,

Roman Gibi Hayatlar – Çingeneler : Aydın Sevim

Cingeneler.jpg

Romanlar güzeldir, roman okumayı çok severim. Aslında bütün kitapları severim. Roman, öykü, şiir, gezi hiç fark etmez. Bugün hava biraz puslu, canım dışarı çıkmak istemiyor. Zaten İlyas amcanın kitabını bitirmek üzereyim. Boyacı Ramazan’ı merek ediyordum. Çamlıbel’de komşumuz Madam Viktorya’nın emektarı Pembe Teyzenin kardeşinin adı da Ramazan’dı. O da ayakkabı boyacısıydı. Roman vatandaşlarız eskiden Çardak Mahallesi dediğimiz semtte yoğun olarak yaşarlardı. Günümüzde Kiremithane ve Turgut Reis gibi mahallelerde, geçmişe nazaran nispeten daha iyi şartlarda, halen yaşam mücadelesine devam ediyorlar.

Çardak Mahallesi,1900’lü yılların başı–Şinasi Develi Arşivi

“Ayakkabı boyacısı Ramazan, kimse farkına varmadan kent mezarlığının kapısına sürülmüştü… Aradan bir süre geçti. Ramazan’ı unutmuştum. İki yıl sonra, bahara doğru onunla yine karşılaştık… Millet Bahçesinin önüne sandığını atmış, gelenin geçenin ayakkabılarını boyuyordu… “Sen nerelerdeydin?” dedim. ‘Şu çardağın dibindeydim’ dedi”
“Bir yaz akşamı arka bahçeye açılan çimento sahanlıkta yemek yiyorduk. Babamla Avrupa’da süregelen (ikinci dünya) savaşın son durumunu konuşuyorduk… Babam birden sözü değiştirdi. “Rum Kilisesi ile Vali Konağı arasındaki çardakları kent parkına çevirecekler, dedi. Annem “İyi olur belki” diye yanıtladı. “Çardaklardan kurtulacağız”
Kışın ağzındaydık. Bir Pazar günü, ilk kez uzun pantolon giymiş, sinemaya “Baytekin yeni dünyalarda” filmini görmeye gidiyordum. 117. sokağın başına çıkınca çingene çardaklarının cayır cayır yandığını gördüm. İlk kez bir yangın izliyordum. Bir süre kızıl alevlere gözlerim takıldı. Sonra sinemaya yöneldim.
Babamın bize anlattığına göre, Valimiz çingenelere çok insancıl bir yaklaşım göstermiş. Çardakları yanan boyacılara, kalaycılara, dilencilere, “Üzülmeyin siz!” demiş. “Sizler de bu vatanın insanlarısınız. Gelecek yılbaşında gelin, beni görün, o zamana belki size çardaklarınızı kuracak daha güzel bir yer gösterebilirim” (İlyas Halil – Boyansın Ramazan – Memleket Yayınları – 1989)
Mersin yeni bir şehirdir, kayıtlarda Romanların Çukurova’ya gelişleri çok daha eskilere dayanmaktadır.

