MERSİN HALKEVİ / MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ – Sayfa 140 – 145 “Kitabın başına dönmek için bu satırı tıklayınız…“
Bazı küçük kentler vardır. Evler pek yüksek değildir, evlerin arasında bir yerde geçmişten günümüze kalan görkemli büyük bir yapıt yükselir, ya da ilk yüksek tepenin üstünde, kasabaya veya kente hakim bir yerde. Ya mabettir, ya bir zamanların gösterişli yönetim binası, bir kale, bir zamanlar kimin egemen olduğunu gösteren bir malikâne, işlevini artık değiştirmiş bir şato. İbadete, sanata, kültüre, uluslararası toplantılara, yöneticilerin kabullerine hizmet ederler bugün. Oralarda ulusları kuran da, yıkan da anlaşmalara imza atılmış olabilir. İnsanlığın ilerlemesine katkı sağlamış düşünürlerin, yazarların, sanatçıların, yöneticilerin ilk ışıltılarını gösterdikleri mekânlar olmuş olabilirler. Bazılarında tehlike, korku içinde gizli toplantılar, buluşmalar da gerçekleştirilmiştir
Kasabada tanıştığınız insanlar onu görüp görmediğinizi, gezip gezmediğinizi sorarlar size ilkin, onyıllarını, yüzyıllarını anlatırlar. Konuklarıysanız, ilk gösterecekleri, gezdirecekleri yer orasıdır. Büyükbabanın büyükannenin elini ilk tuttuğu yer de ordadır. Kasabaya giren işgal kuvvetlerinin komutanı halka ilk kez orada hitap etmiştir. Sonra ülke kurtarılınca, kasabayı ziyaret eden kurtarıcı da konuşmasını orada yapmıştır. Ev sahibeniz sırtını duvarlarına dayamış, tatlı tatlı esen bir rüzgârda, çiçek açmış badem ağacını ve kasabayı seyrederken yukardan, aşk denen şeyin artık ona da değmekte olduğunu orada anlamıştır. Sizi mi gezdiriyor, yaşamını mı dolaşıyor anlayamazsınız. Bardağınıza akşam şarap dolduran meyhanecinin hayatında oranın neden o kadar önemli olduğunu da anlayamazsınız. O yapıt, yaşamlarının önemli bir parçası olmuştur. Bardakların, eşarpların, tabakların üzerine resimlerini yapmışlardır. Perdeleri ve pencereyi açıp, onu görmeleri yetmemektedir, bir suluboya veya yağlıboya resmini, uzak bir ilden yıllarca önce gelmiş akrabaları ile çektirdikleri biraz da solmuş bir fotoğrafını salonlarına asmışlardır. Oraya gelenler fotoğrafını çekerler, bazen yüzyıllardır, bazen onyıllardır orada yaşanan bütün duyguların özetini çıkarıp, sanki yanlarında birlikte götürebileceklermiş gibi, sanki o duyguların bir kısmı onlara da yansıyacakmış gibi. Döndükleri kentlerinde, evlerinde gönülleri, düşleri ve düşünceleri edebiyata, müziğe değmeye başlayan oğullarına, kızlarına, torunlarına, kimin oradan ne zaman geçtiğini, orada ne yaşadığını ve ne ürettiğini anlatırlar. Çocuklar öyle tanırlar binaları, aynı yetişkinler gibi.
Orada onun bir yaz akşamı binanın önünde, açık havada seyircisiz, dinleyicisiz tek başına keman çaldığını, bina girişinde dalgın dalgın sütunları okşadığını yazdı gazeteler, tek başına dolaşıp durmuş bahçesinde, badem ağaçlarının altında bir bankta oturmuş uzun zaman. Sonra oraya gitmiştim, kulağımda müziği, gözlerimde huzur veren tebessümü ve derin bir uykudan uyandıran bakışları onu düşünmüştüm. Sütunları neden okşadığını ve orada tek başına neden keman çaldığını kimse bilmiyordu. Benden başka merak eden var mıydı acaba. Çok uzun yıllar önce binayı yapan taş ustalarını mı andı, onlara bir sevgi dokunuşu mu yolladı, yoksa ustalarından birisi mi yaşadı orda, yorumuyla, çeşitlemeleriyle ün kazandırdığı bestelerden biri orda mı bestelenmişti. Çok yazı ve kitap okudum hakkında, özyaşam öykülerini ve makaleleri biriktirdim, annesinin ve babasının da müzisyen olduğunu, müziğin içine doğmuş olduğunu, küçük yaşlarda çalmaya ve beste yapmaya başladığını, yaşamının nokta ve virgüllerini, zirvelerini biliyorum. Fakat o gün orada neyi andığını çıkartamadım hiçbir zaman.
