından izin ister. Uykusu gelirse ışığı söndürüp yatabileceğini söyleyip gider. Ablası elektriği ilk kez görmüş, nasıl açılıp kapanacağını bilmemektedir. Köylü insanı erken yatmaya alışık olduğundan tez uykusu gelir. Işığı kapatmak istese de nasıl söndüreceğini bilemez. Lambanın altından birkaç kez üfler, söndüremez. Sandalyeye çıkıp üfler, gene söndüremez. Tasaya kalır. Uyuyup kalsa, bu ateş (ışık) yangın çıkarabilir diye uyuyamaz da. Kardeşi gelinceye dek uyur uyanık bekler. Kardeşinin, neden uyumadığını sormasına da, uykusunun gelmediğini söyleyerek geçiştirir utancını. Teknoloji ile geç tanışan halkımızda bu gibi trajikomik öykülerle sık karşılaşılır.
On binlerce yıldır insanları ısıtıp aydınlatan çıra, yöremiz köylerinde 1950 – 70’li yıllardan sonra egemenliğini petrol ve elektriğe kaptırmış durumda. Ayrı bir bakış açısıyla, 1950’li yıllarda doğan köy çocukları, Hititlerin hatta daha öncesindeki mağara devri insanlarının ısınma ve aydınlanma kültürünü kısmen yaşamış oluyorlar. Çıradan gaz yağı lambasına, lüksten elektriğe aydınlanma evrelerini gördüler. O nedenle bir bakıma, tarihin bütün evrelerine tanık olmuş oluyorlar.
Turan Ali Çağlar – Yazar, Halkkültürü Araştırmacısı