19. yüzyıl kayıtlarında Bozyazı’da Aşiret-i Kıptiyan adında bir kaza ve Silifke’de Ferizler-Kıptiyani, Kalın-Kıptiyani Tekeli-kıptiyani gibi köylerin olduğu görülür. Kayıtlarda “Kıpti, Kıptiyan, Taife-i Kıptiyan” adlarıyla yansıyan bu topluluğun Hint kökenli oldukları ve Mısır’da yaşarken farklı yerlere gidip yerleşmiş olduklarından Kıptilerin Çingene oldukları düşünülmektedir. Osmanlı Devleti’nde mahalle kurulmasında dini ve etnik köken belirleyici unsur olmuştur. Bu kavmin muhtelif isimleri vardır, bazıları Çingene ve bazıları da kıpti “egyptus” kelimesi ile ilgili görülürler. Çingenelerin Mısır’dan geldiği farz ve kabul edilerek bunlara kıpti denilmiştir. Göçebe Çingeneler kalburcu, elekçi, kalaycı veya tarakçı isimleriyle anılmakla birlikte, Anadolu’nun bazı yerlerinde kendilerine Poşalar veya Abdallar da denilmektedir. Bu Çingeneler, her yıl yaz mevsiminin başlamasıyla birlikte 5-10 çadırlık gruplar halinde, kendileri yaya olmak üzere, eşya ve çocuklarını da beygir ve merkeplere yüklemek suretiyle, dağ köylerine göç eder, bu köylerin etrafındaki arazilere konarak çadırlarını kurarlardı.
Bunlar, halen köy ve kasabaların kenarında sahipsiz ve boş olarak bırakılan arazilere birer gece kondu yaparak buralarda ikamet ederler. Halk arasında bu yerleşim birimleri Çingene Mahallesi olarak adlandırılmaktadır.
Çingeneler Osmanlı Devleti’nde çok farklı yönetime tâbi tutulmuşlardır. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Çingeneler, hukuk bakımdan diğer milletlerden farklı uygulamalara maruz kalmışlardır. Osmanlı Devleti’nde sadece gayrimüslimlerden cizye alınırken, Kıbtîteb’anın hem zımmî, hem de Müslimlerinden” cizye alınmıştır. Fakat miktarı farklı tutulmuştur. Osmanlı toplumunda Çingeneler, Göçebe Türkler (Türkmen ve Yörük) ve bunun dışındaki diğer topluluklar toplum olma vasfından uzak, kendi aralarında düzenli bir şekilde, çevreye kapalı bir topluluk hayatı yaşamaktaydılar. Osmanlı vergi memurları arasında Kıptîlerin cizyelerini toplamakla görevli bulunan “Kıptîyân Cizyedârı” da yer almaktaydı. Anadolu Yarımadası’nın bütün eyaletlerini teşkil eden livaların 16. yüzyıla ait tapu-tahrir defterlerindeki kayıtlarda Taife-i Kıptiyan hakkında pek önemli bilgilere rastlanılmamıştır. Anadolu’nun mülki ve idari çehresini şekillendiren bu eyaletler: Anadolu, Karaman, Rum-ı kadim, Rûm-ı Hadis, Dulkadır, Amid ve Arab eyaletleridir. [Aşiret-i Kıptiyan: (ve on aşiret) Kaza (1855-1861) İçil-Karaman eyaleti (salname) Kaza (1861-1866) İçil-Karaman eyaleti. Benzer: Silifke, İmamlı köyü, Çingenli mevkii. (Kaynak: Aydın Sevim, Mersin Yer Adları, Cinius 2021)]
1898 tarihinde, Mersin’e gelmek için yola çıkan Fransız bir gezgin anılarında çingeneleri şöyle anlatıyor;
“Adana Sancağında çok değişik ve ilginç oymak ve aşiret bulunur, bunların arasında daha önce bahsettiğimiz Yörükler ve belki de aile olarak gelip daha sonra karışan Çingeneler ve Kürtler de vardır. Adana girişinde Çingenelere ait çok sayıda oba bulunmaktadır. Biz de çok merak ediyoruz ve onları mutlaka ziyaret etmeliyiz diye düşünüyoruz. Seyhan nehri kıyısında, şehrin karşı tarafına kurulmuş, çadırdan ziyade buradaki birçok aileye sığınak olan ve korunmak için yapılmış tentelere benzeyen, küçük derme çatma çadırlar ilgimizi çekiyor. Sabahın daha erken bir saatinde arabayla yanlarına gidiyoruz. Adımımızı atar atmaz bu göçebeler arasında gördüğümüz beklenmedik bir manzara karşısında aniden irkiliyoruz. Hiç yıkanmamış gibi duran kadınlar, her türlü temizlik ve tuvalet ihtiyaçlarını açıkta görüyor ve yemeklerini de burada hazırlıyorlardı. Bazı gençler ve çocuklar durdukları yerde sallanarak göbek atıyor ve oynuyordu. Bu insanlar daha sonra şehrin sokaklarına dağılıyorlar, göbek atarak oradan gelip geçenleri taciz ediyorlar ve dilenmeye başlıyorlardı.