Sinemaya gidecektik, yer yoktu. Nasıl olduysa, kibar tebessümlü şık giysili bayanlar ve resmi giyinmiş beylerle birlikte, nereye gittiğimizi bilmeden yanda ki binanın görkemli girişinden girmiştik, tarihi bir konser salonunu imiş, kolay bilet bulunmazmış, iadeler varmış fakat. Onu ilk kez orda dinledim. “Kim bu” demiştim. O çalarken ağaçların arasından güneşin ışığı ve müzik bir çıkıyor bir yitiyordu, neşe ve hüzün dalaşıyorlardı. Küçüktüm yalınayak koşuyordum, ayaklarım denizin suyuna değiyordu. Dalgalar, rüzgâr ve onun çıkardığı tınılar üstüme üstüme geliyordu. Bir tren raydan çıkıyordu, hayat esmer küçük bir kızdan çekiliyordu, ben onun ellerini tutuyordum. Bahar geliyordu, ilk kez elimi tutuyordu liseli kız, yağmur altında beni öpüyordu ilk kez bir kız. Herkes alkışlıyordu. Neyin var demişti arkadaşım. “Bu konseri uzat” demiştim. Ben böyle bir şey yaşamamıştım. Ona çiçek veriyorlardı. Doğumhanenin kapısında bekliyordum. O tekrar tekrar eğiliyordu, alkışlar bitmiyordu, bir dağ başındaydım güneş ormanların ardından batıyordu. Sonra onun müziği yaşamımın parçası oldu, başka kentlere gittim onu dinlemek için. O yaşamımın parçası olmuştu. Birileri takım tutuyordu, ben onu tutuyordum. Perdeleri kapatıyor onu dinliyordum.
Bol palmiyeli bir kentteyim şimdi. Bir zamanlar kent yöneticisi, yetişkinler eğitimi için o zamanın yüksek olmayan bahçeli evlerinin arasına görkemli bir kültür evi yapılmasını tasarlamış, içinde orkestra çukurlu büyük konser salonu olan, sahnesi raylar üzerinde hareketli. Kentte otuz kırkbin insan yaşarmış topu topu. Bugün kentte nüfus milyona yaklaşıyor, kimse ne benzerini, ne büyüğünü yapmayı düşünebilmiş bugünlere dek. Kentliler desteklemiş bu fikri, epey bağış toplanmış, ücretsiz malzeme verenler, ücretsiz çalışanlar olmuş. Görkemli bir yapı çıkmış ortaya, komşu kentlerde olmayan. Işıltılı günler yaşanmış, unutulmayan temsiller. Kentin kimliğinin, yaşamının parçası olmuş. Evim çok yakın, hemen yanı başında oturuyorum denilebilir. Kilisenin, caminin yürüyerek yanından geçiyor, karşımda temsil öncesi bekleşen, son ana dek cıgarasını tüttürmeye yeminli ressamı, her temsile düğününe yetişecekmişçesine, biraz önce sunduğu dinletiden koşuşturan flüt sanatçısını görüyorum. Yazılarını okuduklarım, kır çiçeklerinden yaptığım kolonyaları sürenler burada. Hep bir temsile girecekmiş gibi yaşayanlar ve hep bir temsilden yeni çıkmış gibi yaşayanlar var burada. İçersi mi gerçek, dışarısı mı? Veya hangisi daha gerçek? Buranın sahnesi sanki binanın dış merdivenlerden başlıyor. Yılların yükünü taşıyanlar burada biraz daha dik duruyorlar. Aynı temsile gitmek için yolda karşılaşanlar, başka türlü selamlaşır, başka türlü sohbet ederler, örneğin ekmek almadan önceki fırın önünde karşılaşmalarından. Ben balkondan izliyorum temsile gelenleri, daha fazla eğiliyorlar selamlaşırken birbirilerine. Gülümsüyorlar, başka giysilerle geliyorlar. İnsan göz koyduğuna ilk buluşma yeri olarak bu merdivenleri söylemeli temsil öncesi ve aşkını illa bir konserden sonra ilan etmeli, şu hemen karşıda ki palmiyelerden birinin altında, temsile gelenlerin arabaları meydanı terk ettikten hemen sonra, ay denizin üstünden ve ilerde ki parkın ardından ışıldarken, evlerin ışıkları tek tek sönerken. Bu bina sihirlidir, buraya çok gelen ya kitabını yazar buranın ya öyküsünü ya bestesini, ya da tutulur kalır. Yaşamlar dönüşüyor burada, az insan farkında. Ben farkındayım, ressam, flütçü farkında. Bir mühendis mesleğini bırakıp burada sahnelenecek bir esere libretto yazdı, hayatını birleştirdi orkestradan bir bayanla. Sabahları erken kalkıyorum, akşamın tınıları havada. Akşamdan kalma tınılar. Ressam karşı pencerede, flütçü üst katta. Akşamı sabaha taşımaya çalışıyorlar. Bir temsil sonrası yirminin altı bir genç yaklaştı yanıma, neden özellikle benim yanıma yaklaştı bilmiyorum, salt bir izleyiciyim ben, kır çiçeklerinden kolonya imal ederim ben, sakalım şaşırtmıştır onu veya göğsümün üstünde asılı duran okuma gözlüklerim. “Ben de” dedi “sahnedekiler gibi dans etmek istiyorum, ilk kez geldim, daha önce hiç böyle bir şey seyretmemiştim”. Ona “ben de öyle dans etmek isterdim, fakat senin kadar şanslı değilim, çünkü ne kemiklerim ne kaslarım izin verirler buna artık, ben içimde dans ediyorum” diyebilirdim. Belki bir yaşamın dönüşmeye başladığı andı o an, bu bina yapacağını yapmış bir kişinin yaşamına daha el atmıştı. “Ne yaparsın sen” dedim. “Bir ayakkabı mağazasında tezgâhtarım” dedi “Gel dedim, seni tanıştıracağım”. Tanıştırdım onu. Kimi görür kalır, kimi görür gider. Sonrasını bilmiyorum. Belki bir akşam, belki bir sabah üzerinde uzun süredir ilerlediğin ray değişiverir. Girerken başka, çıkarken başkadır insan.
Onun kente konser vermek üzere geleceğini duydum. Herhalde ilk bileti ben almışımdır. Kendime güzel bir yaşam armağanı hazırladım. Ünlü sanatçıları hangi otelde konuk ettiklerini biliyorum, konser sabahı kahvaltımı o otelde yapmaya karar verdim. Kahvaltısını açık havada palmiyelerin arasından denizi seyrederek yedi aylık bebeği ile birlikte yapacağından eminim. Son aylarda bütün konser seyahatlerine bebeğini birlikte alıyor, provaları bebek birlikte dinliyor, konser akşamı kaldığı otelin anlaşmalı bir bebek bakıcısı bebeğe bakıyor. Diğer çocuklarını da böyle müziğin içine sokmuş, hepsi de küçük yaşta müzik sanatçıları. Büyük kızı orkestra eşliğinde solist sanatçı olarak çalıyor. Harika bir gün, bebeği ile birlikte geldi, bebeğini bir palmiye dalının gölge verdiği, rüzgârda salındığında güneşin bebeğin yüzüne yansıdığı, bir koltuğun üstüne taşıma çantası içinde oturttu. Bebek ağlamıyor, bağırmıyor. Yedi aylık olgunluk. Denizi, palmiyeleri, kuşları uzaktan geçen gemileri seyrederek kahvaltı yaptılar, garsonlara içtenlikle tebessüm ettiler. Garsonlar onun kim olduğunu bilmiyorlardır, orada kimse bilmiyordur. Uzaktan onlar fark etmeden onların mutluluğunu seyrettim, onlar akşam konserine hazırlanıyorlardı. Ben de akşam konserine böyle hazırlanıyorum. Dört beş saat prova yapacak, öğlen yemeğinden sonra biraz uyuyup akşama hazırlanacak. Bu kentte geçirdiği en keyifli dakikalar olabilir bu anlar. Palmiyeler, deniz, güneş, sessizlik ve bebeği. Kısa boylu, takım elbiseli yaşlı, fakat dinç biraz da mahcup bir bey geldi, üstün yeteneklere verilen saygılı, nazik, tebessümlü, hafif eğilmeli selamlardan verdi, elini sıktı. Bebeğe bir şeyler söyledi. Yaşamını yazarsa, bu anı muhakkak yazacaktır. O istemeden garsonlar kahve ve çörek getirdiler. Demek burada tanınan birisi. Etkinliğin sahibi olmanın, başarılı bir yaşamı geride bırakmış olmanın özgüveni içinde. Sanatçının beş dil bildiğini biliyorum, o bir dünya vatandaşı, yaşlı beyin hangi dili konuştuğunu tahmin edebiliyorum. Kenti ve günün akışını konuşuyorlardır. Kuşlar yükseklerde ki palmiye dallarından aşağıda ki zakkumlara, mimozalara, kauçuklara iniş yapıyorlar, denizin üzerinde bir tur atıp geliyorlar. Solo ve koro şarkılar söylüyorlar. Bebek ağlamıyor, bağırmıyor, annesini izliyor. Kalktılar. Dışarıda bekleyen yaşlı beyin şoförünün kullanacağı pahalı arabaya binip provaya konser mekanına gideceklerdir.