Darbuka sesleri etrafa yayılıyor ve ortalığı şenlendiriyordu, bu hırpani ve çapulcu kalabalığın arasında çok şık ve çok güzel erkekleri ve kadınları da görmek mümkündü. Kadınların hepsi Bedeviler gibi dövme yaptırmıştı: simsiyah gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Etrafımı sarıyorlar ve çok akıllıca ve zekice sorular sorarak beni bezdiriyorlardı…
Onlardan biri bana yaklaşarak kurnazca sordu; “Arapça biliyor musunuz?” – Dürüstçe hayır dedim. “Rumca biliyor musunuz?”. Başımı sallayarak hayır dedim. Aralarından biri bana acıyarak yüksek sesle; “Vah vah! çok yazık, hiçbir şey bilmiyorsunuz!” dedi. Konuşma dili olarak, yabancı dillerden saymadıkları, Türkçeyi kullanıyorduk. Çiçekler arasında güzel kokusu etrafa yayılan bir tür filbahar (ful) dikkatimi çekiyor…
Daha sonra, yanında güzel görünümlü bir genç bulunan bir büyükanne kucağında; zayıf ve soluk yüzlü, öksüz ve çok acı çeken bir kız çocukla yanımıza geldi ve bize “Siz doktor olmalısınız, lütfen onu iyi edecek bir şeyler yapın!” dedi. Ah! keşke, kalbi hızla çarpan bu zavallı çingene çocuğun acısını durdurmak için yapabilecek bir şeyimiz olsaydı, o öylesine güzeldi ki, kehribar sarısına boyanmış, siyah saçları ve kapkara gözleri vardı, herkesin onu çok seveceğinden emindim…
Ancak, anlamadığım bir şeyse bu çapulcu kadınların, annelerin ve kızların pek çoğunun gözlerinde okuduğum vahşilik ve isyankarlıktı, bu durum onların gerçek güzelliğini ve ruhunu gizliyor ve onları gizemli yapıyordu. Peki ya erkekler, onlar için ne diyebilirim ki? Bazıları çok yakışıklı, bazıları ise çok çirkindi. Onlar genellikle siyah veya beyaz tüm ırkların bir karışımıydı, yani melezdi, onların geleceğini suç işlemeğe ve yağmaya meyilli içgüdüleri belirliyordu. Bu acayip nüfusun yüzünde ne bir masumiyet ne de yüreklerinde temiz bir vicdan vardı.
Çingeneler büyük bir ısrarla reislerini, Seyhan nehri kıyısına kurulmuş büyük ve konforlu çadırına gidip onu selamlamamızı istedi. Hapisten yeni çıkmış bu beyin sahip olduğu pekte hoş olmayan şöhretinden dolayı bu nazik daveti önceleri kabul etmek istemedik; ama kadınlar, acı içerisinde kıvranıp yatan reisin o çok özel eşini gidip görmemizi o kadar çok rica ve ısrar etti ki, dayanamayıp gittik. Bu kadın, çadırın dışında ve güneşin altında biçimsiz bir vaziyette döşeğe uzanmış yatıyordu. Yirmi beş veya yirmi altı yaşlarındaydı, diğerleri gibi çok esmerdi, soluk yüzünde ve çenesinde hafif dövmeler vardı. Kocası çadırın eşiğinde bağdaş kurmuş oturuyor ve çok saygıdeğer birine benziyordu. Bizi kibarca selamladıktan sonra bize bir bardak limonata ikram etti, ancak biz içmedik… Oradan ayrılırken, Çeribaşı bana Adana’da vereceği adresteki bir adamı, ‘Abdul-Kerim’i arayıp bulmamı ve kendisini ona söylememi tembih etti. Açık havada, soğuk esen rüzgâr sırtıma bıçak gibi saplanırken “Herkes beni tanır”, diye arkamdan seslendi.
Son olarak, dizi sıra ilerlemekte olan eşek ve manda sürülerinin bir canlılık kattığı Seyhan nehrinin birkaç fotoğrafını çektikten, hırpani ve sefil Çingenelere hoşça kalın dedikten sonra, yemek yemek için arabaya doğru yürüdük; bütün bunlardan sonra ilginç olduğu söylenen civardaki bir çiftliğe kısa bir ziyaret yapacaktık. Uzun şeker kamışları, sazlıklar, çeşitli bitkiler ve dikenli incirlerle dolu, yol boyunca Fellahların yaşadığı, Mersin yolu üzerindeki bu geniş arazi içindeki çiftliğe ulaşmak çok zahmetliydi.” (Le Tourdu Monde – 9 Nisan 1898. – Çev. Aydın Sevim, Toros Dağları – Cinius yayınevi, 2017, s.173,174)