Konser salonu dolu idi, ilave sandalyeler konmuştu. Hanımlar ve beyler istisnai bir gece geçireceklerinin bilinci içindeydiler. Bu salonda bilenler ve hissedenler kaçıncı kez insan ustalığının ve yeteneğinin zirvelerinden birisine daha tanık olacaklarının heyecanı içindeydiler. Bu salonda yıllardır ardı ardına yaşanan unutulmaz mutluluk ayinlerinden sonra, kent de kimlik değiştirmeye başlamış, bir müzik kenti olarak tanınmaya başlamıştı. Kent bir konservatuar, bir müzik lisesi kazanmış, yüzlerce çocuk müzik kurslarına katılır olmuştu. O sahneye çıktığında belki o değil ben heyecanlı idim, gördüğüm kadarı ile herkes bir sükûta kilitlenmişti. Sınırları yok etmiş, insanlığı kucaklayan, mutluluğun tınılarını sihir içinde dağıtan bir üst insan duruyordu karşımızda sevgi dolu tebessümü, kavrayan bakışları ile. İşte beni evimde sayısız kereler kayıtlar ile başka âlemlere götüren tınıların canlı kaynağı duruyordu. Kent için büyük bir mutluluktu, çünkü bu kent de artık ve nihayet dünya çapında bir sanatçıyı ağırlıyordu. Salonda bulunanlar o çalarken sanki yoktular, nefes aldıkları bile şüpheliydi. Herkes kendi iç dünyasında kayboldu, onun müziğinde kendi iç sesini daha fazla duydu. Kendi içlerinden ve dışlarından gelen sesler arasında bocalıyordu insanlar. Binanın duvarları orda ki insanları hayat dedikleri şeyden aldı çıkardı, tam olarak adını koyamadıkları, tanımlayamadıkları başka bir duruma soktu. İçerdekiler, dışarıdakilerden, önceki ve sonraki kendilerinden farklılaştılar. Bence o da orada değildi, orada o anda ne için bulunduğunu unutmuştu, çalgısından çıkan seslerle vücudu eğilip bükülerek azap çekiyor, bize de azap çektiriyor, ardından gelen yeni sesler ve ona eşlik eden orkestra bizi huzura kavuşturuyordu. Enstrümanı ile kendisi tek parça olmuştu. Hep birlikte geriliyor, sonra kendimizi dağdan ovaya akan suya bırakıyor, çağlayanlardan hızla düşüyorduk. Konser bitiminde insanlar serüvenlerini yaşamış ve sürdürebilmişti, düşmüşler kalkmışlar, tatlı bir huzura kavuşabilmişlerdi. İnsanlar onu alkışlarken biraz da kendilerini alkışlıyordu.. Çalanla, söyleyenle dinleyenin ortak serüvenidir bu, dışarıda çıkan sesleri içine alır, içindeki sesle birleştirir insan. Dönen dervişler, hareketin de etkisini katmak isterler bu işe. Büyük bestecilerin evrensel düzenle tınlayan, büyük ustaların ellerinden, dilinden çıkan müziğinde insan hareketsiz kalarak içini hareketlendirebilir. İnsan içinde evrensel düzeni hissedebilir.