Kızkalesi, Kartpostal 1960’lı yıllar

Adana’da yaşayan çingenelere “Cono” veya “Camuzcular” da denir. Camuz manda demektir. Gazneli Mahmut’un Sindh ve Punjab’ı işgali sırasında 500.000 Hint’i esir aldığı bilinmekte olup Hindistan’ı fetheden Müslümanların, Romanları köle olarak alıp ülkelerine götürülmesi en yaygın teoridir.
Emeviler döneminde Müslümanlar Çukurova’da sürekli bir hareket halindedir, ancak bu dönemde bölgede bazı ilginç olaylar da görülmüştür. Mesela bölgenin tenhalaşmasından dolayı çoğalan aslanların insanlara zarar verecek hale gelmesi örnek verilebilir. Bu yüzden Halife Velid b. Abdulmelik aslanların korktuğu Manda’lardan 4.000 başı Misis’e göndermiş ve bunların başlarına da Hint asıllı Zutlar’dan bir grubu çoban olarak görevlendirmişti.670 yılında Zutlar’ın bir kısmı Çukurova ve Antakya kıyılarına yerleştirildi. Muhammed b. Kāsım es-Sekafî Sind’i fethedince İndus vadisindeki Zutlar, Haccâc tarafından Batîha’ya getirildi. II. Yezîd onları mandalarıyla birlikte Massîsa’ya (Misis) gönderdi. I. Velîd, Zutlar’ın bir kısmını Batı Suriye’ye nakletti. (A. Sevim – Dört Element – Cinius Yayınevi, 2017)
Mersin şehir merkezinde yaşayan Romanların Yunan ve Türk nüfusların mübadelesine ilişkin 1923 yılında imzalan sözleşmeye göre Balkanlar’dan Türkiye’ye göç ettikleri yaygın görüştür. Ancak Mersin’de yaşayan Romanların tarihi yukarıda da bahsettiğim gibi çok daha eskilere dayanmaktadır.

Ayı oynatıcısı, Mühendisevleri, Karayolları Pozcu, Mustafa Dural arşivi 1960

Mersin’de yerleştikleri mahallelerde genellikle geldikleri tarihten bu yana yerel halkla çok fazla temas kurmadıkları veya tecrit edilmiş olarak yaşadıkları söylense de buna katılmıyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi Mersin bu konuda diğer illere göre daha hoşgörülüdür. Boyacı Ramazan’da, Ramazan Davulcusu da bizim komşularımızdır. En azıdan benim çocukluğumda böyleydi. Mersin’in bugün nüfusu yaklaşık iki milyona dayanmıştır. Romanların nüfusu da yaklaşık 20-25 bin civarında olduğu düşünülmektedir. Şehirlerde nüfus artıkça komşular ve mahalleler arasındaki mesafe de artmaktadır. Mersin’de kültürel etkileşim diğer illere göre çok daha belirgindir. Yeme içme kültür, gelenek ve görenekler Mersin’de yaşayan farklı kültürlerin bir armonisidir.
Mersinli Roman kardeşlerimiz bugün diğer vatandaşlarımızla aynı sosyal haklara sahiptirler. Yaşadıkları mahallede Saadettin Bey ve Fatih ilköğretim okulu gibi okullarda eğitimlerine devam edebilmekte, çok daha vasıflı işlerde çalışabilmektedirler. Eskiden Mersin’de herkesin kendine göre bir mesleği bir zanaatı vardı. Kimi bahçesinde sebze eker, kimi el arabasında tatlı veya lahmacun satar, kimi de dükkân açarak esnaflık yapardı. Her meslekte olduğu gibi Romanların da kendilerine özgü meslekleri, faytoncusu, davulcusu, çalgıcısı, boyacısı vardı. Velhasıl hepsi de bizden biriydi. Bu onların yaşam biçimiydi, Romanların hayatı tıpkı bir roman gibiydi…
1)Bab-ı Defteri Maden Mukataası Kalemi Kıptiyan Cizyesi, D. MMK. KBC. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, y.108, İstanbul, 2010
Aydın Sevim, 21.11.2022

Mersin ve yakın çevresine ilişkin tarih, kültür, sanat araştırmaları yapar, çok sayıda kitabı ve çevirisi vardır.

scroll to top