Müdür dostum tutkularımı bildiğinden konser ardından sanatçı onuruna düzenlenen ikrama beni de davet etti. Sanatçıyı kuşatmış birçok hayranı arasında beni de tanıştırdı. Vakıf olduğunu bildiğim dillerden birisi ile teşekkür ettim kendisine. Unutulmayacak bir gece geçirdiğimi söyledim. Bunlar kendisinin binlerce kez duymuş olduğu, artık kanıksamış olması gereken sözcüklerdi, fakat tebessümü yüzünden eksik olmuyordu, onu bu kadar olgun ve huzurlu yapan müzik miydi, akşamın müziği ifadesinde sürüyordu. Elimi cebime attım, artık tükenmekte olan bir kır çiçeğinden elde ettiğim kolonyayı küçük bir şişe içinde ona verdim. “Sadece bu bölgede yetişen tükenmekte olan bir kır çiçeği kolonyası, ben ürettim, sizin için” dedim. “Bana çiçek hiç böyle verilmemişti” dedi. “Bu sabah çok güzeldi, siz de otelin bahçesinde kahvaltıdaydınız. Burada daha önce konser vermiş bazı dostlarım, burada benim tanımadığım bir dostum olduğunu, hakkımda yazılanları biriktirdiğini, eserlerimin notalarını isteyen konservatuar öğrencilerine armağan ettiğini, okullara gidip hakkımda söyleşilere katıldığını söylediler. O kişinin şu anda karşımda olan siz olduğunu tahmin ediyorum” dedi. Gövdemde nereden gelip hangi yöne gittiğini anlayamadığım esintiler, ardından rüzgârlar dolaşmaya başlamıştı. Belki sözcüklerimi ona duyuramayacak, belki ondan gelen sözcükleri duyamayacaktım. O ise sözlerini sürdürüyordu: “sizinle karşılaşmaktan çok mutluyum, sizi bir konserime davet etmekten ve ağırlamaktan mutlu olacağım”. “Madam” dedim, “sizin büyük ve büyülü dünyanızda çok küçük kalırım, beni tanımadan yıllardır beni mutlu ediyorsunuz. Bugün ise bu mutluluğun taçlandırılması oldu. Bana ayıracağınız zaman sizin için kayıp zaman olacaktır. O zaman bütün insanlığın” dedim. “Sizi iyi korumalı dedi, bu şişenin içinde özünü yakalayabildiğiniz soyu tükenmekte olan kır çiçeği gibi, sizin de soyunuz tükeniyor.” Bana bir kartını uzattı, “beni arayın lütfen” dedi. Omuzlarım devreye girmek isteyenler tarafından sıkıştırılmaya, kalbim de daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Ayaklarım yaşlı gövdemi taşıyabilecek miydi? “O kır çiçeğini ve kendinizi koruyun” dedi, eğildim ve harikalar yaratan ince uzun parmaklarını dudaklarıma götürdüm.
Merdivenlerin hangi tarafta olduğunu şaşırdım. İnerken flütçü konservatuar öğrencileri ile nefis bir konser hazırladıklarını, haftaya beklediklerini söyledi. Alt kata indiğimde nefesim daraldı, kemerli sütuna dayandım ve sütunu okşadım, sütunu bir daha okşadım. Papyonlu konsolos neyiniz var diye sordu. Meydanda palmiyelerin altında aydınlatılmış binaya karşı bir banka oturdum, karanlığın içinde sihirli bir hal almıştı. Yüreğim orda mı kalmıştı, yoksa hala içimde miydi? Kaç kez bu sihirin içine almıştı bu mabet beni, ama bu gece başkaydı. Bu bina olmasaydı nasıl olacaktı hayatım. Sihiri nerede bulacaktım? Bir bankta genç bir çift sessizce söyleşiyorlardı. Genç erkek sıkılıyorum bu kentte dedi genç kıza, yapacak şey bulamıyorum, daha büyük bir kente gideceğim, burada hayat yok. Yukarda palmiyelerin hafif rüzgârda salınan büyük yapraklarının hışırtısını duyuyordum, evlerin ışıkları tek tek sönüyordu, araba farlarının yarattığı ışık hareketleri azalıyordu. Sırtımı ve başımı palmiyenin gövdesine dayadım, karanlığın içinde parıldayan binanın kemerli sütunları arasından şık hanımlar ve beyler meydana çıkıyorlar, nezaket ve mutluluk içinde vedalaşıyorlardı. Onlar da artık buraya gelmeden yaşayamazlardı. Buradan içeri ilk adımlarını attıkları andan başlayarak onların yaşamları da dönüşmeye başlamıştır. O gece ile vedalaşmak için ben de doğruldum, bilmem kaçıncı iklimin kaçıncı baharı, hangi rüzgarı yüreğimde; kilisenin, caminin, gülümseyen ve her etkinlik sonrası yüzümdeki haritada akşamın izlerini fark eden, kışları kestane yazları mısır satıcısı kadının önünden geçerek evime yöneldim. Fazıl Tütüner.……………Kitabın devamı için bu satırı tıklayınız……………………..